30 Aralık 2009 Çarşamba

OĞLUM BENİM



Kuzum benim


İçimde en tatlı sızım benim.

Kimi kızgın, kimi mutlu, coşkulu bazen

24 yıl geçmiş üstünden…

Dündü oysa yumuk yumuk aldığım kucağıma.


Her 
yaşında özeldin, her yaşında başka ...



15 inde tek parmağınla kaldırırdın dünyayı.

Ama 

ahh! Annen Nazi subayı, Baban Hitler olmasa.


20 sinde kim ne bilirdi ki senden fazla..?

Oldukça karışık hem beynin, hem yüreğin oysa.

Aşk mı önemli daha çok, müzik mi vazgeçilmez?

 Diploma gerekli mi öğrenmek için herşeyi..?

 Yoksa yaşamalı mı kana kana, gezmeli mi dünyayı… 


24 ünde, dünya düzenine isyankar.


Gerçek mi Mu Kavmi..? Ya Agarta..?

Kainatın sırrı ne, din nedir..?

Neyi paylaşmak için bunca savaş?

 Neden sevmek varken nefretle dolu insanların yürekleri..?

 Neden aç bazıları, bazılarının çokken bu kadar serveti..?


Gün gelir; değişmeyecekse bu kafalar, 


yok olsunlar sonsuza kadar.

Ama duygulu bir o kadar.

 Gün gelir bir sokak kedisine ağlar.

Ezmemek için karıncayı, değiştirir yolunu.


Kimi zaman bir panter…

Bazen yumuşacık, doğduğu gün kadar masum.


Oğlum...


 Sevgi dolu yüreğin hep fırtınalar yaşadı. 

Anlamak için doğruyu, güzeli, adaleti. 

Bulmak için kendini.

Bilirim bundandır öfken... 

İsyanın bundan...


MERT’im ilk göz ağrım, canımın parçası. Kapıdan çıkarken özletip, yüreğimi titreten oğlum...

Yeni yaşın, dilediğince sevgi, dilediğince şans getirsin.

Mutlu, sağlıklı, başarılı ol ama ille de,

Onurlu, gururlu, mert ol, insanca yaşa …

nurten y tartaç

24 Aralık 2009 Perşembe

mimmm,

 

Sevgili  mr_lonely  oğlum  mimlemiş beni,teşekkürler. Konu,  2010 yılından beklentilerim…

 

 

Her yeni yıla girerken yeni bir umutla yeni beklentiler içine gireriz.

Sanırız ki; bir dakika öncesine kadar olamayan, gerçekleşmeyen birçok dileğimiz hayalimiz,tüm beklentilerimiz, saat yirmidört oluverince, bir sihirli değnek dokunacak ve  gerçekleşiverecek.

 

Bu yaşıma geldim, her yeni yıla girerken aklıma ne geldiyse iyi güzel,olmasını istediğim ya da olmak istediğim, diledim ve yeni yılda gerçekleşmesini bekledim durdum.  Henüz gerçekleşmedi dilediklerim, ya da oldu birçok şey elbette ama öyle olağanüstü birşey olmadı.

 

Tabii ki,  olmayacak şeyler de diledim bunca zaman içerisinde , piyangodan para çıkmasını istemek gibi mesela ama hiç çıkmadı:))) Küçük bir kızken;  birçok hizmetçimizin olduğu, prenses gibi yaşadığım koskoca bahçeli bir evimiz olmasını dilemiştim.  Hatta abartıp, bahçesine uçak inebilecek kadar büyük bir evde el bebek gül bebek yaşamayı dilediğimi hatırlıyorum, Olmadı:)). ( Bu dileğim o zamanlardaki Türk Filmlerinin ve filmlerdeki çocukların yaşantılarından etkilenmemden kaynaklanmış olabilir). Bir de yine küçükken çok ünlü bir ses sanatçısı olmayı dilemiştim bir yılbaşında. ( Elime tarağımı alıp mikrofon gibi,aynanın karşısında şarkılar söyler dururdum.) Bu da olmadı:) Zaten benim sesim de ancak kargaları kıskandıracak kadar güzel. ( Bu dileğimi de o zamanlardaki filmlerden etkilenerek dilemiş olmalıyım:)).

 

 

Biraz daha büyüyünce; pembe pancurlu,penceresinin önünde rengarenk sardunyaları olan bir yuvam olmasını diledim. Ben evlenene kadar, pembe pancurlu evlerin ve pencere önündeki sardunyaların modası çoktann geçmişti:)  O da olmadı.

Sonraa, büyüdüm,büyü bozuldu. Biliyorum ki, olmayacak duaya ‘amin’ demenin bir anlamı yok.  Daha ayakları yere basan dileklerim oluyor artık.  Olmayacak birşey beklemiyorum  yeni yıllara girerken.

Kendim ailem çevrem ve tüm insanlar için en büyük beklentim, yeni yılda ve her zaman, hep sağlıklı olmaları sağlıklı kalmaları. Bu, en büyük dilek ve beklenti olmalı yeni yıldan ve gelecekten sanırım.

 

2010 dan ülkem ve dünya adına beklentilerim…  ( Ben isteyeyim de,kim bilir belki olur…)

Ülkemde oynanan oyunun herkes farkına varsın. Türk Kürt Çerkes Gürcü Alevi Sünni hangi kökenden kim varsa,birlik olsun kenetlensin ve kuyu kazanları kazdıkları kuyuya düşürsünler.

Sağlıkta ve eğitimde herkes eşit olsun.

Herkes özgürce fikrini söylesin, korkmasın, kimse kimseden şüphelenmesin.

Emekli memur işçi esnaf,faturaları nasıl ödeyeceğim endişesine hiç kapılmasın. Tek endişeleri yaz tatilini hangi ülkede geçireceklerine karar verme konusunda olsun.

Herkes dinini özgürce yaşasın,din başka şeylere alet edilmesin.

 

 

Ülkemde yaşayan hiç kimsenin;  yarın başıma ne gelecek, acaba benim telefonum da dinleniyor mu,  Sesimi duyurmak için eyleme katılsam tutuklanır mıyım, biber gazı sıkarlar mı gözüme?  Vb korkuları olmasın.

 

 

Ülkemde güneş bir doğsun,bir daha batmasın…

 

Dünyanın;  silkelenip kendine gelmesi için,öncelikle ABD ve AB  yok olsun.

 

 

Ardından, tüm ülkeler elele versin ve  dünyayı yeniden yaşanır bir gezegen haline getirmek için var güçleriyle çalışsınlar. Öyle ki;  her ülkedeki her bireyin en önemli işi bu olsun ve tek tek herkes üstüne  düşeni, istekle yapsın. Dünya çöl olmasın küresel ısınma olmasın,yeryüzünden savaş kelimesi silinsin,sonsuz bir barış olsun,herkes birbirini sevsin. Dünya  güllük gülistanlık cennet gibi bir yer olsun.

 

Artık; arılar ölmesin,  hiçbir bitki ve hayvan türü,nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın…

 

 

Ben beklentilerimi dile getirdim… Ne dersiniz gerçekleşmesi ihtimali var mı, milyonda bir de olsa umudedebilir miyim..?

 

 

 

Not: Yazıyı düzgün aralıklarla yazmayı bir türlü beceremedim. Bir bozukluk var ama çözemedim:) Görüntüden dolayı özür dilerim.

23 Aralık 2009 Çarşamba

KUBİLAY _ DEVRİM ŞEHİDİ _

Adı:  Mustafa Fehmi Kubilay.

 

 

1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.

 

 

Menemen’de  23 Aralık 1930’da  patlak veren Cumhuriyet karşıtı olayda yedek subaylığını yapmakta olan öğretmen Kubilay şeriat isteyenler tarafından öldürüldü.

Olayın elebaşısı mehdi olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) adında Nakşibendi tarikatına bağlı biriydi.

 

7 Aralıkta 6 müridiyle (Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan) Manisa’dan yola çıkan Derviş Mehmet, 23 Aralık sabahı, gün doğarken Menemen’e girdi.  Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmayı yeğlemişti. Silahlı olan asiler bir müfrezenin başında olaya müdahale eden yedek subay Asteğmen Kubilay’ı hemen ardından da Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini öldürdüler.

