31 Aralık 2015 Perşembe

YENİ YIL BU, GELECEK... İSTESEK DE İSTEMESEK DE...



 Telaşa hiiç gerek yok.  Saatler tam 24.00 olduğunda bir yıl içinde lime lime edip paçavraya çevirdiğimiz, 365 gün 6 saat önce tıpkı şimdiki coşkunun aynısıyla karşılayıp, nice beklentilerle kucakladığımız 2015'i acımasızca tarih çöplüğüne fırlatıp 2016'yı karşılayacağız. Yeni yıl girecek, takvimlere, saatlere, bilgisayar ekranlarımıza, tüm yazışma, sözleşme ve diğer belgelere... Hayatımıza. Tam bir yıl boyunca... 

Tabii ki beklentilerimiz olacak yine yeni yıldan. Yeni yılın bundan haberi olmasa bile :) Benim de var. Kendim, ailem, arkadaş - dost ve yakınlarım, ülkem ve tüm dünya adına...

Ülkemi ve dünyayı karıştıran, hırs ve ihtiraslarıyla ölümlere, savaşlara, açlık ve sefalete neden olan bildik bilmedik tüüm kötüler kahrolsunlar, mahvolsunlar, yer ile yeksan olsunlar bu yıl :) ( Yerle bir olsunlar, yok olsunlar.) 

 Ülkemde köprü altı çocukları, evsizler, kimsesizler, açlar ve yoksullar için saraylar yapılsın. Yesinler içsinler, yan gelip yatsınlar. Çook zenginler de onların yerine geçsinler. Hani öyle bir hikaye vardı, adını unuttum. Fakir çocukla zengin çocuk yer değiştiriyordu, öyle olsun işte.

Asgari ücretle millet vekili maaşları değiş tokuş yapılsın. Asgari ücreti artırmaya gerek kalmasın :P

Tüm işsizler yetenekleri çerçevesinde istedikleri işe yerleştirilsinler. 

Sağlık hizmetleri tamamen parasız olsun. 

İnsan hak ve özgürlükleri, kitaplarda kanun ve tüzüklerde değil, 

yaşamın her alanında etkin biçimde gözetilsin.

Hayvan ve ağaçlara zarar verenler en ağır şekilde cezalandırılsın.

Eğitim ve öğretim çağdaş ülkeler seviyesine çıkarılsın.

Kadın ezilmesin, ezdirilmesin artık.

Ülkede ne kadar zengin varsa onların oğulları terör bölgesinde askerlik yapsın, fakir çocukları bedelli sayılsın.

Ve

yaşamım boyunca herhangi bir şekilde yolumun kesiştiği, kısacık ya da uzun bir zaman diliminde hayatıma dokunmuş, bende iz bırakmış, adını unutamadıklarım... Hatta adını unuttuğum ama bugünümü şekillendirmekte öyle ya da böyle rolü bulunduğuna inandıklarım...

Sıradan, boş zamanlarımı paylaştığım arkadaşlarken, en zor zamanlarımda tutunacak dalım, dostum olan, dostluktan öteye geçenlerim... ( Bugün görüşmesek de yardımlarını asla ama asla unutmadıklarım.)

Öylesine, basit bir tesadüfle tanışmışken ömrümce hayatımın merkezi olmuş, olmasaydı ne yapardım, düşünmek bile istemediğim kalbimin en nadide köşesinin tek sahibi, Eşim Merih...

Yarımken, hayatıma girişleriyle tamama erdiğim, onurlarım, varlık nedenlerim oğullarım...

Yalnız olmadığımı hissettiren, onlarla güçlendiğim ait olduğum çevrem, akrabalarım...

Her ne istiyorsanız yeni yıldan, o sizin olsun. "Olması mümkün değil!" dedikleriniz bile :)

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN

n y tartaç



29 Aralık 2015 Salı

NOSTALJİK PAZARTESİ ETKİNLİĞİ



Pardon! Yine kaçırdım Sevgili EQ Ayşe arkadaşımızın başlattığı ve birçok blog arkadaşımızın da zevkle katıldığı Nostaljik Pazartesi Etkinliği'ni... 

I ıh! Yetişemiyorum işte. Dedim ama di mi, benimki salı etkinliği olsun diye :P :D ( Gerçi salı da sallanır derler ya... )

Neyse ben yine de paylaşayım 2012 yılına bir kaç adım kala yazdığım 

şu yazımı

26 Aralık 2015 Cumartesi




                        Ben uyurken pencereme kış gelmişş :)



















25 Aralık 2015 Cuma

NE KADAR UMUDUM YOK DESEM DE...


Daha umut var olmak isterdim yeni yıla girerken. Oysa bu şartlar altında yeni gelecek yılın eskisini mumla aratacağı kanısındayım. Umarım yanılırım.

İnsanoğlu acilen kafasını ve kalbini değiştirmeli. Ki değişsin hem ülkemiz hem de dünya. 


Ülkece dünden daha da ayrışmış bir toplum olmuşsak bugün, neyin değişeceğini bekleyebiliriz ki yeni yıl girdiğinde? Kalbimiz yumuşayacak, kafamız dank edecek ve özür mü dileyeceğiz ötekileştirdiğimiz, ötekileştiğimiz diğer yarımızdan? 


"Sen benim komşumdun, arkadaşım, yoldaşımdın, akrabam, soydaşımdın, daha dün sırlarımı paylaştığım, kahve keyfimin ortağıydın, kırk yıllık dostumdun, seni öteki gibi gösterenlere nasıl oldu da kandım? Hadi gel barışalım. Bozalım şu karanlık, sinsi, kahpe oyunu. Birlik olup birlikte düşürelim kazdıkları kuyuya. Asırlardır övündüğümüz çeşitliliğimizle bir olup bozguna uğratalım bozguncuları."  


Diyelim mi..?


Bunu yapabilirsek işte o zaman umut yüklü gelecek yeni yıl. Aydınlık, barış, dostluk getirecek bize kucak kucak. 


Yapalım mı..? 


Çıkaralım mı kumdan başımızı..? 


Şöyle bir doğrulup bakalım mı uzaklara doğru..? Ülkenin bir ucu tutuşmuş yanıyor.


 Görelim mi? 


Tabii ki yok edilsin pkk. Kökü kazınsın. Asla taviz verilmesin. Ama yurdundan, yuvasından, okulundan, doktorundan, hastanesinden edilerek göçe zorlanan masum halk ve çocuklar var. Biz çocuklarımızın üstüne titrerken, orada uzaklarda bir yerde tek bir çocuk ölmüşse eğer; bu garip, adını koymaya, adını anmaya korktuğumuz savaşın iki ateşi arasında kalarak, bunun günahını nasıl ödeyeceğiz ?


Her gün şehit haberleri geliyor. Artık bir isimleri bile yok. Alt yazıyla geçip gidiyorlar sessizce gözlerimizin önünden. Gözlerimiz kayar da görürsek, bir - iki diye sayıyoruz sadece. Ekran başında ateş düşen evler geliyor aklımıza. Bir an acıyla sarsılıyoruz onların yerine koyup kendimizi, sonra unutuyoruz dizilerdeki yalancı hayatlarda kaybederek kendimizi...


Biz yapmadık, görmedik, bilmiyorduk dersek aklanır mıyız..? 


Bozabilir miyiz suskunluğumuzu..?


Barış gelir belki o zaman. Gerçekten barış...


Rus uçağını düşürdük. Putin'in öfkesini dindirmek mümkün değil. Ne yaptıysak olmuyor.  Deve kini mi vardır nedir..? Mum tutturuyor. Domatesimizi almıyor, limonumuzu alıyor. Bankalarımızı basıyor kar maskeli soyguncu tipli ajanlarıyla, yüksek topuklu ayakkabılarımızdan vazgeçemiyor. Gazı kestim keseceğim diye gözdağı veriyor, "çilekeş ulusuz biz tezek de yakarız noolcek..." modunda sırıtıyoruz. 

Musul'a asker gönderdik, Irak'ı köpürttük.  Adının Daiş'mi, Deaş'mı, Daeş'mi Işit'mi olduğuna hala karar veremediğimiz ama varlığını şiddetle hissettiğimiz, sınırlarımızın ötesinde değil sadece, ülkenin her yanında cirit attıkları söylenen teröristler başımıza daha ne çoraplar örecekler henüz bilmiyoruz. 


