26 Mayıs 2009 Salı

MARYA

Sustu another Life gazinosu Sustu şarkılar,
Paletimde renk sustu, fırçamda şekil
Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde
Sustu Paramos'un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya,
Artık ne tayfalar mevcut, ne komondos bar,
Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.
Bu medar ikliminin tenha gecesinde
Sardı bambu kamışlarını pişman bir sukut
Sardı bir sızı.
Hani birdenbire bazen bütün etrafımızı
Sapsarı bir şüphe sarar ya
İşte öylesine berbat bir hal var.
Hiç bir şey düşünmek istemiyorum, hiç bir şey
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var.
SKA-LAR-YA!
Hayır hayır yalan bütün bunlar
Artık ne kadere inanıyorum ne fala
Yalan söylüyor o falcı kadın
O hintli parya.
Ben yalnız sana inanıyorum
Yalnız sana, MARYA...
Beni kahrediyor böyle geçen her gece
Bu hoyrat yıldzlar, bu su, bu okyanus, bu yer
Ve gökyüzünde emanet duran
Şu asma fener.
İnan ki sevgili MARYA
İnan ki sen gideli,
Ne varsa hepsi yabancı,ne varsa hepsi keder
Ve hepsi omuzumun üstünde çaresiz bir yük
Ve hepsi angarya.
Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum
Bir vapur demirleyecek bu nankör limanda
Pol'un ebedi matemine rağmen
Virjini olabilirdi bu vapurda
Ama sen yoksun biliyorum sen yoksun.
Sözünü ne çabuk unuttun Marya?
Baharda geleceğim diyordun hani
Haydi gel daha ne bekliyorsun
İşte mevsim bahar ya.
Fırçam neden boyle titrer bilir misiniz?
Ve neden bütün resimlerimde fon sapsarı.
Anlıyorsun değil mi yavrum
Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun
Bu tropikal zehir,
Bu müzmin malarya,
Sensiz nasıl da boş iskele,
Sensiz nasıl da tenha şehir
Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde
Koydan yıldızları çalmışlar bir bir,
Yine de birkaç çımacı, birkaç palikarya.
Ama kim düşünür yıldızları,
Yüzbaşı Arnold'u vurmuş yerliler
Matemler içinde tekmil batarya.
Bu insanlar, bu yıldızlar, bu gök, bu yer
Birer birer kaybolmaya mahkum, birer birer
Biz ki çoktan bu sapsarı hasret içinde susuz
Biz ki çoktan beri kaybolmuşuz.
Nasıl. Ağlıyor musun MARYA?..
Sil gözlerini, haydi sil yavrum
Bizim yokluğumuzdan ne çıkar
Aşkımız var ya...
Bekir Sıtkı Erdoğan

 

Blog arkadaşım :) Sevgili Ayşegül  kızımdan esinlendim.  Lise  yıllarında ezberlediğim ve çok sevdiğim; Her boş derste okumakla görevli olduğum bu şiiri hatırladım …

kumru


    
image 

“Merih beni içeri bırak oğlum, çok halsizim, yürüyemeyeceğim.” Dedi annem. İki gün öncesine kadar ,gayet iyiydi. Daha birkaç gün önce ,bizimle balkonda oturmuştu, kısa süreli de olsa… Böyle  bitkin değildi. Kemoterapilerden sonra bir süre rahatsızlığı olurdu ama yürüyemeyecek durumda hiç olmamıştı. Hastaneye de bu yüzden getirmiştik, doktorumuza danışalım diye.
       “Kan değerlerin çok düşük, hemen yatıralım seni.” dedi…
        Tam üç ay kaldı annem hastanede… Çıktığında da zaten yapacak bir şey kalmamıştı…
       Hastaneye yatışımız, yaşanan acılar, ki bu sadece kendi acılarımız değil. Her sigara molasında duyduğum ve durumumuza şükretmemize neden olan hayat hikayeleri… Gerginlik, stres…  İnsanın gerçekten de sınırlarını zorlayan bu ortamda güzel bir şey oldu…
      Hastane odasının, penceresinin önündeki çam ağacına  bir kumru yuva yapmıştı. Elimizi uzatınca dokunabiliyorduk. Bir süre sonra iki yavrusu oldu. Bütün gün ana kumrunun yavrularını besleyişini izliyorduk.  
       Ana kumru yuvadan ayrılır, bir süre sonra ağzı dolu yuvaya dönerdi. Yavrular annelerini görünce ağızlarını kocaman açarlar, anneleri de ağzındakileri yavruların ağzına verirdi. Minik yavrular yuvada yalnız kaldıklarında birbirlerine iyice sokulurlardı. Bunu üşüdüklerinden mi yapıyorlardı, yoksa içgüdüsel bir davranış mıydı bilmiyorum. Ana kumrunun  yavrularını yalnız bırakmasına ve yiyecek arayacağım diye yorulmasına üzülüp yuvaya kek, bisküvi ne bulursam seveceklerini düşündüğüm, yumuşatıp koyuyordum. Hiç birini yemiyorlardı. İlla ki anne gidip yiyecek bulacak, onu yiyeceklerdi…
     O çok zor günlerimizde bize nasıl da can vermişti yavrularıyla birlikte ana kumru…
     Bir sabah; evdeki işlerimi yoluna koyup tekrar hastaneye geldiğimde bir de baktım yavru kumrular yuvada yoklar… Ne zaman büyümüşler ? Ne zaman uçmayı öğrenmişler de yuvalarını terk etmişlerdi  anlayamadım…
     Tanrı bize bir şey mi göstermek istemişti? "Doğanın bir kanunu var. Bir yerde bir yaşam biterken, başka bir yerde yeni bir yaşam başlar ve bu öyle bir düzen içinde gerçekleşir ki, yan yana olsanız da, kendi yaşadığınızı görürsünüz yalnız. Başkasının ne yaşadığını fark etmezsiniz bile..."  mi demek istemişti?