 

 

Olay, arkadan yetişen askeri birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. Bu arada Derviş Mehmet de vuruldu. Kaçanlar yakalandı, ilişkisi olanlar hakkında hemen kovuşturma başlatıldı.

 

"Kubilay Olayı", Cumhuriyet tarihinin, 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu, ikinci en önemli olaydır. Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti.

 

 

O ve tüm şehitlerimiz nurlarda yatsınlar…

 

 

 

image

 

 

                                            Olayların meydana geldiği alan...    
                                            (Cumhuriyet Gazetesi 17 Ocak 1931)

17 Aralık 2009 Perşembe

MUTLULUK GÖREBİLMEKTE…

 

SDC11006

 

 

 

Güneşin yeniden doğma sancısı var gökyüzünde.  Yeni umutlar yeni sürprizler yeni yaşamlar gizli içinde.

 

Sanki, her yeni günle yeniden doğar ruhumuz bizim de…

 

 

 

SDC11011

 

 

Ve… hergün yeniden batar güneş. ihtişamla batar hergün…  Gökyüzünde yangınlar çıkararak, seyrine doyumsuz  yangınlar…

 

Yine de, hüzün taşır içinde her gün batımı.  Bilirsiniz ki biraz sonrası karanlıktır.  Son çırpınışıdır güneşin,  son gösterisi…

 

 

MERDİVEN


Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...
Sular sarardı... Yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

 

AHMET HAŞİM

 

Şiiri mırıldanırsınız sessizce, zamanın hızla geçtiğini görüp çaresizce arkasından bakakaldığınızı düşünerek, hüzünle…

 

 SDC11019

 

 

 

SDC11020

 

Bir kedi de olsanız, bazen mutlu değilsinizdir olduğunuz, olmanız gereken yerden. Yukarı çıkmak istersiniz, en tepeye…  Ve poz verirsiniz ordan kasıla kasıla Çınar’a… O, yukardan bakan kısık umarsız gözlerle…

 

 

SDC11021

 

 

  Bazen mutluluk, bir dosta yakın olmaktır.

Siz şimdiye kadar, bu denli yaklaşamamışsınızdır ona ama o bunun hiç farkında değildir.

İlk defa bu kır lokantasında dostunuzun, ayaklarınızın  dibine gelip gözlerinizin içine bakmasından korkmamış ürpermemiş, hatta makinanızı çıkarıp fotoğrafını bile çekmişseniz, ve  hatta ekmeğinizi paylaşmışsanız onunla.  Mutlu olursunuz çok mutlu…

 

Seke seke coşkuyla çıkarsınız o kır lokantasından… 

 

 

  

 

 

 

SDC11023

 

 

Kimi zaman;  bir martı gibi, geniş, gri beyaz kanatlarınızı kocaman açıp,  engin maviliklerde süzülmektir istediğiniz. Süzülüp süzülüp, sonra bırakmak istersiniz kendinizi denizin kıpır kıpır dalgalarına, narince…

 

Bembeyaz tertemiz düşüncelere bırakırsınız bir süre kendinizi. Herşeyden uzak… Bir, mavi vardır gözlerinizde, bir bembeyaz martılar, bir de kıpır kıpır dalgalar…

 

 

SDC11025

 

 

Bu minicik yaramaz gibi;  bazen öfkeli kızgın isyankarsınızdır herşeye herkese… Dişlerinizi gösterirsiniz  en sevdiğinize bile, hatta tırmalarsınız geçirseniz elinize .

   Bir dost el  ararsınız sonra,  tüm hırçınlığınızı öfkenizi isyanınızı unutturuverecek size…

 

 

 

 

SDC11034 

 

Sisli bir günde, puslu gözlerle, öylece dalıp gitmişsinizdir ufka…

 

Bir gemi görünür sislerin içinden;  taa geçmişten gelir gibi.  Güvertede bir denizci,  ‘Selam’ getirir dalgalarla, o en güzel, o en masum, o en unutulmaz zamanlardan...

 

Belki bir balıkçı teknesinde balıkçı olmak istersiniz;  oltanızı en derindeki batık gemiye ve içindeki ‘size’ takmış, çekersiniz gayretle…   Şimdi, su yüzündedir tüm anılar tüm hayaller.  Ve… işte!  tüm çocukluğunuz avuçlarınızın içindedir şu anda…

 

Ya da;  oltanın ucuna takarsınız geçmişi, unutmak istediğiniz tüm acılarınızı hayal kırıklıklarınızı.  Vee… Atarsınız var gücünüzle en uzağa…

 

Olta denizin üstünde koskoca bir yay çizdikten sonra taa uzakta, batar denizin dibine.  Orda en büyük balık yutar oltanızı ve tüm unutmak istediklerinizi…

 

 

SDC11036

 

Kimi zaman; kapkara bir gecede ışıl ışıl yanan  bir çift göz olmak istersiniz. Geceye inat, aydınlık umut dolu…

 

………………………………..

 

 

Oğlumun rahatsızlığı nedeniyle, Çanakkale’ye gittiğimde, kabus-gibi. adlı postumda anlattığım, yaşadığım tüm olumsuzlukların yanısıra, bana çevremdeki güzellikleri gösterdiğin, bunlarla sıkıntımı unutturup mutlu hissettirdiğin için sana binlerce teşekkürler Allah’ım…

9 Aralık 2009 Çarşamba

AYIRMAK AYRILMAK MÜMKÜN MÜ?

 

 

Yanık tenli, siyahına inat kapkara gözleri ışıl ışıl yanan, şöyle bir bakışıyla, kızları mum gibi eriten bir delikanlıydı  Beşir.    Çamurlu  yokuşun başında gözleri gözlerine değmişti Bahar’la ilk.  Başak sarısı saçları vardı Bahar’ın.  İstanbul’un denizi gibi, bir baktın mı mavi bir baktın mı yeşile dönen, İstanbul’un denizi gibi içinde pırıltılar oynaşan gözlere ilk baktığında, kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu Beşir’in.  Bahar’da o kapkara gözlerde kayboldu, unuttu dünyayı,ayakları yerden kesildi.

 

Nice uykusuz geceden sonra, Bahar’ın yolunu çevirdi yokuşun başında  dekikanlı birgün. “Ben” dedi “Ben sevdalandım sana, duramam artık sensiz, seni düşünmeden bir dakika geçiremiyorum.”  Mavi yeşil gözlerini yere dikti Bahar  “Ben de “ Dedi “ben de olamam sensiz. Ben de sevdalıyım sana”

 

Bir, ikisi vardı şimdi şu koca dünyada, başka kimseyi gözleri görmüyordu. Tepedeki bitişik iki çam ağacının üstüne kazıdılar isimlerini.Her iki çama iki kalp çizdiler.  Birinin içine  “Bahar” diğerine “Beşir” yazdılar ve yemin ettiler “ölünceye kadar gözlerine başka göz değmeyecekti”

 

Beşir açıldı birgün ana-babasına, “bir kızı seviyorum. askere gitmeden önce nişanlanmak  istiyorum. Gidip isteyin ana-babasından”

 

Nişanları oldu askerlik öncesi Bahar’la Beşir’in. 

 

Diyarbakır’lıydı Beşirler, İzmit’liydi Baharlar…

 

İki ailenin de aklına bile gelmemişti Türk ya da Kürt oldukları. Asırlardır evleniyorlardı bu topraklar üstünde,Türkler ve Kürtler ve iki taraf ta  kendilerini hiç farklı, öteki olarak görmemişlerdi.  Değillerdi ki, zaten…

 

Nişandan sonra kınası yakıldı delikanlının, davullu zurnalı yolcu edildi askere.

 

Terhisine bir hafta vardı Beşir’in,”hazırlan,döner dönmez düğünümüzü yapacağız”dedi telefonda sevdiceğine.

 

O gece nöbette yakaladı ecel onu. Tam kalbine saplandı hain kurşun. Hem de Kürt olduğunu Kürt hakkını savunduğunu söyleyen kahpe pkk kurşunu.  Al bayrağa sarılı taputu geldi sonra. Ateş düştü baba ocağına, bir de Bahar kızın yüreğine. Ağıtlar yakıldı gencecik, hayatının baharında, yüreği sevdasıyla kavruk Beşir’in ardından…  Hem Kürtçe hem Türkçe…

 

……………………………….