Ekonomi, işsizlik, enflasyon, açlık, yokluk  ( yoksulluk sınırının altında yaşayan hane halklarının oranı % 22.4 müş (int.)) bu yetmezmiş gibi iki milyon civarında olduğu söylenen Suriyeli sığınmacıların Türkiye ekonomisine bindirdiği yük düşünüldüğünde gelecek hiç de umut vermiyor.


Tüm bunları düşündüğümde yeni yılın ülkemize ve dünyaya hazırladığı sürprizler konusunda pek umutlu olamıyorum.


Ama 

ne demişler "Gün doğmadan neler doğar." 

"İnsan umut ettiği sürece yaşar."

Anadolu ( Anatolia ) bu toprakların adı. Güneşin doğduğu yer demek. 


Çekilen bunca acının, muhteşem bir güneşin doğum sancıları olmadığını kim söyleyebilir..?



n y tartaç




21 Aralık 2015 Pazartesi

NOSTALJİK PAZARTESİ ETKİNLİĞİ


VE YİNE BİR ÇANAKKALE KLASİĞİ



Sevgili, sevimli arkadaşım   EQ 'nun başlatmış olduğu Nostaljik Pazartesi Etkinliği bloglar arasında oldukça benimsendi, son hız devam ediyor. 

Blog sayfalarımı karıştırırken yine Çanakkale ile ilgili bir anım çarptı gözüme. Sevgili arkadaşım, hiç görmeden kendime abla gibi yakın hissettiğim Yaşamın Kıyısında Nur'un başlattığı bir etkinlik için paylaşmıştım bu postumu. Artık blog yazmıyor Sevgili Nur :(


***


İşte şöyle şöyle oldu...


18 Aralık 2015 Cuma

YİTİK BİR ÇOCUK





YİTİK BİR ÇOCUK


Gün şarap rengi...

Ay şavkını henüz düşürmemiş suya

ama

sinsi alacakaranlık çakalları

kuzu postuna bürünmüş

 el ovuşturmakta.

Köşebaşında bir çocuk.

Küçük...

Olsa olsa yedi - sekiz.


Ya buz gibi havadan,

 ya da,


karşı dağın ardında 

kayıp giden günden,
kızıllık vurmuş kirli yüzüne.

Çatlak ellerini,
çatlak dudaklarının

 buğusunda ısıtıyor.

Ah! Bir tas
 çorba olsa şimdi

buharında ana kokan.

Bir de yeni bir bot ayağına,

su geçirmeyen...

Daha ötesi olmadı 

belki hayalinde.

Umuda dair ne varsa içinde,
buz gibi kış ayazına vermiş çocuk.

Üşüyor kalbi; 

yüzünden, elinden bile çok belki.

Ensesinde bir sırtlan,

 dişleri kan...

Kanıyor çocuk...

Kapalı perdelerin ardında,
yumuşacık koltuklarında insanlık,
ekranda, manşetlerde
binlerce yalana
naklen satmışken vicdanlarını

köşebaşında yitik bir çocuk
ensesinde pusu


Üşüyor hayalleri...


    nurten y tartaç

    ( 28 Aralık 2015 )

15 Aralık 2015 Salı

NOSTALJİK PAZARTESİ ( PARDON SALI )




Blog Carpe Diem arkadaşımız nostaljik pazartesi etkinliği başlatmış. Ne de güzel düşünmüş. Teşekkürler.

Pazartesine yetişemedim ancak oturdum bilgisayarın başına. Benimkisi nostaljik salı olacak kusuruma bakılmasın lütfen. Eh bu da yeni bir etkinlik başlatır belki. :) ( Şaka şaka. Nostaljik Pazartesi Etkinliği patenti Carpe Diem'e aittir.  Her taklit aslını yaşatır biliyorsunuz. Bu nedenle her türlü versiyonundan kaçınınız. :) :) )

***
Çanakkale'yi çok özledim. Blogumu sürekli takip eden arkadaşlarım Oğlumun üniversite yılları boyunca Ankara -Çanakkale arasını nasıl da komşu kapısı yaptığımı, geliş gidişlerde nasıl serüvenler yaşadığımı ve o dört yıl boyunca Çanakkale'de başıma gelenlerin pişmiş tavuğun başına gelmediğini blog paylaşımlarımdan bilirler.

Sokağa atılmış her mukavva kutu, tahta parçası, odun, hatta kağıt gördüğümüzde Çanakkale'de ısınmak için yaşadıklarımızı hatırlarız hala. Bugün de sitemizdeki dış cephe kaplaması nedeniyle oraya buraya atılmış tahta paletleri gördüğümüzde içimiz cız etti. " Ahh! şimdi sobamız olmalıydı. Ne güzel yanardı bunlar." diye :)

Şöyle ki;

SENİ SEVİYORUM ÇANAKKALE




13 Aralık 2015 Pazar



3. DÜNYA HARBİ


Arzımızın üstünde bir bela dolaşıyor

İnsanlık belki de son günleri yaşıyor

Dehşet, ölüm kusacak uçuşan tayyareler

Bu dünya savaşında çarpışıp seyyareler

Hakkın gazabı ile bozulacak bu düzen

Mahvolacak insanlık, hem çoğu masum iken

İpleri elde tutan muhteris üç-beş salak

Ne insanlık düşünür, ne de mukaddes bir hak

Yıkacak, yıktıracak mamure bir cihanı

Şeamet bulutları saracak dört bir yanı

Ay görünmeyecek günün rengi solacak

Bu savaş insanlığın belki sonu olacak

( 27. 11. 1956 )

M. Esat Ulusoy (1931-2015)


Ebedi mekanında huzurla uyu Dayıcığım.

***

Açıklama;

Tayyare: uçak 

Seyyare: gezegen - güneşin çevresinde belirli bir eğri çizerek dolaşan yıldız - kervan, kafile.

Muhteris: aşırı hırslı, ihtiras sahibi, aşırı tutkulu.

Şeamet: uğursuzluk, kademsizlik. 



10 Aralık 2015 Perşembe

HİÇ ARDINA BAKTIN MI ZAMAN..?





Sen çekip giderken hızla zaman;

yel yepelek yelken kürek

aşüfte bir kadın gibi eteklerini savurup, estirerek

geçtiğin yollarda bıraktıklarına aldırmadan

ben,

ardında bıraktıklarını toplamaktan

yoruldum hayat ...

Kırıp, döktüklerini

dağıtıp, saçtıklarını

bırakıp, gittiklerini

giderken yanında götürdüklerini

yarım bıraktıklarını

derleyip toplayarak

derleyip toplayayım derken

darmadağın olarak

parmaklarımı kanata kanata

iki ters bir düz

bir ömür ördüm kendime,

özlemlerimi, anılarımı, acılarımı

yürekte saplı dokunulmaz yaralarımı katarak

her bir ilmeğine...


    nurten y tartaç




(Yel yepelek yelken kürek: Çok acele, telaşla, bilinçsizce bir yerden bir yere koşmak.)


7 Aralık 2015 Pazartesi



                                                        Tablo: Josephine Wall (yine :) )

Değişen pek bir şey yoktur aslında sabaha göre. Bir küçücük, sahiden de küçücük bir ayrıntı, minicik bir güzellik, kelebekler uçurmuştur yüreğinizden. Sanki kuru dallara hayat yürümüştür de yeni baştan, bir anda çiçeğe durmuştur erik ağacı kış ortasında...

Sabah sizi bu kadar kedere boğan, hayata küstüren neydi..? 

Hatırlamazsınız bile.

İsterseniz luna parkta dönme dolapta neşeli çığlıklar atarak döndüğünüzü farzedin, isterseniz bir çarkın dişlileri arasında ezilip, parçalandığınızı... Dönüyor dünya her durumda. Durmadan dinlenmeden.

 Ve içindeki bizi sona taşıyarak...

Hayat bu işte... Değiştiremeyeceksek eğer değişsin istediklerimizi, bırakalım gitsin bu azgın sele kendimizi. Bırakalım bakalım hangi sahilde açacağız gözlerimizi..?

n y tartaç

5 Aralık 2015 Cumartesi

GERÇEK MUCİZE



                                                             ( Tablo: Josephine Wall )




Ne kadar zamandır mucizelere inanmıyorum, ne zaman bıraktım hayal kurmayı..? Hatırlamıyorum...


Sindirella olmadığımı fark ettiğimde ya da sihirli arabam saat on ikiden çook önce bal kabağına dönüştüğünde olabilir. Zaten benim hiç camdan ayakkabılarım da olmamıştı.