nurten y tartaç

23 Mayıs 2009 Cumartesi

çalıkuşu

www.yeniresim.com_-_Ku_Resimleri_-_al_Kuu

   

Annemin bir arkadaşı aradı biraz önce Almanya’dan. Arkadaşı dediysem;annemden 10 yaş küçük, benden 10 yaş büyük. İkimizin de arkadaşı sayılır yani. Ben çocukken o bir gençkızdı. O zamanlar benim arkadaşım değildi tabii. Annemle fısır fısır sohbet ederken beni yanlarından uzaklaştırırlardı.”Hadi git sen oyun oyna.”diye.

Annem o yıllarda roman, fotoroman, Hayat Mecmuası(kocaman dergilerdi) ve şimdi adını hatırlayamadığım ,başka dizi romanların yayınlandığı mecmualar alırdı. Bunları okuduktan sonra özenle sıraya koyar saklardı. (Benden saklardı tabii. Aşk romanlarını o yaşta okuyup erkenden - başka şeyler - düşünmeye başlamayayım diye.) Bilmiyordu tabii. O kapıdan çıkar çıkmaz fotoromanları elimle koymuş gibi bulduğumu. Hepsini önüme yayar içinden herhangi bir romanı seçip (Mecmuaların içinde birden çok roman olurdu. Dizi şeklinde ve resimliydi.) baştan sona okur, sonra yerine yerleştirirdim.

Solmaz Abla da, işte bu fotoromanları ve dergileri okumak için her fırsatta anneme koşardı.

Sanırım,’ başka şeyler de’ konuşurlardı. Bazen Solmaz ablayı ağlarken yakalardım. Annem hemen uzaklaştırırdı beni yanlarından. Ama genellikle gözlerinden yaşlar gelene kadar kahkahalarla sohbet ettiklerini hatırlarım.  Elbette biraz kıskanıyordum onu Annem'den
Çok güzel bir kızdı Solmaz Abla. Sapsarı uzun saçları, yemyeşil gözleri vardı. Onunla sokağa çıkmaya bayılırdım küçükken. Herkes bize bakardı . Bu çok hoşuma gidiyordu.

Kısa bir süre sonra Solmaz abla nişanlandı. Nişanında ağlıyordu…Çok güzel hediyeler gelmişti. Kıyafeti harikaydı. Saçlarını da çok güzel yapmışlardı. Harika görünüyordu. Niye ağlıyordu ki..?

Ben o zaman ,dokuz on yaşlarındaydım. Ağaç tepelerinden inmezdim. Annem aşağıda bas bas bağırır, ben daha yukarı tırmanırdım. Kadıncağız sinirden kıpkırmızı olurdu... Kardeşim, arkadaşlarıyla komen oynarken. (Tabanca ile oynanan bir oyundu. Bir sipere saklanılırdı ve kolunu bacağını dışarı çıkarırsan vurulurdun.) Ben de sizle oynayacağım diye tuttururdum.”Git arkadaşların evcilik oynuyor. Onlarla oyna. “ derdi kardeşim. Ama ne mümkün beni ikna etmek. Çaresiz elime bir çubuk ’silah’ verirler. Beni de oyuna katarlardı.

Sonraları evcilik oynamaktan daha çok keyif aldığımı hatırlıyorum. Çünkü artık annemin komşu kadınlara diktiği elbiselerin kumaşlarını parçalayıp bebeklerime elbise yapmayı öğrenmiştim. Tabii arkadan annemden bir yığın azar işittiğimi söylememe gerek yok.