 

 

Şimdi birileri çıkmış Kürtlere, sen ötekisin, sen azınlıksın, sana diğerine tanınan haklar tanınmadı diyor…

 

Oysa bizim, Türklerden olduğu kadar Kürtlerden Arnavut, Gürcü, Tatar ya da herhangi bir kökenden gelen her meslekten insanımız var. Meclisimizde onlarca milletvekili ve bakanımız var Kürt ya da başka kökenden. 

 

……………………………..

 

 

Benim can arkadaşım, otuz yılımızı, kederimizi sevincimizi sırlarımızı paylaştığımız can arkadaşım bir Kürt.  Epeydir görüşemiyoruz onunla.  Konu açılır da, gelişen bu olayların etkisiyle,  istemeden onu kıracak birşey söyler miyim korkusuyla arayamıyorum onu. O da benzer bir düşünce içinde besbelli, aramıyor beni.  Bize bunu yapmaya kimin hakkı var..?

 

 

Birileri çıkmış gen araştırması yapılsın bakalım ne kadar Kürt var diyor.

 

 

Kimimizin annesi ya da babası, yengesi, eniştesi. Kimimizin gelini,damadı, yeğenleri torunları Kürt-Türk. Nasıl ayrıştırılacak, et tırnaktan ayrılır mı?  Şimdi biz gelinimize yeğenlerimize, torunlarımıza düşman mı olmalıyız?  Bu mümkün mü?

 

 

Birileri, kanırta kanırta bizi bizden, canı candan ayırmaya çalışıyor…

 

 

Atalarımız;  Çanakkale de, Kurtuluş Savaşında omuz omuza savaştı düşmana karşı. Bir tek karış toprağını vermemek için bu vatanın. Şimdi mezartaşları bitişik, yanyana yatıyorlar Türk ve Kürt şehitlerimiz.

 

 

Biz değiliz bize düşman. Düşman belli; dış güçler ve onların maşaları…

Sevr anlaşmasını yürürlüğe koyamamaktan gelen kuyruk acıları, o zaman yapamadıklarını gerçekleştirme hayalleri var.

 

Oyuna gelmeyelim, yine verelim omuz omuza, Çanakale’deki, Kurtuluş Savaşındaki gibi.  Savaşalım asıl düşmanlarla, koruyalım ülkemizi, yine omuz omuza…

8 Aralık 2009 Salı

ANALAR AĞLIYOR:(((((

 

                                                                                                                  

                                                                                                                 image                 

 

 

 

Tokat'ın Reşadiye ilçesi Sazak Köyü yakınlarında teröristler, devriye görevi yapan jandarma ekiplerine pusu kurdu. Teröristlerin ateş açması sonucu 7 askerimiz şehit olurken 3 askerimiz yaralandı. Yaralı askerlerden 2'si Tokat'a gönderilirken, bir asker ise ameliyata alındı.

 

 

Şehit olan askerlerimizin isimleri şöyle:  Uzman Çavuş Harun Arslanbay (Adana), Jandarma erler Onur Bozdemir (Adıyaman), Kemal Pide (Ordu), Ferit Demir (Muş), Yakup Mutlu (Muş), Cengiz Sarıbaş (Giresun), Fatih Yonca (Hatay).

Yaralı askerler ise şunlar: Uzman Çavuş Yusuf Öztürk, Emrah Mandıralı ve Arif Temel.

 

 

  Yine ateş tüştü anaların yüreğine,hiç bitmeyecek onların yüreklerindeki ateş hiç.

 

Hani “ülkede yakında çok güzel şeyler olacak” tı???

 

Açıldık açılabildiğimizce, öyle açıldık ki, dağdaydılar şehre,şehirlere indiler açık kapılardan.Ellerini kollarını salLayarak.  Yıllardır terör olmayan bölgede pusu kurdular.  Yine gencecik fidanlarımızı şehit ettiler…

 

Demeç veriyorlar:  Süreç devam ediyor:((((((

7 Aralık 2009 Pazartesi

ÇOCUKTUM UFACIKTIM

 

 

hani-benim-cocuklugum-nerde-horoz. …  başlıklı postumu, eski çocuk oyunlarıyla ilgili olarak, öğrencilerini bilgilendirmek için internette dolaşırken,   görüp okuyan ve  yorum yazan –adsız- arkadaşın ricası üzerine alttaki şiiri yayınlıyorum. Hadi, yeniden gidelim o mutlu tasasız çocukluk günlerimize  ve yeniden ‘oynayalım’ çığlık çığlığa, küse barışa, kahkahalarla…  O tozlu topraklı sokaklarda…

 

 

 Çocukluğum Ağaçta Kaldı

 

Uzun bir sokağımız vardı,
Siyah parke taşlarıyla döşenmiş tozlu topraklı.
Bir cebimde misketlerim rengarenk,
Diğer cebimde topacım,
Arka cebimde de sapanım.
Arkadaşlarım vardı.
Sırık Ayhan, sarı cahit,madu Nihat,
Ve daha niceleri.
Oyunların en kralını oynardık bıkmadan usanmadan,
En sevdiğimiz oyun yakartop tu.
Herkes Nurettine düşmandı nedense,
Hepimiz ona saldırırdık
Bizden büyük olduğundan mı
Yoksa biraz kamburdu ondanmı bilmem.
Gece saklambacı, uzun eşek,
Diğer favori oyunlarımızdı.
Ara sıra sinema önlerine giderdik,
Bedavadan nasıl gireriz diye düşünürdük.
Bazen girerdik yalvar yakar,
Bazende dönerdik boynu bükük.
Akşam karanlığında sokağımız,
Bizim çığlıklarımızla dolardı,
Ta ki annelerimiz zorla eve alana kadar.
En büyük zevkimiz,
Arka sokağımızdaki bahçeden elma çalmaktı.
Çok korkardık ama çalardık işte.
Bu yüzden,
Evin koca kafalı oğlu beklerdi bazen duvarda,
Bize yan yan bakardı uzaktan.
Metin i hiç sevmezdim bahçeli bir evleri vardı,
Küçük bir havuzları,
Yere dökülen meyve ağaçları,
Meyveler yere dökülür çürürdü de,
Bir tanesini vermezdi kimseye.
Havuzlarına da yaklaştırmazdı.
Kendisi girerdi bize nispet yaparak,
Pis sümüklü Metin...
Mahalle bakkalımız,
Kocaman göbekli Mehmet amca.
Elinde kirli bir bez,
Akşama kadar karpuzlarını parlatırdı.
Veresiye vermeyi hiç sevmez,
Deftere yazarken homurdanırdı.
Bir de kirli hatice teyzemiz verdı,
Akşama kadar sokakta ,
Elinde hiç bitiremediği yarım örgüsü,
Evini hiç temizlemezdi.
Hiç halı silkelemez cam silmezdi.
Kocası gurbetteydi epeydir,
Senede bir gelirdi bazen.
O zaman çamaşır yıkandığını görürdüm işte,
Balkona asıldığını.
Reşit emmi gelirdi haftada bir,
Mahallemizin seyyar mağazasıydı,
Annem kap kacak alırdı hep ondan,
Sürahi, leğen, bardak, kova, mandal ne olursa.
Arasırada bana krampon alırdı,
Naylon krampon siyah,
Aynı gerçeği gibiydi simsiyah ..
Aman allahım pele gibi topa vururdum onlarla,
Ayağımı yara ederdi ama olsun,
Krampon mahallede kaç çocukta vardı ki..
Bazen para verirdi annem bazen de,
Babamın az giydiği ceketini pantolonunu.
Versin versin de,
İki gün sonra babamın sesini duyardık;
''Heyyy kareli ceketimi bulamıyorum''
Annemden ses yok…
''ceketim nerdeeeee heyyyy''…
Sonra susardı babam.
Söylene söylene çıkardı evden,
Babam güzel adam.
Canım babam!
Bilirdi aslında ne olduğunu da uzatmazdı işte…
Dut yemeye giderdik bazen,
Eski virane bakırhaneye,
Ordaki dut ların sahibi yoktu,
Akşama kadar dut ağacında otururduk.
Hem yerdik hem türkü söylerdik,
Hava kararana kadar ağaçtan inmezdik.
Çocukluğum o sokakta geçti,
O uzun tozlu siyah parkeli sokakta.
Giremediğimiz sinema önlerinde,
Serinleyemediğimiz,
Sümüklü Metinlerin havuzuna uzaktan bakarak,
Reşit emminin yolunu gözleyerek,
Çocukluğum o ağaçta asılı kaldı işte,
Sahipsiz o dut ağacında