Öyle prens falan da dolaşmazmış kalabalık caddelerde beyaz atıyla. Ki, atsın atının terkisine götürsün muhteşem sarayına. ( İnanmayın masallara. Belki sizin de prensiniz / prensesiniz tam karşınızdadır da gözleriniz ufku taradığından göremiyorsunuzdur burnunuzun dibini. :))


İnanırdım eskiden. Küçük bir kızken de, gençken de. Yaşlandığım için mi kaybettim acaba peri masallarımı, iyilik perisi elindeki sihirli çubuğuyla dokunuverince anında bir prenses olacağım sandığım tatlı yalan hayallerimi..?


Hani nerede, aynanın karşısında, elinde süpürge sapı, cıyak cıyak bağırarak şarkı söyleyen star..? Ne zaman söndü ışığı..?


Uzuun uzun yıllar oldu. Gerçek dünyayla tanışalı.


Hayat denilen yolun dikenlerle, taşlarla, iniş - çıkışlarla, aşılması zor engellerle dolu olduğunu öğrendim. Düşerek, dizimi, kolumu, ellerimi kanatarak, bizzat deneyimleyerek öğrendim. Ama kalkıp üstümü silkeleyip, yoluma devam ettim.


Anladım ki, mucize hayatın ta kendisi. Gizlice, hissettirmeden, en doğal biçimde sokulur hayatımıza. Bir nefes gibi. Hayalse ulaşamadığımız her şey. Başkası için ulaşılamayan bir hayal bizim en doğal rutinimiz belki de. Farkında değiliz. Farklı hayallerin peşinde koşmaktan elimizdeki, yanı başımızdakini göremeyiz çünkü.


Nereden mi çıktı şimdi bu yazı ?


Yılbaşı yaklaştı. Hayal tacirleri iş başında. Milli piyango biletleri satışa çıkmış. Her sene alırdım. Bu sene almayacağım.


Milli Piyango İdaresi buna küser mi?


Bilmem :P


Ama artık ben bir hayale sığınıp, mucize beklemek yerine, elimdeki değerlerin kıymetini anlayacak yaşa geldim sanırım.


n y tartaç

3 Aralık 2015 Perşembe

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ



Bugün Dünya Engelliler günü. 

Siz hiç bir engellinin yerine koydunuz mu kendinizi? Öyle uzun süreli değil, üç-beş dakikalığına. Mesela yüzlerce basamaklı bir merdivenin tam önündesiniz.  Ve desteksiz yürüyemiyorsunuz, ne yapardınız..? 

Aşağıdaki güya engelli rampasını tekerlekli sandalyesindeki bir engelli nasıl geçer sizce..?



( Bu arada; bu fotoğrafı geçen sene çekmiştim. Neyse ki bu sene düzeltildi. )

Gözleriniz görmüyor ve evinizden çıkmak, bir yere gitmek zorundasınız ... Onu bırakın yolun karşısındaki büfeden bir ekmek alacaksınız sadece. Ne yapardınız..? 

Aşağıdaki fotoğraftaki gibi yolun yarısında bitivermişse bir de sarı görme özürlü işareti...




Hem bedensel ve hem de zihinsel engeli bir arada olanlar var bir de. Tamamen ailesine bağımlı yaşayanlar... Tüm aile engelli bir yaşama mahkumdur bu durumda. Bütün ömürleri boyunca.

Siz hiç bir annenin "Allah'ım yavrumu benden önce al yanına..." diye dua ettiğini duydunuz mu..? Engelli annesi her gün böyle dua eder. Kötü anne olduğundan değil,  kendisi öldükten sonra bile yavrusunun geleceğini düşündüğü için...

Çok mu şanslıyız, sağlıklıyız diye..? 

Biliyor musunuz ki; tek bir basamak vardır engelli bir yaşamla aramızda. 

Trafiğin vızır vızır aktığı yola bir adımda ineriz kaldırımdan. Tek bir yanlış adım hayatımızı zindana çevirebilir...

Engelliler; doğuştan ya da sonradan organ kaybına uğradığı ya da herhangi bir organı görevini yapamadığı için bedensel, ruhsal, zihinsel özelliklerinde fonksiyon kaybı yaşayan insanlardır. Toplumdan soyutlanmamaları için engellilere karşı bakış açımızı, tutum ve davranışlarımızı değiştirmemiz gerekir. Onlar için yaşama tutunmak zaten oldukça zorken engelleri nedeniyle; kör, sağır, topal, kambur, cüce, deli vs. gibi aşağılık yaftalamalarla hassas  yüreklerini incitmek yerine, dostça, anlayışla, sevgiyle...Ama eşit (aşırı ayrımcı ilgi göstermeden. Ki; bu onlara engellerini hatırlatacaktır.) ve bilinçli davranışlarla yaşamlarını bir parça kolaylaştırmak adına el uzatmalıyız.

Yönetenlerce engellilerin yaşamlarına engeller koymak yerine, onları topluma kazandırmak için kesin, etkili, yaptırım gücü yüksek önlemler alınmalı. Ve temel insani hizmetlerden faydalanmalarında fırsat eşitliği sağlanmalıdır.


n y tartaç



29 Kasım 2015 Pazar

DIŞ CEPHE KAPLAMASI BAHANE



Onlar dış cephe kaplaması mı yapıyorlar sanıyorsunuz..?

Yanılıyorsunuz...


Onlar beynimizi ele geçirmek için gelmiş inşaat işçisi kılığında uzaylı yaratıklar aslında.

Valla!

Aylardır bizim site, günlerdir de bizim blok ve bizim aile üzerinde yoğun çalışmalar yapıyorlar. Yakında emellerine ulaşmış olacaklar korkarım.

Sabahın köründe yine matkap sesiyle fırladım yataktan.

Alışamadım.

Neredeyim, ben kimim, burası neresi..? gibi kısa süreli bir paniklemeden sonra, ohh! neyse evimdeyim dememe kalmadı, ikinci ve hemen ardından üçüncü işçi, hep birlikte matkaplarıyla beynimizi delmeye başladılar. Ve teslim olduk çaresizce. 

Matkap gürültü yapar, sinir bozucu ve kulaklara ziyandır sesi. Ama ben böyle gürültü duymadım daha önce. Sağdan soldan, oradan buradan aynı anda başlayan matkap sesleriyle hareket ve düşünme yeteneğimi kaybettim. Serseri mayın gibi dolanıyorum evin içinde. Hiç bir işime yoğunlaşamıyorum. Tozu, pisliği, bir anda burnumuzun dibinde pencerenin önünde bitiveren işçisi cabası.( Ki üçüncü katta görmeye alışık olmadığımız bir manzara olduğundan yerimizden zıplamamıza neden olabiliyor haliyle:) ) 

Üç gündür bu durumdayız. (Alper'e göre onlara böyle sürekli ikramda bulunursam bizim katı bitirmelerini daha çook bekler 
mişim :) ) Yarın da böyle devam ederlerse beyin hücrelerimizi tamamen ele geçirmiş olacaklar diye endişeliyim. 

Yarın öbür gün aranızda zombi, mutant falan olarak dolaşıyor olabiliriz haberiniz ola. :P

n y tartaç

15 Kasım 2015 Pazar

GEÇMİŞ, GEÇMEZ BAZEN





Dışarı çıkar çıkmaz serin sonbahar rüzgarı tokat gibi çarptı yüzüme. Montumun yakası kaldırıp başımı gömdüm içine. Soğuktan değil, daha çok yağmur gibi akan gözyaşlarımı saklamak için. Bir süre sonra artık dikkat çekmekten rahatsızlık duymadan elimin tersiyle gözlerimi sile sile yürüyordum hastane bahçesinde.

Sonbahar tüm ihtişamıyla serilmişti gözlerimin önüne. Güneş, sık ve ulu çınar, at kestanesi ve salkım söğütler arasından süzülürken, sanki... ağaçlardan henüz düşmemiş sarı yapraklar, gökyüzünden yeryüzüne doğru akan bir nehrin sularında yıkanmış da arınmış gibi parlak, ışıltılı, titrek bir dansa tutulmuşlar, sallanıyorlardı dallarında. Güneş inatla ve son gayretiyle ısıtmaya çalışsa da yeryüzünü, erişemediği gölgelerde gayreti yetersiz kalıyordu.

Artık şehrin göbeğinde kalmış bu eski hastane, şimdikilerden farklı mimari yapısıyla, zorunlu konuklarının kasvetli ruh hallerine tezat, yeşillikler arasında insana huzur veren bir konuma sahipti.