Aradan yıllar geçmişti. Bir genç kızdım artık. Bir hafta sonu akrabalarımı ziyaret için başka bir şehre gidiyordum. Mola vediğimiz yerde Solmaz Abla'mı gördüm. Eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. İki kızı vardı… Biliyor musun ?dedi ”Allah bana senin kızın gibi bir kız verecekse hiç çocuk vermesin.” derdim Annene."Senin, o yaramaz, mızmız ,ağaç tepelerinden inmeyen, oğlanlarla cıyak cıyak komen oynayan çocuk olduğuna inanmak imkansız.” " Sana çalı kuşu derdik hatırlıyor musun..?" Güldüm... Hatırlıyordum tabii..."Ya senin kızın ..? Uslu mu bari? Bana benzemiyordur umarım." “Sen nur alem nurmuşsun meğerse.”  Gülüştük... Şimdi onun kızı da evli. Bir oğlu var. Delikanlı oldu…

Annemin hastalığına kadar yıllarca yine görüşemedik Solmaz Abla'yla. Almanya da yaşıyordu . ikinci kez evlenmiş bir kızı daha olmuştu. Mutlu olamamış, ayrılmışlardı… Haberlerini alıyorduk .

Annemin ölümünden kısa bir süre önce geldi. Annem artık çok hastaydı. Yine başbaşa verdiler. Bir taraftan ağladılar, bir taraftan gözyaşlarını silerek, kahkahalar attılar… O gün Annem beni Solmaz Abla'ya emanet etmiş.” Kızımı ihmal etme !.. Onun kimsesi yok.” Demiş. Gerçi hastalığı ağırlaştığından beri kim gelse, beni ona emanet ediyordu Canım Anneciğim…

Sık sık arar Solmaz abla. " Sen bana Annenin emanetisin."der...

Bu gün de uzun uzun konuştuk. Birçok rahatsızlığı varmış. Ameliyat olmuş. Yakında bir ameliyat daha olacakmış. Artık küçük kızı da Türkiye'deymiş. Avukatlık yapıyormuş. Onlarla olmak için Türkiye'ye dönmek istiyormuş ama bütün tanıdıkları Almanya'da olduğu için buraya alışmak konusunda tereddütler yaşıyormuş…

İşte böyle …Bir telefon beni Yıllar öncesine götürdü...

22 Mayıs 2009 Cuma

off of yine mi kış geldi ne?…

 

yagmur14cx7fi7

 

   Tamam çok severim yağmuru, yağmurda yürümeyi. Hatta, savurttura savurttura ağzıma burnuma dolarak yağsın, onu da severim… Karı fırtınayı da severim. Sonbahar da en sevdiğim mevsimdir ama yetmez mi artık?  Tam ,hah yaz geliyor . İçimiz ısınacak. Yazlıkları çıkaralım. Kabanlar, hırkalar kalksın artık ,derken; o da ne ?kış geldi yine. Gerçi, ne kadar çırpınsa da; soğuk yapamıyor artık ama rahatsız ediyor ya, yetmez mi?  Ne giymeliyiz bilemedik.

   Sabah çıkarken oğullarıma, hırka almaları için baskı yapıyorum. Geldiklerinde, bir dünya laf duyuyorum. ”bir daha senin sözüne uyup giyinir miyim?..”diye söyleniyorlar bana. “Haklısınız.” diyorum . Ertesi gün karışmıyorum. Akşama,üşümüş ve sırılsıklam geliyorlar. Bu sefer de”Anne ,sabah insan bi ikaz eder . Ben düşünemedim . Sen de mi farketmedin, havanın yağmurlu olabileceğini? diyorlar. Anlayacağınız; bu havalar ,aile saadetimizi bozacak:)

    Evet ; çok severim yağmuru,sonbahara  da hayranım ama yeter be ,gözünü seveyim…

Artık yaz gelsin… Şöyle bi rahatlayalım. Balkonda kahvaltı yapalım . Akşam çayımızı balkonda içelim .Hava karardıktan sonra yürüyüşlere çıkalım. İçimiz ısınsın artık.

    Tabii ben biliyorum ,sıcaklık üç gün üstüste 33 ü göstersin,bu kez de ; off yeter!.. Biraz serinlesin şu havalar. Bu ne? yandık piştik diye feryada başlayacağım  ama Neyse… Önce bi yaz gelsin de…

19 Mayıs 2009 Salı

19 Mayıs Atatürk'ü Anma,Gençlik Ve Spor Bayramı'nız Kutlu Olsun

                  

                     ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ

Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
        Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
         Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927

mustafa_kemal_ataturk

18 Mayıs 2009 Pazartesi

 

siyah_kurdele

 

  Değerli tıp doktorumuz, Atatürkçü , çağdaş türk kadını ,kardelenlerin meleği; sayın; pr dr Türkan Saylan’ ı bu sabaha karşı kaybettik…Acımız büyük…  Tüm kardelenlerinin ve hepimizin başı sağolsun…