 

ÇETİN  ATEŞ

 

 

 

image

 

 

 

Ben bu şiiri okurken, çocukluğumdan koşa koşa gözlerimin önüne gelen ilk görüntü şu oldu;  Birgün, körebe oynuyoruz yine sokağın ortasında, ben körebe olmuşum dolanıp duruyorum yakalamak için arkadaşlarımı, gözlerim bağlı kollarım iki yana kocaman açık. sonunda yakaladım birini, “Yakaladımm yakaladımm” diye bas bas bağırıyorum. Bir taraftan da Kaçmasın diye bir elimle sıkı sıkı tutuyorum, diğer elimle gözümdeki bandı bir açtım ki, “Çocuğum bırak ta yoluma gideyim Allah Allahh…” diye cık cık yapıp duruyor yaşlı bir amca karşımda…

O zaman çok utanmıştım, Şimdi düşünüyorum utanacak birşey yokmuş:)

6 Aralık 2009 Pazar

HUZUREVİNDEKİ YAŞAMLAR





Onlar da bir zamanlar gençti. Onlar da sevdalar yaşadı. Çocukları oldu. Çalıştılar Ürettiler.

Sonunda yaşlandılar…

hastalar… 

Ya da sakatlar…

Ali Rıza Bey; Üniversite okumuş. Bir bankada yönetici pozisyonunda çalışıyormuş. Trafik kazası geçirmiş. Şimdi tekerlekli sandalyede, kolunu tam olarak kullanamıyor, beyin fonksiyonları iyi çalışmıyor, unutuyor birçok şeyi, zor konuşuyor. Ama hala çok kibar çok hatırşinas. Sadece bir ağabeyi varmış onunla ilgilenen başka kimsesi yokmuş. Ama geçen sene ölmüş o da. Yapayalnız şimdi hayatta. Arada bir aklına geliyor soruyormuş Ağabeyini. Söyleyemiyorlar huzurevi çalışanları üzülecek diye. Avustralya’da diyorlar, bizi aradı selamı var, seni çok sevdiğini söyledi diyorlar. İnanıyor… Bir tek sigarayla mutlu oluyor. Dünyalar onun oluyor bir sigara verince…

***
Ekrem Bey; kendi anlatımıyla 58. hükümette tarım bakanı. Gerçekte ilaçla kontrol altında tutulabilecek düzeyde şizofreni hastası. Hükümetin tüm bakanlarını eksiksiz sayıyor, tek yanlış tarım bakanı. O da kendisi.

Ekrem Bey-“Benimle tavla oynar mısınız hanımefendi” 

Ben- “Neden olmasın tabii. Hadi oynayalım”

Tavlada çok iyiyimdir övünmek gibi olmasın. Beni yenemez diye düşünüyorum.

Ekrem Bey- “Ama ben 3 el oynarım.”

Ben- “Tamam, öyle olsun.”

Başladık oynamaya. Aaa o da ne? Zarı atıyor ve nerdeyse hiç bakmadan oynuyor. Mars etti beni. Allah Allah!  Beni Merih bile yenemiyor. :) ”Abla” dedi bakıcı sen ne yaptın, Ekrem Abiyi daha kimse yenemedi ki, sen yenesin.

Sıkıldı zaten bir elden sonra kapattı tavlayı. ” Tamam bitti.” dedi.

“Sizi yemeğe davet ediyorum hanımefendi, kabul eder misiniz” dedi sonra.

“Tabii ki.” dedim. Zaten yemekhanede yenilecek yemek ya… Unuttu hemen arkasından, tanımadı bile beni.

***

Onları deşifre etmek istemiyorum çünkü biliyorum ki bundan çok hoşlanmıyorlar. Sadece küçük bir fikir olsun diye iki örnek verdim isimleri değiştirerek.

Nice hayatlar var huzurevinde yaşanan.

Ve onlara hizmet veren ne kocaman yürekler.

Birşeye dikkat çekmek istedim... Öyle durumlar vardır ki, hastanın ya da yaşlının, artık evde bakımı mümkün değildir. Sadece çevre ne der çekincesiyle birçok aile, bakımı çok zor hastasına ya da yaşlısına kendisi bakmaya çalışıyor. Tabii ki, Yaşlılarımız başımızın tacı olmalı. Seve seve ilgilenmeliyiz onlarla ama artık bizim yapabileceğimiz bir şey kalmamışsa, bunu yapabilecek iyi kurumlar var. Hepsi tv de anlatılan kurumlar gibi değil. Benim gittiğim huzurevinde, müdüründen çalışanına kadar herkes son derece sevecen ve ilgili kurumda kalan hasta ve yaşlılara karşı…



5 Aralık 2009 Cumartesi

ANNE OLMAK 6





 

 

 Çocuk Esirgeme Yurdu’ndan arayan görevli, “Bir sorunumuz var.” demiş.  

Siz Selma’ya koruyucu aile oldunuz ama onun bir yaş büyük bir de ablası var biliyorsunuz. Kardeşi gittiğinden beri ağlayıp duruyor. Yemeden içmeden kesildi. Kardeşini istiyor, hiçbir şeye ikna edemiyoruz.

“Ne yapabiliriz ?” demiş Sevgi teyze ve İsmail amca.

“Böyle olmayacak hastalanacak çocuk, ya Selma’yı getirin ya da ablasını da alın.” demişler.  

Şaşırıp kalmış karı koca ”Bu yaştan sonra iki çocuğa birden nasıl bakarız, ne yaparız..? Onlara bir yuva verelim derken bu işin üstesinden gelemezsek ne olacak? Birkaç yıl sonra genç kız olacaklar ve biz daha da yaşlanacağız, ya iyilik yapalım derken... ” falan diye düşünmüşler, doluya koymuşlar almamış boşa koymuşlar dolmamış ama bu kara kara bakan, buğulu gözlü yavruyu geri vermeye de kıyamamışlar.

 “Neden olmasın? Biz kalkarız bunun da altından, ayırmayalım iki kardeşi.” demişler sonunda ve ablasını da alıp gelmişler eve.

Abla kardeş çok mutlu olmuşlar bir arada olmaktan ama bu sefer de aralarında kardeş dayanışması kurup, karı kocaya hiç yanaşmamışlar hatta cephe almışlar.

Yemek saatinde hazırlanan masaya oturmuyorlar, yemekten sonra mutfaktan kuru ekmek alıp odalarında yataklarının arkasına saklanıp orada yiyorlarmış.

Önceleri ilgilenmiyor görünmüşler olmamış, birlikte yemek yemeleri gerektiğine ikna etmek için yollar denemişler, olmamış. Bir süre masada onlar için de tabak hazırlayıp bırakmaya başlamış Sevgi teyze unutmuş gibi.

Onlar mutfaktan çıkınca iki kardeş gizlice tabaklarını götürüp odalarında yiyorlarmış yemeklerini. Bir gece buzdolabından meyve alıp saklı saklı odalarında yerken izlemişler. Bakmışlar olacak gibi değil, bir psikologa danışmışlar.

 “Çocuk yuvasında yemek salonunda yedikleri için buzdolabı ve mutfak onlara yabancı kavram. Evin her bölümünün onlara da ait olduğunu hissettirin çocuklara.” demiş psikolog.

 Bir gün çocukları almış karşısına uzun uzun konuşmuş, anlatmış Sevgi teyze, “Burası sizin eviniz. Evdeki her şey bizim olduğu kadar sizin de. Bu buzdolabındaki her şey de sizin, istediğiniz zaman istediğiniz kadar alıp yiyebilirsiniz.” demiş.

”Çocuklar bir süre sonra onlarla yemek yemeğe alışmışlar nihayet. Çok uğraşmışlar çocuklara kendilerini sevdirmek, aileden olduklarını hissetmelerini sağlamak için…

*

“Ablası öyle böyle okulda derslerini başarıyordu ama Selma çok başarısızdı. Öğrenme güçlüğü var dedi doktor.” diye anlatmaya devam etti Sevgi teyze...