Hastanenin birbirinden ayrı yapıları arasındaki ağaçlık yollarda yaptığım kısa yürüyüşten sonra nihayet sakinleştiğimi ve artık ağlamayı kesmiş olduğumu fark ederek geri döndüm.

Havalar henüz o kadar soğumamış olmasına rağmen, cayır cayır yanan kaloriferin hamam gibi ısıttığı hastane içinde, duvarlara sinmiş buz gibilikle ürperdim bir an. Kirli, soğuk ve ürkütücü bir sarıyla kaplıydı sanki tüm koridorlar, odalar, eşyalar, insanlar ... Sanki çaresiz, umutsuz, zayıf bedenlerini koridorlarda sürükleyen adımların yankısı bile sarı izler bırakıyordu arkalarında.


 Sararıp dallarından düşerek toprağa karışan yapraklar, bunun yeniden doğuşa hazırlık olduğunun farkında mıydılar..? Onun için mi bu kadar canlıydı renkleri yok olurken..? Diye düşündüm, hastane içinde sararan umutları izlerken...

"Ben geldiim..!" dedim sahte bir gülücük kondurarak yüzüme.

"Sakinleştin mi..?" dedi Annem.

Ahh! Fark etmişti ağladığımı. Oysa pencereden dışarıya bakıyor ve manzara seyrediyor gibi yapmıştım...

Konuşmakta zorlanan sesime neşeli bir tını katmaya çalışarak,"Şu karşıdaki söğüt ağacı en ilginç sararan ağaç olmuş. Bir yanında yaprakları tamamen dökülmüş. Diğer yarısında yaprakların bir kısmı sarı, bir kısmı hala yeşil duruyor. Görebiliyor musun?"

Cevap vermemişti.

Açık pencereden elimi uzatıp boş kumru yuvasının olduğu çam dalını tutmuştum. Biz odaya yerleştiğimizde yuvada bir kumru oturuyordu iki yumurtanın üzerinde. Uzansak tutacağımız kadar yakındı. Nasıl da sevinmiştik bu zor günlerimizde böylesi bir güzellik bulduğumuz için penceremizin önünde. Yavrular doğmuş, büyümüş ve sonunda anneleri onları uçurmuştu yeni hayatlarına doğru. Yattığı yerden her gün onları seviyordu Annem. " Hayat böyle ... Bitmek için başlar... Onlar yeni başladılar. Bense gün gün sona yaklaşıyorum." demişti. Yavrularına uçmayı öğreten ana kumruyu seyrederken.

"Ne çabuk büyüdüler de uçup gittiler. Yuva boş kaldı..."

"Hıı!" demişti belli belirsiz, gözleri tavandaki bir noktaya kilitli.

Gözyaşlarımı durduramayınca daha fazla konuşamamış, "Ben biraz yürüyüş yapacağım. Doktorlar gelmeden dönerim." deyip kendimi dışarı atmıştım.

Belki boğuk ses tonumdan, belki O'nun yüzüne hiç bakmadan konuşmamdan... Ama anlamıştı ağladığımı... Ne kadar üzülmüştü kim bilir, çaresizliğine, güçsüzlüğüme..?

***


On kez yapraklarını döktü ağaçlar. On kez çiçeğe durdu yeniden dallar. Kışlar geldi geçti üstünden. Ve yazlar... Biraz benden, biraz hüznümden kırpıp götürdü yıllar.

Özlemin hiç azalmadı. Bir de... "Anne!" demek hasretim...

Nur içinde uyu Anneciğim..


n y tartaç

13 Kasım 2015 Cuma

KARMAKARIŞIK HAYAT ZATEN



                                                               

                                                         Tablo: Jim Warren


Yersin kafayı zannımca mantık, düzen ararsan.

Neden niçin ..? Deme hiç. 

Öylesine yaşa git.

 Sorma, soruşturma, araştırma. 

Yanlış - doğru, hiç deme. 

Yanlış da, doğru da değişir,

 zaman, mekan, kişiye göre. 

Dün yanlış bildiğin, 

doğrun olmuş bir bakarsın.

Yargılama yanarsın.

Düşünme... 

Düşünenler var ya senin yerine.

Avutma kendini, 

kim zincir vurabilir ki diye düşüncelerine. 

Konuşamadıkça,

 düşünceler hapis değil mi beyninde..?

Özgürsün di mi?

 Gökyüzü senin, var mı sahibi..? 

 Hadi! uç o zaman...

Uçabilirsen...

Karmakarışık hayat zaten.

Ya haykır,

 değiştir şu kahpe düzeni...

Ya da sus...

 Boşver gitsin, aldırma...

n y tartaç

9 Kasım 2015 Pazartesi

DİZİ DİZİ DİZİLER





Dizilerde 

fakir bir aile...

Bir de zengin aile tabii.

Zengin aile öyle böyle değil. Parasının hesabını bile bilmiyor. 

Fakir aileyse açlıktan ölmek üzere. O derece yani. 

Ya da aynı çatı altında yaşanan akıl, mantık almaz akraba ilişkileri. Ki, o olayların bir tekini bile yaşasa insan, uzun uzun psikolojik destek almadan bir daha normal yaşantısına devam edemez. 

En belirgin karakter çok çok çok saf, temiz yürekli bir kızcayız. Aslında salak mı salak, sünepe, mıy mıy mıy, eziik, vur tepesine al lokmasını desek daha doğru.

E tabii bunca saflığı sonuna kadar sömüren, hainlikte, kalpsizlikte, hadsizlikte ve kötülükte sınır tanımaz başka bir karakter/ler/. "Genellikle ailenin en yakınındakidir bu karakter." 

İşi, gücü, dünyaya gelme nedeni, yaşama gayesi sadece ve sadece hedefindeki kişiye yani dizideki esas oğlana / kıza kötülük yapmak olan bir / birkaç karakter.  Kötülük derken öyle ufak tefek, telafisi mümkün kötülükler değil elbette. İnsanın hayatını karartan, bir daha iflah olamayacağı türden kötülükler. Tecavüzler, bıçaklamalar, silahla yaralamalar, yakmalar, uçurumdan atmalar daha neler neler. Üstelik olmadık seri katilliği gözünü kırpmadan yapan bu insanlar bir de sevimli, cici ve masum gösterilmeye başlandı dizilerde. 

Sonuçta ne oluyor dersiniz. Bunca kötülüğü yapan da, buna maruz kalan da hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Dokuz canlı bizim dizi karakterleri. Başlarına gelmeyen kalmıyor ama çizgi film karakteri gibiler, ölüp ölüp diriliyorlar maşallah. 

Gerçeklikten uzak, otururken hatta yatarken bile pür makyajlı, takma kirpikli, düğünde, davette bile giyse içinde kımıldayamayacağı türden abiye kıyafetlerle ve bir karış topuklularla evinin içinde gezen 'uzaylı' tipler arz-ı endam ediyor bu dizilerde . 

Düzeyli dizileri bunun dışında tutarak,

kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan, ahlaksızlık diz boyu ve karakter, kişilik, onur gibi erdemlerin beş paraya satın alınabileceği izlenimini veren bu dizilere dur diyecek bir makam yok mudur..?

RTÜK bunu yapmadığına göre...


n y tartaç



7 Kasım 2015 Cumartesi

BİR SEN EKSİKTİN VODAFON



Çok sıkıldım ben arkadaşlar her kurum tarafından soyulup durmaktan. Sıkıp sıkıp suyumu çıkarmalarından. Sessiz kalmayıp haksızlığa karsı durmanın, sinirlenip saçımı başımı yolmaktan öte herhangi bir çözüm sağlamamasından. 

Her faturaya, harcadığımız kadar, bazan daha fazla vergi vermeye alıştık. Vergi işi o kadar abartıldı ki hatta, maksat, vatandaş olarak bize sunulan hizmetlerden faydalanmak değil de, aslolan, vergi ödemekmiş de, bunun yanı sıra bazı hizmetlerden  faydalanıyormuşuz gibi işte.

Bir tek elektrik faturasından 9 kalem vergi alınıyormuş. 

Bir o kadar vergi de su faturası üzerinden ödüyoruz. 

Daha neler neler... Olsun. "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır." diyoruz, paşa paşa ödüyoruz. 