12 Mayıs 2009 Salı

atkestanesi


Hastanenin ağır havasından uzaklaşabilmek için, her sabah ve her akşamüstü,bahçede beşer onar dakikalık yürüyüşler yapıyordum. Ankara Üniversitesi’ne bağlı Cebeci Kampüsünde idi ,onkoloji bölümü. Binalar eskiydi ve bahçesinde asırlık ağaçlar vardı.
40 yıl önce de Annem burada yatmıştı ve Babam da, kardeşim de burada ameliyat olmuştu. Ailemizin hastanesiydi yani…
At kestanesi ağaçları  o kadar güzeldi ki, onları inceleyerek yürürken unutuyordum bir nebzede olsa Annemin hastalığını, yaşadığımız yoğun,sıkıntılı koşuşturmacayı…

Sonbahardı… Hafif bir rüzgar vardı. Yapraklar usul usul ,nazlanarak, döne döne düşüyorlardı yere… Ağaçların arasından süzülen güneş ışığında yaprakların rengi inanılmazdı. Bütün renkleri barındırıyorlardı içlerinde. Sarı, kırmızı, mor, turuncu ve yeşilin her tonu, kahverengi hatta siyah…
Oysa ölüyorlardı. Bu ihtişam, bu inanılmaz güzellikle nasıl bir tezattı böyle?
Annemin bir ihtiyacı olur kaygısıyla, hızlı hızlı yürüyerek hastaneye girdim. Odaya giderken hastaların yüzlerine bakıyordum. Hepsi sarıydı. Sapsarı…Sonbahar diye düşündüm. Burada da sonbahar yaşanıyordu… Ama tek renk vardı… Sarı… Yalnızca sarı…



3 Mayıs 2009 Pazar

ÇIĞLIK



Bir anda boğuk bir feryatla çınlamıştı bekleme salonu..."Annemmm..."

Kaskatı kesilmiştim. Boğazımda bir yumruk vardı sanki. Ağlamak istiyor ama ağzı maskeleri hastaların yanında, yanımda da Annem varken bunu yapmamak için sıkıyordum kendimi.

Kendine gel dedi annem. Biraz metin ol kızım. Ben bu durumdayken daha çok karşılaşacaksın bu gibi şeylerle. Bana bir şey olsa ne yapacaksın..? Mukadderat... Hepimize gelecek sıra, öyle ya da böyle.

Anneme döndüm yüzümü. Sanki bir şey anlatıyormuş gibi. Diğerleri görmesin diye. Yağmur gibi yaşlar boşalıyordu gözlerimden. O'nun içinde neler yaşadığını hiç düşünmeden. Öylece bana bakıyordu Annem...

Önce birkaç fısıltı oldu salonda. Kadın gençmiş. İki kızı varmış. Büyük 15 yaşında. Çığlık atan oymuş. Sonra garip bir sessizlik bürüdü etrafı, kimse biraz önceki ölümü farketmemişti sanki. Ama bekleme salonundaki sessiz çığlık çok daha korkunçtu. Kaderine boyun eğmiş, doktor sırası bekliyordu hastalar.

Hastalığı süresince her fırsatta, beni beklenen sonuna hazırlamak için telkinlerde bulunuyordu Annem... İlk ameliyatına giderken ameliyathanenin kapısında ''Söz ver bana, üzülmeyeceksin. Bak ben üzülüyor muyum?'' demişti, dudaklarına yerleştirdiği sahte, titrek gülümsemeyle.

Bir keresinde '' Kızım ben bu dünyada mutlu olamadım. Benim arkamdan sakın ağlama. Sıkıntılarım, üzüntülerim sona erdi diye sevin." demişti.

Annemi kaybedeli 3,5 yıldan fazla zaman oldu. Hala başaramadım onu andıkça içimin yanmasını durdurmayı, Her saniyesi gözlerimin önünde çektiği acıların...

***

Yine sensiz bir Anneler Günü geliyor Annem. Kanadı kırık kuş gibiyim... Hani derler ya ''Bir evlat kaç yaşında olursa olsun, anaya muhtaçtır." diye. Çok doğruymuş. Keşke keşke her saniyesini dolu dolu değerlendirebilseydim, analı kuzu olmanın... Ama insan annesinin öleceğine inanamıyor ki... (Ölüm döşeğinde bile...)o hep yanında olacak sanıyor.

Ahh anam... Bir an gelsen, bir an. Dizinde yatsam, saçlarımı okşasan... Razıyım yine git.

Olmaz ki...olamaz...

Rüyalarıma gel o zaman. Bunu da mı yapamazsın...Çok mu kırdım Anam, çok mu üzüldün...

affet beni affet affet...

Tüm annelerin Anneler Günü'nü kutlarım...

Tüm evlatlar... Elinizde tuttuğunuz pırlantanın değerini bilin... Kırılmadan...