 

Devamı var

Nurten y tartaç

4 Aralık 2009 Cuma

ANNE OLMAK 4





Yıllardır görmemiştim Sevgi Teyzemi. Ürkek, tedirgin zile basarken; bir an, iki genç kadın geldi gözlerimin önüne. Bir sırrı paylaşırken yakaladım Onları hayalimde. Ve bana kızıyorlardı yine tatlı sert, ”Laf dinleme! Çık dışarı, kardeşinle oyna.” diye, bir taraftan da kıkırdayarak. Anneciğimin ölüm döşeğinde sayıkladığı ”Sevgi’yi çağır gelsin.” dediği ama yıllar sonra izini bulduğum, iyiliği güzelliğiyle anılarımı süsleyen, Canım Annemin can dostu çocukluk arkadaşını görecek olmanın heyecanıyla düşüncelere dalmışken, Güzel, incecik, şık bir genç kızın “Buyurun!” diyen sesiyle kendime geldim. “Anne misafir geldi.” diye seslendi genç kız içeriye. ”Aman aman kimler gelmiş... Kızım mı gelmiş benim..?” diye neşeli sesi geldi önce. Sonra şişman, yaşlı ama gözleri, gülüşü hatırladığım kadar güzel Sevgi Teyzem geldi kapıya. Çocukluğumdaki gibi beni şımartarak, kendimi hala on yaşımda hissettiren anaçlığıyla.

Uzun uzun konuştuk… Evin her yanını süsleyen iki küçük çocuk resmini gösterdi.” Bak bunlar benim torunlarım. Sarp’ın çocukları.” Sapsarı saçlı, mavi gözlü, şirin mi şirin, biri kız biri oğlandı resimdeki çocukların.

Aldığı eğitim sayesinde ileri derecede yabancı dili olan Sarp üniversiteyi yarım bırakmış, turist rehberliğine başlamış. Rehberlik yaptığı sırada İngiliz bir kızla tanışıp evlenmiş, İngiltere’ye yerleşmişler. Sarp şimdi çok zengin olan kayınpederinin fabrikasında yönetici pozisyonunda çalışıyormuş. Ağzından bal damlıyordu Sevgi Teyze’nin, Sarp’ın eşini ve onun ailesini anlatırken. “Koskoca şato gibi bir evde yaşıyorlar hep birlikte. Evde bana ait bir oda hazırladılar. Namaz kılıyorum diye oradan bir seccade, bir tesbih almış koymuşlar odama. Benimle konuşabilmek için kızın annesiyle babası Türkçe kursuna bile gittiler. Çat pat konuşuyoruz. İki üç yılda bir uçak bileti yolluyorlar gidiyorum yanlarına. Her gün telefon eder Sarp. Üstüme titriyor. Bir zamanlar bizi çok üzdü ama şimdi dünyanın en iyi evladı. Allah razı olsun...” dedi, keyifli, gururla gülerek…

Bu arada benim gözüm, bize çay pasta ikramı yapan, arada Sevim Teyze’ye Anne! diye seslenen genç kızda. Hem muhabbetin koyuluğundan, hem de kızın yanında “Bu da kim?” demeyi hoş bulmadığımdan, soramadım bir türlü. Genç kız “Anne dersim var. Gidebilir miyim?” diye izin isteyip evden çıkınca, “ Merak ettin değil mi? Anlatayım” dedi…

Sarp rehberlik yaptığı için artık eve arada bir gelmeye başlayınca sıkılmış karı koca evde yalnız kalmaktan. Bu böyle olmayacak biz bir de kız evlat edinelim deyip İzmir çocuk yuvasına gitmişler. Zaten sık sık çocukları ziyaret ettiklerinden yuvada onları herkes tanıyor, sevip sayıyormuş. Yaşlandık artık bebek bakamayız, okul çağında bir çocuğa koruyucu aile olmak istiyoruz demişler ve sonrasında da Selma’yı yuvadan alıp evlerine getirmişler. Getirmeye getirmişler de çocuk sabahlara kadar ağlıyor yanaşmıyormuş bir türlü kimseye. Nasıl sevdirsek kendimizi diye düşünüp, çareler arayıp dururken çocuk yuvasından aramışlar bir gün...
nurten y tartaç

Devamı Var…

2 Aralık 2009 Çarşamba

ANNE OLMAK 3 - 4




Oğullarına evlatlık olduğunu nasıl söyleyeceklerdi..? Sabahlara kadar gözlerine uyku girmiyordu karı kocanın. Konuştular, ağlaştılar geceler boyu. Bir evlatlık mıydı Sarp? Hayır! O canlarının içi yavrularıydı. Hasta olduğunda başucunda bekledikleri, burnu kanasa, onların taa yüreklerinin kanadığı yavruları. 

Anne baba olmak nasıl bir şeydi ki başka..? Sadece dokuz ay karnında taşımaksa annelik, bir tek bunu yapmamıştı Sevgi teyze Sarp için.
 Ya baba olmak... Düşününce; canın lazım dese oğlu, İsmail amca vermeye hazır değil miydi..? Oğlum! dedikçe bir oğul daha dökülmüyor muydu dudaklarından? Şimdi, “Sen bizim oğlumuz değilsin.” diyeceklerdi. 
Ya giderse, ya ailesine, kardeşlerine dönerse, unutursa Onları..? Artık bunun bir önemi yoktu. Önemli olan Yavrularının doğru yolu bulmasıydı onlar için. “Varsın bize kızsın, isterse tamamen unutsun, yeter ki ona bir şey olmasın. Canı sağ olsun.” dediler ve karar verdiler gerçeği söylemeye.

Sarp’ı hastaneden çıkarıp eve geldiklerinde, “Seninle konuşmamız gerekiyor oğlum.” dedi babası. Anne babasına çektirdiği sıkıntı ve üzüntünün farkında, başı önde oturdu karşılarına Sarp. 

“Oğlum…” dedi İsmail amca, yutkunup, boğazını temizleyerek. Getiremedi sözünün arkasını. Yaşlar boşaldı koca adamın gözlerinden. 
“Sen…” dedi neden sonra “Sen bizim öz oğlumuz değilsin. Bunu konuşmanın, sana gerçeği söylemenin vakti geldi. Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan aldık seni küçücük bir bebekken. Ama..”

 “ Biliyordum...” dedi delikanlı. “Biliyordum... Ne zaman söyleyeceksiniz diye bekliyordum…”

 Beyninin ta derinlerinde gerçek mi, rüya mı olduğunun ayrımına varamadığı iki kelime çakılı kalmıştı çocukluğundan beri. Gene de küçükken gördüğü kötü bir rüyanın etkisinde kaldığını ve unutamadığını düşünüyordu her aklına geldiğinde. Bir çocukla kavga etmiş, çocuk ona “ Sen evlatlıksın.” demişti. Bu bir rüya Daha doğrusu bir kabus olabilirdi ancak... 
Ama değildi demek ki... 
“Biliyordum.” dedi tekrar. Yerinden kalktı, gözyaşlarını kolunun tersiyle sildi ve kapıyı çarpıp gitti Sarp.

On gün boyunca hiç haber alamadılar evlatlarından. Aramadıkları yer, sormadıkları arkadaşını bırakmadılar. Yoktu hiçbir yerde. Perişandı karı koca. Öğrendiği gerçeği kaldıramayıp, başına daha kötü şeyler getirmesinden, yanlış işler yapmasından endişeleniyorlardı oğullarının. 

Öyle ya! Bir evin tek evladı olarak el bebek gül bebek büyümüştü. Bu yaşına kadar üstüne titreyen, istediği her şeyi anında yerine getiren, her nazına, kaprisine katlanan, kayıtsız şartsız güvendiği, anne baba bildiği iki insan, iki yabancıydı. Şimdi başka kime yanaşabilir, kime güvenebilirdi ki? Kendisini yapayalnız, terkedilmiş ve değersiz hissediyor olmalıydı. 

 Oğullarına yaşattıkları bu travmayı düşündükçe kahroluyordu karı koca. Şimdiden gerçeği söylediklerine pişman olmuşlardı.
 Sarp şu kapıdan giriverse, sarsalar çocuklarını sıkı sıkıya, yalan söyledik deselerdi... Çok kızmıştık son zamanlardaki vurdumduymaz, gözünü budaktan esirgemez hallerine. Hiç öyle şey olur mu? Sen bizim canımız, biricik oğlumuzsun deselerdi... Evlatlarının duyduğu bu gerçek nedeniyle çektiği acıya son verebilirler miydi..?
 Ama Sarp günlerdir eve gelmiyordu. Nerededir, ne haldedir hiç bir fikirleri yoktu.