Bunlara alıştık. Ülkede durum bundan ibaret. Beğenmeyen gitsin İsveç'de yaşasın... Ben gitcem de, sıkıcı olur bee. Bir elin, yağda bir elin balda. Heyecan yok, bişii yok. Amaan! keyif, neşe, bolluk, eğlence nereye kadar..? Eli ayağı titremeli insanın tv açarken bile. "Ay! du bakalım bugün kimlere neler olmuş..?" diye. Alışmışız maceraya, vur-kıra. İsveç'e gitsek üçümüz beşimiz birleşip, oranın da altını üstüne getiririz üç-beş günde.

Neyse; vergi - algı bir kurala bağlı. Veriyoruz. Da...

Kapatıp kapatıp durduğum, kapatıp kapatıp kapanmadığını, bir de bakıp yeniden borç çıkardığını gördüğüm banka kartım artık sabrımı taşırdı. Taşırdı da ne demek, delirtti. "Kardişiim ben bu kartı kapattım. Üstelik başıma geleceği tahmin ettiğim için ilk kapatırken borcumdan fazla para yatırmış, üstünü bankada bırakmıştım. :P  "Artık borç gelmez. İptal ettim kartınızı" dememiş miydiniz bana ? Bir sonraki borç mesajı ardından bankaya gittiğimde, "Tamam! hemen bakıyorum... Evet bir miktar borcunuz görünüyor... Bı dı, bı dı, bı dı ..."demiştiniz. Ve yine... "Asla borç gelmez artık." demiştiniz ya...  - Kibar, güler yüzlü banka görevlisi bağlıyor elimi kolumu. Biraz suratsız davransa yıkcam bankayı ama kıyamıyorum :) Şu benim yufka yüreğim!!! -  Ben rahatladım tabii, bir daha yaşamayacağım bunları diye. Aradan  biraz zaman geçti. Pat! Bir de baktım telefonuma borç mesajı gelmiş tekrar. Önceki mesajlardaki kadar -0.40 tl - Piyasada karşılığı bile olmayan küçücük bir meblağ için birazdan yine saatlerimi harcayacağım bankada. Şikayetimi 'gerçek anlamda' anlatabileceğim bir makam yok.

Yetti mi..? Hayır. Şimdi de VODAFON beni çıldırttı. 

2012 yılında bütün borcumu ödeyerek başka bir cep telefonu operatörüne geçtim. Üç yıldır herhangi bir bildirim almadığım Vodafon avukatlarından, icra bildirimi aldım pat! diye. Vodafon ana bayiine gittim. " Kaardişiim, adresim belli, telefonum bile aynı, üstelik ben sizden ayrılırken tüm borcumu ödemişim. 2012 yılından kalma, bir de değil, bu iki fatura nereden çıktı şimdi..?" dedim. Dedim de bişii mi oldu? Şu ağzının içinde yaya yaya Türkçeyi tuhaf bir lisana çeviren gençlerden biriydi muhattabım. Yarısını anlamadığım, tekrar ettirdiğim, asık suratıyla beni iyice çileden çıkaran görevli, " Bla bla bla..." dedi. Baktım olmuyor, dakikalarca da sinirden elimdeki telefonu  yememek için büyük gayret sarf ederek, müşteri hizmetlerindeki görevlinin beni oradan oraya, oradan oraya bağlamasını bekledim. Üst düzey bir yetkili diye tepindim telefonun başında ama... Özetle; O'da yaya yaya konuştuğu lisanıyla. "Ama hanfendii ! Borcunuzu ödemelisiniz... Naapabiliriz biiz..?" gibi bişiiler geveledi durdu. 

Sonuçta ne mi yaptım..? Bulamadım beni 'GERÇEK ANLAMDA DİNLEYEN' birini. Paşaa paşa ödedim, üç yıldır biriken faiziyle birlikte, üç sene öncesine ait iki faturayı. 

Vodafon vodafonn... Sana karşı neler hissettiğimi anlıyorsun değil mii?


n y tartaç




5 Kasım 2015 Perşembe



Off! neden yarısı büyük yarısı küçük oldu acaba yazımın ? Ve neden düzeltemiyorumm ?

Sorun çözüldü, teşekkürler :)

KELEBEĞİN ÖMRÜ ...



             
                                           
                                                                         Tablo: Josephine Wall



Şu zaman denilen şey görece bir kavram gerçekten de. Bazen kanat takıp kuş gibi uçar gider yıllar. Bazen bir dakika bir yıl kadar uzar. Öyle zamanlar vardık ki, her anında zehirli bir ok yer gibi sancır kalbimiz. Bazı anlar, derinlerde onulmaz yaralar açarak kalıcı izler bırakır. Ve bu zamanlar hiç geçmez... Unutulmaz. Beynimizde, ruhumuzda edindikleri eşsiz köşelerinde kurdukları saltanatlarıyla sonsuza kadar solmadan, sararmadan, dipdiri kalarak hatırlatır dururlar kendilerini. Ya acıyla, ya da o ilk ankı kalp çarpıntısıyla.


Hani "kelebeğin ömrü bir gün" müş diye üzülürüz ya... Neden öylesine güzel bir yaratık için bir güncük bir yaşam hak görülmüştür diyedir üzüntümüz. - Gerçi bu doğru bilgi değilmiş. Sadece bir cins kelebekler bir gün yaşarlarmış. Bazı kaynaklara göre ömrü bir gün olan kelebek yokmuş hatta. Bir hafta ile, nadiren de olsa bir yıl arasında değişirmiş kelebeğin ömrü.- Olsun... Düşününce bir hafta ya da bir yıl da çok kısa değil midir insan ömrüyle kıyaslandığında? Ömürleri bir gün de olsa, belki de yaşa yaşa bitmiyordur o bir gün kelebek için. Kelebekler incecik kanatlarına, dokununca parmaklarınızın arasında ezilip yok oluverecek kadar narin yapılarına rağmen, her sorunu çözebilecek güçlü bir yapıya sahiplermiş. Çöllerde, kutuplarda, mağaralarda, tropik ormanlarda, sarp kayalıklarda, yüksek dağlarda, hatta yanardağ ağzında bile yaşayabilirler, suda yüzebilirlermiş. Bu açıdan bakınca, o kısacık ömürleri pek keyifli geçiyor olabilir diye düşündürüyor insana.


Biz zavallı insan evlaçıklarının haline bir bakın... Sabah kalk, otobüs -tren - minibüslerde itiş tıkış, trafikte kavga dövüş nefret ettiğin işine git, çatık kaşlı, homur homur bir yığın insana sahte gülücükler saç dur. Akşam sabahkinin aynısı keşmekeş trafikte biraz daha stres yüklenip eve gel. Eşle dır dır, çocuklar bir taraftan vır vır, kafan şişsin. Yemek ye, iyice pelten çıkmış bir vaziyette zor at kendini yatağa. Yat - kalk aynı rutini tekrarla dur. Yıllarca... Yıllarca... Sonunda da eğer o kadar yaşayacak şansa erişmişsen emekli olup, üç kuruş emekli maaşına mahkum ol. Seninle birlikte yaşlanan dizin, dişin, gözün, belin, sırtın, romatizman, lumbagon sızım sızım sızladığı için o üç kuruş maaşı da hastanelerde harca. Böyle yüz yıl yaşamaktansa kelebek gibi dağ tepe uçup, çiçekten çiçeğe konarak, ohh! temiz hava bol gıda bir gün yaşa, daha iyi... Mi dir acaba..?


Kimbilir, başka bir boyutta bilmediğimiz, görmediğimiz başka canlı -insanımsı türler tarafından, bir gün kadar kısa algılanıyor olabilir insan yaşamı. Böyle canlıların var olduğunu düşünürsek,/ inanırsak/ hiç de mantıksız gelmiyor. :P


Sevdiğiniz bir şey yapıyorken göz açıp kapayıncaya kadar geçen saatler, bir an önce geçse şu dakikalar dediğimiz zamanlarda uzar da uzar. Bir türlü kımıldamaz yerinden akreple yelkovan. İnadına yapar gibidir.



Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında zaman çok yavaş geçiyor gibi gelir... Yıllar geçse, büyüseniz... Ahh! bi büyüseniz... Ama üç yüz atmış beş gündür bir yıl. Nasıl geçer bu kadar zaman..? Anne - babalar, "yarın..." dediklerinde "Yarın okula başladığında, yarın okulu bitirdiğinde, yarın evlendiğinde, yarın senin de çocukların olduğunda..." gibi cümlelerle nasihate başladıklarında asırlar sonrasından bahsediyorlarmış gibi gelir küçüğe-gence. "O hoo! Yarın gelecek de..." derler hatta büyük ihtimal, benim gençken hep söylediğim gibi. Annem, çocukluğunda, gençliğinde yaptıklarını, yaşadıklarını anlattığında tarih öncesi bir devirden bahsediyormuş gibi gelirdi. Oysa kendi çocukluğumu hatırladığımda ne kadar da yakın anılar. Ve o küçük kız... Uzansam minicik elini tutabilirmişim gibi hatta. :)


Ne zaman ki yol yokuşa vurmuş, bir türlü geçmeyen günler - haftalar- yıllar yarım asrı devirmiş, devirmiş de çoktan geçmiş bile.., bir de dönüp bakarsınız ki, yarım asır öncesi "dün" olmuş. Dün gibi çabucacık geçmiş.


Hele de son dönemece kıvrıldığında yol, zaman rüzgar gibi geçer. Fırtına, kasırga olur hatta... Savurur önüne ne katarsa son hızla...


İster hanlar hamamlar kurdursun size zaman, ister tahtınızda astığınız astık, kestiğiniz kestik olsun, söz söylenmesin sözünüzün üstüne, gene de geçecektir zaman. Sizin için bile... İsterse ne han, ne de hamam sunsun size zaman, bırakın hanı hamamı, konaklamak için bir saçak altını bile esirgese de hayat, zaman geçecektir... Sizin için de.


Sen sultansın diye, ya da kimsiz - kimsesizsen bile hep aynı yoldur yürünen aslında.


Kimisi, kum saatindeki kum taneleri gibi sakin, incecikten, sessizce akarak tüketir ömrünü.  Pek çokları için, zaman tünelinde azgın bir sele kapılmış ince bir dal parçası gibi sağa sola çarpa çarpa, çarptıkça yaralar, bereler alarak geçer hayat/zaman.


Sonuçta nasıl geçerse geçsin ömür/zaman, doğduğun an başladığın bu yolculuk hep aynı bilinmez diyara doğrudur. Başka bir yol, dönüş yoktur. "Ben vazgeçtim, bilmiyordum..." diyemezsin.


Önemli olan, uzun - kısa, yavaş ya da hızlı geçerken bunca iz bırakıp sonunda biten zamana, bizden de kalıcı bir iz bırakmak olmalı...


n y tartaç

31 Ekim 2015 Cumartesi

OY OY OY !!!



İsteyen istediğine oy vermekte özgür elbette. 

Eğer memnunsanız gidişattan, oyunuzla bu durumu devam 

ettirmek,

 ya da tek bir oyla ülkenin tüm geleceğini değiştirmek...

 Her şey sizin elinizde...

Ama önce 

Haydi, 1 Kasım'da sandık başına !




30 Ekim 2015 Cuma

HIMM! KAYYUM ...

Hımm!  KAYYUM ... Kayyum atamak ...

Kayyum-u kattık hayatımıza yaşasın! 

 Kültürümüz, bilgi haznemiz, kelime dağarcığımız gelişmeye devam ediyor.

Söylenmesi pek bi şirin, cici bir kelime. Bir çizgi film kahramanı vardı. Adı neydi..? Şimdi ismi tam olarak gelmedi aklıma ama bizim Miniş Kaluu! derdi. Onu çağrıştırıyor her duyduğumda bu kelime. 

Kelime anlamını aşağı yukarı biliyorduk da, kayyum nelere muktedirdir, naklen, izleyerek, sindire sindire öğrendik hamdolsun. Kayyum: ( Devlet tarafından bir kurumun denetlenmesi, bir malın yönetilmesi için atanan görevli. - müfettiş- ) gibi bişii olsa da, tv de gördüklerimiz hiç hoşumuza gitmedi. Kayyum atandı diye, kapı, cam kırılıp, kamera kabloları koparılmalı, yayın engellenmeli miydi..? bilemedik. Kafamız karıştı. Zaten epeydir oldukça karışmış durumdaydı beynimiz, ruhumuz, yüreğimiz. Şimdi Arap saçına döndük. 


"MEN DAKKA DUKKA" var bir de. Yıllardır dilimizde tüy bittiği halde anlatamamıştık. Şimdi anladılar ne anlama geldiğini... Yaşayarak...

Sevindik mi..? Hayır. 

Baskı ve yanlış nerede, kime yapılırsa yapılsın, zulmün karşısında durmak gerekir dedik. "ama... " sı ayrıca konuşulur ve bunun gereği sonra yapılır, yapılabilirse.

Men dakka dukka: ( Eden bulur. Bugün banaysa yarın sana. ) gibi anlamlar içermekte ... 'Keser döner sap döner, gün olur hesap döner.' demek yani ...

Yakın geçmişte de; 'İSTİKŞAFİ' kelimesi düşmüştü pat diye hayatımızın orta yerine. Ne demek şimdi bu..? Pek de sevimsiz bi kelimeymiş falan derken, Google yetişti imdadımıza da öğrendik ne demekmiş. 


İstikşafi: Keşif ve tahkik etmeye çalışmak. Etraf ve teferruatını zahire çıkarmak.

Hiç bişii anlamadık doğal olarak. Açtık TDK'na baktık açıklamanın açıklamasını öğrenmek için. " Ön görüşme, araştırma, tanıma görüşmesi. " demekmiş. 


Benimsedik hemencecik. Hatta kullandık bile yerli yerinde, cümle içinde.

Ama anlamadık; seçimde birinci parti çıkan partinin, muhalefet kurma çalışmaları sırasında, çok yakından tanıdığı bir partiyle on gün süren görüşmelere istikşafi görüşme denilmesini.

Bir de 'MÜŞAİT" var. 

Seçim dönemlerinde çıkar karşımıza bu kelime. Yok yerel seçimdi, yok genel seçimdi, olmadı yeniden genel seçim, olmazsa yeni baştan, bi daha bi daha seçim derken hayatımıza iyice yerleşeceğe benzer bu müşait kelimesi. 

 ( Müşait: Hiçbir siyasi partiyle ilişkisi olmayan ve tamamen gönüllülerden oluşan, seçimin adil ve şeffaf olması için çalışan gözetmen. ) 

Mesela; Oy Ve Ötesi bu amaçla kurulmuş tamamen gönüllülerden oluşan bir sivil toplum hareketi.

Müşait olmak için ille de bir ön başvuru falan olması gerekmiyor. Oylarımıza sahip çıkmak vatandaş ve seçmen olarak görev ve hakkımız. Hangi partiye oy vereceksek verelim ama mutlaka oylarımızı ve seçim sandıklarımızı sonuna kadar koruyup gözetelim. 

Madem ki buna gerek var -ne yazık ki - :(  hepimiz müşait olalım geleceğimiz için. Lütfen!!!

Haa! bir de 'FITRAT' vardı di mi..? 


n y tartaç

23 Ekim 2015 Cuma

AH! ANILAR ...




                                              Sürrealist Ressam Vladimir Kush - ( pearl )



Ne aymaz, aldırmaz

yaramaz şeylersiniz siz 

anılar...

Yol yordam bilmez misiniz? 

Çıkıp gelirsiniz olur olmaz anda.

Ya son damladasınızdır kadehin dibinde

ya kumsalda ayak izinde.

Elinden horoz şekeri alınmış bir çocuk burukluğunda bazen

çıkar gelirsiniz ansızın...

Unutmayalım diye

 kıymetli bir inci tanesi gibi saklı olsanız da avucumuzda,

 ya da sonsuza kadar unutmak için,

en derinine fırlatılmış da olsanız denizin,

göz yaşımızdan bile yakınsınız...

Ufukta kaybolan bir gemi çığlığından,

kopup geliverirsiniz,

yanı başımıza sisler arasından ...

Ahh! anılar... 

Siz hiç bıkmaz, yorulmaz, uslanmaz mısınız..?

Biz yaşlandık,

siz hiç yaşlanmaz mısınız..?


n y tartaç







2 Ekim 2015 Cuma

Fukaranın Düşkünü Beyaz Giyer Kış Günü



Mayomuz, havlumuz, şortumuz terliğimiz, şapkamız ve montumuz botumuz şemsiyemiz hazır... 

Tatile gidiyoruz.


Kayak takımı da alsamıydık acaba yanımıza :P




27 Eylül 2015 Pazar

KÜÇÜK AYRINTILAR ...