Devamı Var

nurten y tartaç

***


ANNE  OLMAK

4. Bölüm

 

Bir gün elinde annesinin en sevdiği çiçeklerden koca bir demetle çıkıp gelmişti Sarp. Anne ve babasının ellerini öptü, af diledi binlerce kez. Her zaman bakımlı ve şık olmaya özen gösteren delikanlının, günlerdir üstünden çıkarmadığı anlaşılan kıyafeti kirli, saçı sakalı birbirine karışmış, gözlerinin altı torbalanmıştı. Sanki dünyanın yükünü taşıyormuş gibi omuzları çökmüştü

“Çok üzdüm sizi biliyorum. Beynimi bir kurt kemiriyordu yıllardır... Ya rüya değilse, ya ben gerçekten evlatlıksam diye. Oysa şimdi bunu öğrenmek, evet! önce çok üzüldüm ama sizden ayrı kaldığım bu süre içinde düşündüm ve bu gerçeği öğrenmek sanırım beni kendime getirdi. Rahatladım sanki. Benim size yaptıklarıma öz anne baba katlanamazdı. Beni hiç incitmediniz. Hakkınızı nasıl ödeyeceğim bilemiyorum ama söz veriyorum bir daha sizi üzmeyeceğim.” dedi Sarp.

Sarılıp ağladılar, öpüp kokladılar birbirlerini.

Öz anne babası olsa daha çok sevebilir miydi onları Sarp..? Ve daha fazla nasıl sevilebilirdi bir evlat?

“Sen...” dedi babası “ Bizim canımızsın. Sevgilerin en yücesiyle sarıp sarmaladık biz seni. Tek isteğimiz kendine zarar vermemen. İnsanca yaşaman. Ne mutlu bize ki, yanlışını anladın… Ama yaşlanıyoruz artık, bize bir şey olursa hayatta yalnız kalmanı istemiyoruz. Dört kardeşin var. Onlarla tanışmalısın.”

 “Hayır istemiyorum, benim tek ailem sizsiniz.” Dedi delikanlı. Öyle sert tepki vermişti ki üsteleyemedi karı koca. 

“Pekii! Nasıl istersen öyle olsun.” dediler.

Ama Sevgi teyzeyle İsmail amca karar vermişlerdi. Kardeşleriyle, annesiyle tanıştıracaklardı oğullarını. Sarp’a haber vermeden, ailesini bulmak için Ankara’ya gittiler… 

 Eski kayıtları incelettiler, adres araştırdılar ve sonunda Sarp’ın gerçek ailesine ulaştılar.

 Onu ailesini görmeye ikna edememişlerdi ama kardeşleri Sevgi teyzeleri gördüklerinde o kadar mutlu olmuşlardı ki, hep birlikte onu görmek için İzmir’e gittiler.



nurten y tartaç


Devamı Var…



29 Kasım 2009 Pazar

ANNE OLMAK 2



 ANNE OLMAK    2. Bölüm

Sevgi teyze ve İsmail amca Sarp'ı evlat edindiklerinde bebeğin ellerindeki, kollarındaki yanık izleri henüz geçmemişti. Anneleri ev işlerine gittiği için evde kardeşleri tarafından bakılan çocuğun üstüne sıcak çaydanlık devrilmişti, neyse ki kalıcı iz bırakacak yarası yoktu.

 Çocuğu yuvadan alıp mutluluk ve heyecanla biraz da neler yaşayacaklarının bilinmezliğiyle tedirgin evlerine geldi karı koca. 

Daha önce evlat edindikleri ama annenin pişmanlık içinde yalvarışlarına dayanamayıp geri verdikleri bebek için hazırladıkları odaya yerleştirdiler bebeği. Önceki acı deneyim nedeniyle alışmaktan korkuyorlardı. Yeniden bağlanmaktan ve kaybetmekten.

İhtimam ve sevgiyle büyüttüler Sarp'ı. Hayret edilecek bir derecede Sevgi teyzeye benziyordu. Kendi çocuğu olsa bu kadar olurdu ancak. Kaşları, gözleri, dudakları tıpatıp Sevgi teyzeydi. Öyle ki, İsmail amca, “Hiç mi benden bir şey almamış, herkes Sevgi’ye benzetiyor oğlumu. Bak aklıma kötü kötü şeyler geliyor, fena olacak sonra.” diye takılırdı arada.
 Sarp okula başladığında Sevgi teyze oğlunu okula ve tenis, müzik, spor ve diğer bin çeşit kursa yetiştirmek için kırk yaşından sonra ehliyet aldı. 

İleride sorun çıkmasın diye mahkeme kararıyla İsmail oldu Ahmet amcanın adı. Sevgi teyzenin ismini değiştirmesine gerek yoktu. Çocuğun öz annesinin ismi de Sevgiydi tesadüfen.

Sarp yedi sekiz yaşlarındayken bir gün ağlayarak geldi eve. “Ben sizin çocuğunuz değil miyim? Öyle söyledi Emre.”
 Sokakta oyun oynarken arkadaşıyla kavga etmiş çocuk da ona, “Sen evlatlıksın bi kere, onların çocukları değilsin.” demişti canını yakmak için. 

Oturup konuşmuş ikna etmişlerdi oğullarını ama anlaşılan tekrar benzer olaylar yaşanacak gibi görünüyordu. 

Karı koca ani bir kararla Ankara’daki tüm düzenlerini bozdular bu olaydan sonra. İsmail amca emekli oldu. Evlerini sattılar ve İzmir’e yerleştiler, en yakınları dışında herkesle ilişkilerini keserek. 

Bir süre biz de hiç haber alamadık onlardan. Ancak birkaç yıl sonra Ankara’ya ziyarete geldiklerinde görüşmüştük.

Aradan yıllar geçmişti. Sevgi teyze bize geldiği bir gün Sarp’la ilgili endişelerini, üzüntülerini anlatmıştı anneme uzun uzun…

Çok yakışıklı bir delikanlıydı artık Sarp. Üçüncü olmuştu bir modellik yarışmada. O zamana kadar uyumlu saygılı bir çocukken, çok hızlı yaşamaya başlamıştı. Anne ve babasını hiç dinlemiyor sabahlara kadar eğlenip eve sarhoş geliyordu. Arkadaş grubu hiç güvenilir değildi. “Motosiklet istiyorum.” diye tutturmaya başlamıştı. Buna asla izin veremezdi Sevim teyzeler çünkü biliyorlardı ki diğer arkadaşları aralarında motosikletle hız yarışları yapıyorlardı. Karı koca ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

 Oğullarına nasıl ulaşacaklarını, onu nasıl yola getireceklerini bilemiyorlardı. Bir gün yine motosiklet istiyorum diye bir kavga çıkarmış, kapıyı çarpıp çıkmıştı evden. 

Gece yarısıydı hastaneden aradıklarında. Bir arkadaşıyla birlikte bindikleri motosikletle hız yaparlarken kaza geçirmişler. Sarp daha hafif ama arkadaşı ağır yaralanmıştı… 

Sonunda karı koca uzun uzun konuşmuşlar ve Sarp’a evlatlık olduğunu söylemeye karar vermişlerdi. Böylelikle ailesini bulup kardeşleriyle tanışır, içinde bulunduğu çevreden biraz uzaklaşır diye umuyorlardı.