 Siz bakmayın ayrıntılarda boğulmayın diyenlere... Hayatımıza yön veren, bizi biz yapan, büyük fotoğrafı oluşturan küçük ayrıntılardır

Kül tablasında bırakılan  ve sabah balkona savrulmuş küllerini gördüğünüzde sizi çileden çıkaran izmaritler;  "O küllük neden çöpe dökülmüyor da öylece bırakılıyor?" diye bıdı bıdı yaptığınız pis, kokuşmuş küçük bir ayrıntıdır mesela. Oysa hayatınızın merkezindeki kişi, "O" yanı başınızda olduğu için vardır kül tablasındaki pis izmaritler belki. Ve bir gün kül tablanız tertemiz kaldığında, hayatınızda kocaman, yeri doldurulamaz bir boşluk açılmış olabilir.

Yemek, bulaşık, ütü, çamaşır ve çalışma hayatındaki koşuşturmaca derken kendinize ayıracak zamanınız kalmıyorsa, çoluk çocuk evde demektir. Hiç işinizin olmadığı bir gün gelecektir. Ama o gün yapayalnızsınızdır.

Güzel küçük ayrıntılar süsler bazen hayatımızı. İyi hissetmemizi sağlayan ayrıntılar... Kapınız çalınır. Hiç beklemediğiniz, tamamen ümidinizi kestiğiniz anda, o en sevdiğiniz karşınızdadır. Küçücük bir adım atmıştır... Hayatınız değişiverir.


Bugün bu hayatı yaşıyor olmanızın nedeni; o gün, o saatte ve o anda "orada" olduğunuz içindir.

Bir anlık bakışın peşi sıra bir ömür verenimiz yok mudur aramızda..?

Ayrıntılar önemlidir. Yarın nerede, ne durumda olacağımız bugün, her ayrıntıyı iyi değerlendirmemize bağlıdır. Geleceğimiz için sadece özel yaşantımızda değil, her konudaki, her ayrıntıya kafa yormalıyız. 

Çünkü derler ya; şeytan ayrıntıda gizlidir...

n y tartaç


24 Eylül 2015 Perşembe

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN





Bak şimdi ben de açacağım bayramlık ağzımı...  Tamam o kınalı kuzunun melül melül bakan dünya güzeli gözlerine bakıp, öpüp, okşayıp, elinizle besledikten sonra dayayın bıçağı boğazına kesin... Kurban kesmek dinimizin icabı elbette. Ama seksen parçaya ayırıp, buzluğa tıkıp, altı ay yemek için kurban kesilmemeli. Bir kısmını ayırdıktan sonra gerisini dağıtmak gerekir dinimize göre. Konu komşunuzda yoksul olmayabilir. Çıkın dışarı, şöyle bir bakın etrafınıza. Her köşe başı bir yoksul mekanı. Hele Suriyeli sığınmacılar da geldikten sonra caddelerde, sokaklarda, avm önlerinde, duraklarda her adım başı yoksullar mendil açmış oturuyorlar çoluk çocuk. Küçük paketler hazırlayıp onları da sevindirseniz olmaz mı, hı..? Onlar da yılda bir kez bile olsa et yeseler... Bayram gibi olmaz mı bayramınız..? Veren el olmak mutluluğunuza mutluluk katmaz mı bir kat daha..? (Dilenciye sadaka - para - vermek prensibim değildir ama bu başka bir şey.) 

Teröre kurban verdiğimiz gencecik şehitlerimizin ve gazilerimizin,  analarının - babalarının, kardeş, eş ve sevgililerinin, yakınlarının büyük acılarını yüreğimizde böylesine derinden hissederken, her gün yeni şehit haberleriyle sarsılırken, ülke bile isteye bir kardeş kavgasına sürüklenirken, bu bayram ne kadar bayram olabilecekse artık...

Kutlu olsun

n y tartaç


21 Eylül 2015 Pazartesi

RUHSAL DENGE




Bazen üstümüze üstümüze gelir duvarlar. Bir el boğazımıza yapışmış sıkıyor gibidir, nefes alamayız. Sanki sorunlar koca bir dağ olmuş, biz altında kalmış eziliyor gibi hissederiz. 

İçinden çıkamayacağımız, ruhumuzda çalkantılar yaratan ve profesyonel desteğe gerek duyacağımız, ciddi rahatsızlıklar nedeniyle böyle hissediyor olabiliriz. Hele de böylesi bir dünyada, böyle bir coğrafyada, bu ülkede yaşıyorsak kimse için uzak olasılık değildir ruhsal sorunlar yaşamak. 


Ama değişkendir insanın ruh hali. Hamuru böyle yoğurulmuştur. Biraz önce dünyanın tüm sorunlarını biz çözelim diye önümüze bırakmışlar gibi hissederken, biraz sonra sanki ruhumuzu serin, ışıltılı bir çağlayanda yıkamış, kuş tüyü yatağına uzatmış gibi huzurlu hissedebiliriz. 



Eğer ortada ciddi, elle tutulur bir neden yoksa düşünür ama bulamayız bazen neden kendimizi bu kadar kötü hissettiğimizi. Belki az önceki telefonla aldığımız haber canımızı sıkmıştır. Belki oğlanın/kızın her zamanki memnuniyetsiz halleri bizi de etkisi altına alıp sürüklemiştir bu depresif ruh haline. Ya da ne bileyim işte, tv yi açmış, şu yıllardır devam eden uyutma, uyuşturma, etkisizleştirme ve tepkisizleştirme programlarından birine rastlamış, "ay bu kadın geçen sene de burada değil miydi, daha evlenememiş mi? Yalanın bu kadarına da pes!" diye hırsla kumandanın düğmesine basarken kumanda elimizden fırlamış parçaları saçılmıştır etrafa da ona sinirlenmişizdir. Sonrasında  da kendimizi derin, karanlık bir girdapta dönüp dururken bulmuş olabiliriz. Fındık kabuğunu doldurmayacak bir nedenle yer bitiririz bazen kendimizi.


Sonra...


Sonra bir de bakarız ki; mutfak tezgahının başında dilimize dolanmış arabesk şarkıyla gözlerimizden şıpır şıpır yaşlar dökerek soğan doğruyoruzdur mesela. Doğradığımız sanki soğan değildir de; manav reyonunda en sevdiğimiz turfanda meyveyi o mevsim ilk defa görmüş ve hemen alıp eve gelmiş, hiç beklemeden hevesle ağzımızın suyunu akıtarak dilimliyormuş gibiyizdir. İçimizde bir sevinç bir sevinç... Deminki yoğun duygusal çöküntüyü unutmuşuzdur çoktan. Ya da içimizdeki bu sevgi kıpırtısına neden olan şey; şu kapı eşiğinde elinde sıcacık aşure kasesiyle ve yüzüne yayılmış kocaman gülümsemeyle dikilen komşudur belki. Neden bu sevimli komşuya yıllardır gıcık olduğumuzu düşünmüş bulamamışızdır, o dost, sırıtık yüze bakarken.

 Biraz önce üstümüze yığdığımız sorun tepeciğinin altında debelenirken, dışarıdan gelen çocuk zırıltısı ne zaman şen cıvıltılara, kahkahalara dönüşmüştür anlayamayız. Pencereden eğilip usulca, yüreğimizden kanatlanan titrek sevgi kelebeğini, bu cici çocuğun ipeksi saçlarına bırakıveririz.

Bir bakarsınız öyle, bir bakarsınız böyleyizdir. Pek güvenilir yaratıklar değiliz sanki bu açıdan bakınca.


Belki ruhumuzun dengesinin sırrı dengesizliğindedir kim bilir... Belki yaşamı dayanılır kılan ruhumuzda yaşadığımız gel - gitlerdir.


Yoksa nasıl dayanabilirdi ki insan, acıları hep aynı yoğunlukta yaşasaydı..?


Ya da hep coşkuyla, hep heyecanla atsaydı dayanır mıydı şu zavallı kalbimiz..?


n y tartaç


16 Eylül 2015 Çarşamba

NE YAZDA NE GÜZDEYİZ








Ne yazda ne güzdeyiz...

Yağmurların güneşle dans ettiği mevsimdeyiz.


Gün batımı yangınıyla bir ucundan tutuşmuşken beyaz bulut,

üşüyor sanki bir yanından, gri bulutun rüzgarından...


Ne yazda, ne güzdeyiz...

Hüznünü renk cümbüşüyle bayram gibi yaşarken hazan,

kardeş savaşında hırsına yenik düşmüş,

kininde boğulmuş arsız insan.

Bilmezler mi..?