Devamı Var…

nurten y tartaç



27 Kasım 2009 Cuma

BUGÜN BAYRAM (MIŞ)

 

 

Bugün bayrammış; peki, hani benim kırmızı rugan pabucum?  hani şu bilekten bağlı kıpkırmızı,yatana kadar ayağımdan çıkarmadığım nerdeyse onunla yatacaktım da Annemin  kızdığı “onunla yat bari” diye.  İsteksizce çıkarıp elimle silip parlattığım ve yatağımın kenarına dikkatlice yanyana koyup ona bakarak uyuduğum.  Ya;  Annemin diktiği minik kırmızı çiçekleri olan bol büzgülü, belinde arkada kocaman bir fiyonk olacak biçimde bağlanan kemeri olan karpuz kollu,bebe yakalı  bayramlık elbisem…

 

 

 

 

Sabah uyanır uyanmaz arardı kayınvalidem “nerde kaldınız kahvaltı hazır sizi bekliyoruz” diye de daha ortalığı toparlamadan palas pandıras çıkardık evden geç gittik diye zılgıtı yememek için.  Akşama kadar otururduk orda, “biz artık kalkalım” derdim,  “ne acelen var ayol?”  derdi.  “Daha Anneme gitmedik Anneciğim” dediğimde “hıı” derdi ya, yüzüme bakmadan ama sonra hiç ben öyle dememişim gibi başka ikramlar sokardı araya, ya da yakın akrabaları gezmeden bırakmazdı bizi annemle bayramlaşmak için. Ne zaman “biz artık kalkalım Annem bekler” desem “hıı” der ama yine birşey demedim farzeder  “hadi çocuklar acıkmıştır birşeyler hazırlayalım” derdi mesela… Ve biz her bayram bitişik apartmanda oturan Anneme akşam geç vakitte gidebilirdik bayramlaşmaya…

 

 

 

 

 

Ya Annem; her birimizin sevdiği şeyler ayrı ayrı hazırlanırdı. (Kayınvalidem de bu konuda çok becerikliydi. On çeşit hazırlasın onunu da yemesin çocuklar, onbirinciyi hazırlarken “off” bile demez, hiç üşenmezdi. ) Daha kapıdan girer girmez kayınvalidemlerde sanki akşama kadar aralıksız tıkınmamışız gibi, ayakkabılarımızı çıkarır çıkarmaz doğru mutfağa girerdik sıraya dizilip. Herbir tencerenin kapağı açılır yemekler kontrol edilir sarmalar üstünden tırtıklanır sonra baklava  kalite kontroldan geçer, öyle girerdik salona…

 

 

 

 

Ya şimdi; Hani benim Annem Babam Kayınvalidem Kayınpederim..?  Ne çok kızardım bazı şeylere ve ne boş, çocukça şeylere üzülür müşüm.  Bayram sabahlarında öğlenlerinde akşamlarında sakiniz şimdi. Kimse  “çabuk gelin kahvaltı hazır” demiyor.  Ben kızmıyorum  ”Ama benim de iki küçük çocuğum var. Her istedikleri an orada olamam ki. Benim de yapmam gereken işlerim, gelecek konuklarım var. “ diye…

 

 

 

 

Ahh keşke, keşke dönebilsem o bayramlara o kalabalık bayram sofralarına, yine, ahh ne güzel olurdu…

 

 

 

                                                   BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

24 Kasım 2009 Salı

Öğretmenim Canım Benim…

  

     Çağdaş ve Aydınlık Türkiye’nin bekçisi, fedakar öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun…

 

image

                                                                                          

 

 

 

                                                                               ÖĞRETMENİM

 

                                                   

                                                                      Canım benim canım benim,

                                                                      Seni ben pek çok, pek çok severim.

 

 

                                                                      Sen bir ana,sen bir baba,

                                                                      Herşey oldun artık bana.

 

 

 

                                                                      Okut öğret ve nihayet

                                                                      Yurda yarar bir insan et.

 

 

 

 

 

                       İlkokula başlar başlamaz öğrendiğimiz bu, şirin çocuk şiirini  -Şarkısını- gönderiyorum ben de tüm öğretmenlerimize ve ilkokul öğretmenim Saniye Kendirci’ye ( Yaşamıyorsa, nurlarda yatsın) içimdeki çocukla, ellerinden öperek…  

22 Kasım 2009 Pazar

KABUS GİBİ

                     


Hani bazı rüyalar vardır; gidersiniz gidersiniz ama varmak istediğiniz yere bir türlü ulaşamazsınız. Ya da kendinizi ilk okulunuzda koridorlarda görürsünüz her katı her sınıfı dolaşırsınız yok, bir türlü kendi sınıfınızı ya da arkadaşlarınızı bulamazsınız. Sizi bilmem ama ben görürüm böyle rüyalar… Bu seferki rüya değildi. Çanakkale’de kabus gibi bir on gün geçirdim. Bir saat sonra ne yaşayacağımı kestiremeden, sabah bıraktığım çantalarımı akşam nereye taşıyacağımı bilmeden, o gece nerede kalacağım önceden belli olmadan, en önemlisi oğlumu yurttan nasıl çıkaracağımı, çıkarırsam nereye yerleştireceğimi bilemeden…

Bir rüya görmüştüm bir süre önce. Alper henüz bir bebekti ve çok hastaydı. Kucağıma almış hastanede her kata inip çıkıyordum bir doktora gösterebilmek için ama bir türlü doktor bulamıyordum. Çocuk kucağımda koşuştururken bir de bakıyordum ki, her katta elinde enjektörlerle beyaz önlüklü hemşireler bizi yakalamaya çalışıyor, domuz gribi aşısı yapacağız diye. Çocuğum grip değil aşı yaptırmayacağım diye birinden kaçarken diğerine yakalanıyordum başka katta. Sonunda onların ellerinden kurtulmuştum kurtulmaya da derin dehlizlerde bulmuştum kendimi. “Hayırdır inşallah.” diye açtım gözlerimi. 

Alper “Midem ağrıyor” demişti bu rüyadan birkaç gün önce. Rüyamı ona yordum ama tedirgin de oldum doğrusu, ben bilirim rüyalarımı çünkü. Eninde sonunda çıkar…

On gün önce telefonla konuştuğumuzda mide ağrılarının geçmediğini ve ateşinin de düşmediğini söylemişti oğlum. Kaldığı yurttaki görevlilerden yardım istemiş. Ya, yüzünü yıka geçer, ya da aşağı yukarı yürü geçer cinsinden inanılmaz, insanlık dışı önerilerde bulunmuşlar. Onlardan elbette 19 yaşına gelmiş bir delikanlıya dadılık yapmalarını istemeyiz ama yabancısı olduğu bir şehirde ağrıdan kıvranan birine yardım etmek herhalde bir insanlık görevidir.

O gün eşimle akşam yemeği için tam masaya oturmuştuk ki; nasıl olduğunu öğrenmek için bir kez daha aradık Alper’i. Telefonda konuşamıyordu bile “Çok kötüyüm.” diyebildi… Artık daha önceki deneyimlerimizden biliyorduk ki, kaldığı yurt idaresinden yardım istemenin bir anlamı yoktu. Ne kadar vicdan yoksunu ve insanlıktan uzak olduklarını kanıtlamışlardı bize… Aynı odada kalan arkadaşından daha ağırlaşırsa hastaneye götürmesini rica etmiştik.  Alper'le telefonda konuştuktan hemen sonra, “Ben gidiyorum.” dedim masayı olduğu gibi bırakıp. Alelacele bir çanta hazırladım ve yarım saat sonraki otobüsle Çanakkale’ye hareket ettim.

Ben hareket ettikten sonra eşim misafirhaneden yer ayırtmıştı. İner inmez çantalarımı bırakıp, önce medikoya arkasından da hastaneye götürdüm oğlumu. Ayakta duracak hali kalmamıştı, üç gündür yediği her lokmayı çıkarıyormuş ve üzülmeyelim diye bu kadarını söylememiş bize. Hemen hastaneye yatırdılar, ağızdan beslenmeyi kesip serumla beslemeye başladılar… 

Bulantı, kusma, 38’5 derece ateş, hafif bir burun akıntısı ve vee… Bilin bakalım ne oldu..?

EVET !!! Bir anda ağzımıza maskeler taktılar odamızı ayırdılar kapımızı kapattılar. Maskesiz ve eldivensiz yanımıza yanaşmadılar… Karantinaya aldılar bizi.

Neler oluyor, durun! Biz grip rahatsızlığıyla gelmedik, midemiz rahatsız… diyecektik ama kimseyi bulamadık çünkü bu arada akşam olmuş, hafta sonu da olduğu için derdimizi anlatacağımız herkes gitmişti. Halimizi düşünebiliyor musunuz? Tam bir panik halindeyiz. Oğlum sancıdan kıvranıp duruyor, ben konuşabileceğim birilerini arıyorum. “Ben bir doktorla görüşmek istiyorum, bu işte bir yanlışlık var. Grip rahatsızlığımız yok bizim. Varsa da, o halde neden birşey yapılmıyor, böyle yatıp duracak mıyız, tahlil tetkik neden yapılmıyor?” dedim bir hemşireye. Baktım kimsede bir hareket yok, Ankara’da prof. kuzenimi aradım, durumu anlattım. Telefonda bana bir takım şeyler sordu oğlumun genel görünümüyle ve ağrısıyla ilgili. “Hiç merak etme. Domuz gribi falan değil bu ama biz de artık böyle yapıyoruz salgın olduğu için” dedi…

Ertesi gün hoca geldi ve ortada domuz gribini çağrıştıran bulgular olmadığına karar verdi de, kurtulduk bu tecrit durumundan… Kaldı ki ben domuz gribinin ciddiyetine inanmıyorum aslında ve bildiğimiz gripten farkı olduğunu da düşünmüyorum… Ama böyle ‘şüpheli durumda’ olmak bile çok rahatsız edici birşey, bundan emin olabilirsiniz.