Yedi ayrı koldan da aksa nehirler,

zirvede de olsa karlar,

aynı denizde buluşurlar.

Ne yazda ne güzdeyiz...

Bir tuhaf mevsimdeyiz.

İçimizdeki yangın yerlerinden, 

kışlar biriktirmekteyiz...

Hiç durmadan,

durmadan,

düşünmeden...



nurten y tartaç






4 Eylül 2015 Cuma






Nasıl sevinir ki insan, 

bir güne daha açtı diye gözlerini ..?

Yaprak dökümü sürerken dört yanda...

Vakitsiz hazana uyup,

daha sararmadan dalından koparak...

nurten y tartaç

3 Eylül 2015 Perşembe

!!!

Yine yardıma ihtiyacım var Sevgili Arkadaşlarım.

Yanlışlıkla sildiğim yazımı bir yerlerde bulma şansım var mı 

acaba? :P

Yardım edebilirseniz çok sevineceğim.

 Teşekkürler

Simeseydin demeyin e mii :)

30 Ağustos 2015 Pazar

YAZ ORTASINDA HAZANDI SANKİ





Çok değil, beş dakikacık geriye sarsan zaman bazen

Durdurabilsek, değiştirsek bazı anları.


 Sen hep böyle sadık mısın gelecekle randevuna?


Yorulmaz, durmaz,


durdurulamaz mısın?


Koşar durur musun bir meçhule doğru;


yakıp, yıkarak,


peşine takarak ne var, ne yoksa..?


Ne güzel bir güne açmıştık gözlerimizi oysa. 

Güneş daha sabahtan ateşten bir toptu gökte.


Yaz bahçelerinde erguvan kokuları,


cıvıltılı kuş sesleri vardı.


 Çarşaf gibi kıpırtısızdı deniz...


mavi, masmavi...


 davetkar bir edayla salınıyordu gözlerimizin önünde.  


Serin, dost kollarıyla saracaktı bizi.


Hava mı karardı birden..? 

Ne zaman soldu gökte güneş..? 

Bu şimşek, bu yağmur da ne..?

Bir beni mi savuruyor ordan oraya bu fırtına bulutu..?


Herkese yaz... Bana hazan mı geldi ?

Yapma deniz! Ver aldığını geri.

Sokma hançerini kalbime... Yaşatma bunu bana...

Ah! Dayıcığım... 

Kaç olursa olsun yaş, her ölüm erkenmiş ya biraz.

Yarım kaldı yine ertelediklerimiz.

Gittin...

 ve seninle yitip gitti


 sohbet aralarında kayıp, tarihe iz düşülesi o eşsiz anılar...


n y tartaç





25 Ağustos 2015 Salı

YAZ HÜZÜN GETİRDİ BU KEZ :((((





Yaz hüzün getirdi bu kez.

O kadar ısrarla çağırmıştı ki, sonunda planladığımdan bir gün 

önce yola çıkmaya karar vermiştim. 

" Çık gel artık evladım." demişti.

"Seni bekliyorum denize gitmek için."

Gittiğimin ertesi sabahı, daha saat sabah sekizde dikildi odamın 

kapısında, giyinmiş, elinde plaj çantasıyla.

"Hadi geç kalmayalım, birazdan sıcak basar." dedi.

Zor bekledi bir bardak su içmemi.

Koşa koşa, neşeyle, coşkuyla gittik plaja, O önde, Alper ve ben

 arkada. 

Yetişmekte zorlandık 83 lük delikanlıya.

Çok seviyordu denizi ve yüzmeyi...

Bu sefer bırakmadı deniz O'nu...

Yüzerken kalp krizi geçirdi. Ve buna bağlı boğulma.

Çok üzgünüm.

Beni sevdiğini biliyordum. 

Ama o son dakikalarına tanıklık etmem için dokuz saatlik yoldan 

ısrarla çağıracak kadar çok sevdiğini bilmiyordum.

Ölümüyle yaşadığım büyük acı bir yana, o kabus gibi son 

anları nasıl unutacağımı da bilemiyorum.

Ailemizin koca çınarı; bilgi birikimi, eğitim ve kültürüyle çevresini

 aydınlatan, sohbetine doyamadığım,  azmi, enerjisi, yaşam tarzı, 

hayata bakış açısıyla çevresine örnek olan  Ankara Barosu

 Avukatlarından Sevgili Dayıcığım M. Esat Ulusoy'u  kaybettik.


Mekanın cennet olsun, rahat uyu

Dayıcığım.




17 Ağustos 2015 Pazartesi

MASAL ANLATASIM GELDİ








Bilirsiniz, "Fareli Köyün Kavalcısı." masalını. Ama ben yine de anlatayım, sıkılmazsanız ;)

***

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berberken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarkenn...

Köylerden bir köyde her şey yolunda giderken, herkes işinin gücünün başında ortalama bir hayat yaşarken, bir anda fareler kol gezmeye başlamış köyde. Bir iki on yüz derken, köy kısa zamanda binlerce farenin istilasına uğramış. Köylüler bakmışlar olacak gibi değil muhtara gitmişler. " Aman!" demişler. "Kurtar bizi bu farelerden. Ambarlarımızda ne var ne yok yediler. Yakında aç kalacağız. Dahası bu fareler aç kalıp bizi yemeye başlayacaklar bir süre sonra. Muhtar koca göbeğini kaşımış, düşünmüş taşınmış aklına bir yol gelmemiş farelerden kurtulmak için. 
Neyse ki bir gün başka bir köyden bir yabancı çıkagelmiş. Demiş ki; "köyünüzü farelerden kurtarırım ama isteklerim var."  "Söyle " demiş muhtar. "Ne istersen yaparım, yeter ki kurtar köyümüzü bu beladan. " Yüz kese altın..." demiş yabancı. "Aman ne yapıyorsun nerden bulurum ben o kadar altını..?" "Dur !" demiş yabancı, "bitmedi... Tarlalarınızdaki tüm mahsulü bana vereceksiniz. Yüz baş da koyun isterim. Muhtar düşünmeye başlamış. Yabancının istediklerini vermesi asla mümkün değilmiş. Ama yakında da muhtar seçimi varmış. "Bir kurtulursak bu beladan, kesin yine muhtar seçilirim. Üstelik kahraman olurum köylünün gözünde. El üstünde taşırlar beni. Ohh! ondan sonra her seçimde beni seçerler artık. Hele farelerden bir kurtulalım, bu adamı  defetmesi kolay. Nasıl olsa köylü ne desem inanır artık bana. İnkar ederim, ben böyle bir söz vermedim bu adama derim." diye düşünmüş.

Yabancı sabah erkenden köyün meydanına gelip kavalını üflemeye başlamış. Gerçekten de köyde ne kadar fare varsa kavaldan çıkan namelere ayak uydurup peşine takılmışlar. Yabancı köyün çıkışındaki dereden geçerken, peşindeki tüm fareler dereye düşmüş ve sulara gömülüp kaybolmuşlar.

Yabancı geri gelip, "hadi..." demiş. " Ben sözümü tuttum, sıra sende."  Muhtar planladığı gibi köylünün desteğini de arkasına alarak yabancıyı tekme tokat köyden atmış. Yabancı kendisine yapılan bu haksızlığı gururuna yedirememiş. Ve ertesi sabah daha gün doğarken köyün meydanında kavalını üflemeye başlamış. Köyde ne kadar çocuk varsa, içlerinde muhtarın çocukları da olmak üzere ve bütün koyunlar takılmışlar kavalcının peşine. Tıpkı farelerde olduğu gibi dereden geçerken hepsi sulara kapılıp kaybolmuşlar.

 Bir daha kimse çocuklarını görememiş. Ve koyunlarını. Çocuklarının yasını tutmaya fırsat bulamadan, bir de bakmışlar ki tarlaları alev alev yanıyor.

Muhtar mı ne olmuş..? Köylüler yalancılığı, üç kağıtçılığı ve koltuk sevdası yüzünden çocuklarının ve koyunlarının yok olmasına, tarlalarının yanıp kül olmasına neden olan muhtarı aynı dereye kadar kovalayarak sulara gömmüşler...  (... dir umarım.  ;) )

***

Masal bu... Aranır mı mantık? Sorulur mu doğrusu, yanlışı? Maksat, "kıssadan hisse" çıkarsın kendince dinleyen ve de okuyan. Eğer düşerse gökten üç elma onu da yesinler bir güzel, tüm kötülerin cezalarını bulması dilek ve şerefine ;) :) 

n y tartaç