Sonunda; akut gastrit tanısı kondu…

Alper gittiği günden beri yurdun yemeklerinden şikayetçiydi, şimdi bir de mide sorunu yaşıyor ev ortamında olsun. Yurttan çıkaralım dedik ama ille de, “Ben alacağım parayı bilirim. rahatsızlık beni ilgilendirmez. Bizim yüzümüzden hastalandığını ispatlayın vereyim senedinizi”(Toplu zehirlenme dışında bunu ispatlayamayacağımızı biliyor tabii) diyen yurt sahibini ne yaptıysak ikna edip senedimizi alamadık. Adam karabasan gibi” Dediğim dedik, elimde senedim var vermem de vermem.” diye ayak diriyor. Kalan paranın yarısını verelim dedik kabul etmedi. İnsanlığını elindeki senet karşılığında satmış. Yapacak bir şey yok dedik ve şimdilik, oğlumuzu orada bırakmaya karar verdik… Şimdilik…

NOT: Apar topar gittiğim için kimseye haber veremedim. Beni merak etmiş dostlar arkadaşlar. Bir kez daha anladım ki, siz sanal değil gerçeğin ta kendisi, gerçek dostlarsınız ve yine diyorum ki iyi varsınız…


12 Kasım 2009 Perşembe

A N N E O L M A K




ANNE OLMAK 1. Bölüm Hazır İzmir’e gelmişken, yıllardır kendisinden haber alamadığım Sevgi Teyze’min izini bulmayı kafama koymuştum. Daha iner inmez, Ülkü dedim, “Ben Sevgi Teyze'mi bulmak istiyorum." Elimde yıllar önce bize verdiği adres vardı ama çoktan değişmiş olabilirdi…” Telefonundan da ulaşamamıştım. Başka bir abone kullanıyordu numarayı. Güzelyalı’da misafirhaneye yerleşip birkaç saat uyuduktan sonra peşime arkadaşımı da takıp, hiç bilmediğim İzmir’de hiç bilmediğim mahalle ve sokaklarda adres aramaya koyulduk. Sonunda elimdeki kağıtta yazılı adresi bulup kapıyı çaldık. “ Ben...” dedim kapıyı açan hoş, güler yüzlü kadına “Annemin bir çocukluk arkadaşını arıyorum. İsmi Sevgi. Eşinin adı İsmail. Bir oğulları vardı, şimdi 29-30 yaşlarında olmalı. Elimdeki adrese göre burada oturuyor olmaları lazım ama...” Tabii kadıncağız pek kuşkulu gözlerle baktı bize ve didik didik sorular sormaya başladı. “Bu kadar yakınsınız da nasıl nerede yaşadığını bilmiyorsunuz ?“ gibi mesela. Sarp’ın evlatlık olduğunu bilip bilmediğinden haberim olmadığı, ilişkilerinin seviyesini ve Sarp’ın şu anki durumunu da bilmediğim için açık açık konuşamıyordum kadınla. ”Biz Sevgi Hanımlardan satın aldık bu daireyi. Ama zaten Önce de bu apartmanda oturuyorduk kiracı olarak. Onları severdim. Gittiklerinde çok üzüldüm, büyük iyiliklerini görmüştüm çünkü… Buyurun içeri, bende cep telefonları var. Onu aradığınızı söyleyeyim, siz de konuşursunuz isterse eğer.” dedi kadıncağız çekine çekine. Sevgi Teyzenin adımı duyduğunda ve benimle konuşurken coşkusuna, özlemine şahit olduktan sonra rahatladı genç kadın. “Benim tanıdığım en iyi insanlardır onlar. Öyle insanlar çok az bulunuyor, onun yakını ve bu kadar sevdiği kişiyi bırakır mıyım ben yemek, çay ikramı yapmadan?” diyerek bizi eni konu ağırladı büyük bir samimiyetle. “İsmail Amca öldükten sonra Sevgi Hanım artık İzmir’de kalmak istemedi, memleketine gitti.” dedi kadın. Hiç haberimiz yoktu İsmail amcanın ölümünden. O yıllarda annem çok hastaydı. Bir gün, “Sevgi’yi özledim, çağırsan da gelse.” demişti bana… Ama ancak şimdi ulaşabilmiştim annemin çocukluk can arkadaşına. Üstelik burnumuzun dibinde sık sık gittiğimiz, ikisinin de doğup büyüdükleri, çocukluk ve ilk genç kızlık yıllarının geçtiği ilde yaşıyormuş artık. O da Annemi aramış bir kaç kez ama ulaşamamış. *** Sevgi Teyze ve Eşinin tek üzüntüsü bir çocuklarının olmayışıydı. Artık kendi çocukları olmasından umudu kestikten sonra evlat edinme yoluyla çocuk sahibi olmaya karar vermişlerdi. Ve Çocuk Esirgeme Yurdundan iki aylık bebekken almışlardı, parmakları ve kolları yanık içindeki minik Sarp’ı. Beş kardeşin en küçüğü olan çocuğun babası daha o doğmadan ölmüş ve anne çocuklarına bakabilmek için yeni doğmuş bebeğini, en büyüğü on bir yaşında olan abla ve ağabeylerinin yanında bırakarak çalışmaya gidiyormuş her gün. Sonunda kadın, büyükler bir şekilde idare eder ama bebeğin başına daha kötü bir şey gelecek korkusuyla çocuğunu yuvaya bırakmak zorunda kalmış… Devamı var… nurten y tartaç ( Kasım 2009 )

10 Kasım 2009 Salı

Anıtkabir

 

 

 

Birlik ve beraberlik; ölümden başka her şeyi yener.


Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.


Bugün vatanımızda bir milli kudret varsa, o cereyan, felaketlerden ders alan ulusun kalp ve dimağından doğmuştur.


Milli sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.

 

K. Atatürk

 

 

 

Kopyası SDC10951

 

 

 

Kopyası SDC10952

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SDC10953

 

 

 

 

SDC10944

 

Yurdun dört bir yanından yüzbinlerce insan akın akın Anıtkabre koştu bugün, Özlemle sevgiyle…

 

 

 

 

 

Çiçekçiler, birlikte ve binlerce çiçekle donatmışlardı her bir yanı…

 

SDC10948

 

 

Bu bayrak, binlerce kırmızı beyaz karanfilden oluşturulmuş…

 

SDC10962

 

 

Askeri bir helikopter, Anıtkabrin üstünde bütün gün alçak uçuş yaptı, aşağıdaki kalabalığın coşkulu alkışlarıyla…

 

SDC10976

 

 

  Atatürk’ün mozolesinin üstündeki tavan süslemesi

 

SDC10979

 

 

 

SDC10980

 

 

Ata’mın mozolesinin etrafı çiçek bahçesi gibiydi.

SDC10996

 

İşte Cumhuriyet’in bekçileri

SDC10997

 

 

 

 

 

 

 

                                          

                                       Yukardaki çiftle kısa bir süre sohbet ettim. Kültürlü aydın Atatürk’çü örnek bir  çiftti, hayran kaldım gurur duydum…

 

                                  

SDC11002

SDC11005 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tüm yurttan ve Kıbrıs’tan, genç yaşlı çocuk, her yaştan binlerce insan dün Anıtkabir’deydi.

Yüzlerde umut azim kararlılık gördüm.

Üzüntü, keder..? Hayır, çünkü ordaki herkes biliyordu ki, O yaşıyordu yaşatılıyordu. Devrimleriyle fikirleriyle ve en büyük eseri, Cumhuriyet’le yaşıyordu…  Ve sonsuza kadar da yaşayacaktı…