23 Aralık 2013 Pazartesi

Ne olur, daha parlak olsun yarın güneş gökyüzünde

 sevgi taşısın kanımız kılcal damarlarımıza dek

bir açalım ki gözlerimizi sabaha,

kış bitmiş, tomurcuklar açmış olsun dalında bahara

ve yüreklerimizden beyaz güvercinler salalım semaya

1 Aralık 2013 Pazar

KİRLİ SARI


Şehir pancur pancur kapanırken kendi içine

kirli sarı bir sis, tül gibi örter geceyi

ve karanlık gölgeler tutar köşebaşlarını.

Sağanak sağanak dökülürken;

yaklaşırken uzaklaşan,

 uzaklaştıkça yolunu kaybeden,

sahipsiz ayak seslerine eşlik eder ıslak caddede yağmur.

Islak caddede;

yaşından önce yaşlanmış yorgun fahişe,

sokak lambasının direğine yaslanmış,

 elinde sigarası...

Gözleri kirli sarı,

 bir omuzu düşmüş bluzu kirli sarı.

Yanlış zamanda yanlış yerde durmuş belli ki...

 Çelme yemiş kaderden,

yüreği kirli sarı...


        nurten y tartaç




26 Kasım 2013 Salı

DÜN... BEN

DÜN... BEN

Dün küçük bir kız geldi 
çat kapı.

"Buyur!" dedim, 

geçti oturdu baş köşede
 en rahat koltuğa.

Elinde tek kollu bebeği, 

saçları iki örgü.

Umursamaz, aldırmaz

 hatta arsız biraz.

"Ne istersin?" dedim...


"Kahve lütfen..." dedi
 ayak ayak üstüne atarken beceriksizce.

Minicik oyuncak fincanlarda kahve, 
yanında iki düğme... çikolatalı kurabiye niyetine.

"Eee..." dedi "Ne var ne yok, çok değişti mi dünya? 


Oyuncaklar mı değişti en çok, şekerlemeler mi?"

"Değişti... 

Her şey değişti. 
 Her şey öyle çok ki artık..?" 

Minicik ellerini çırptı neşeyle, "Yaşasınn! Ne güzell!" 


"Annem-babam... 

Kızıyorlar mı hala, 
erken yatmadın diye..?

"Annem- babam... 

Yoklar artık..." dedim.
Anlamadı ...

"Şu karşı duvardaki

 kocaman şey de nedir..?"

"Televizyon o.

 İçinde tüm dünya var."

"Aaa! Sahi mii? 

Hadi göstersene göstersene!" 

"Peki" dedim

 isteksizce bastım düğmesine.

Donmuş gibi kalakaldı izledikleri  karşısında.


Açtığım kanallarda savaş, şiddet, keder, kan, gözyaşı, 

acı vardı. 

Bazılarında vur patlasın,
 çal oynasın eğlence.

Belli, kafası karıştı. 


Dehşetle açıldı sonra 
o masum gözleri.

"Dünya böyle bir yer mi oldu..? dedi.


"Evet..." dedim.

Sustu
Gözleri doldu. 

Bebeğini tuttu tek kolundan, kalktı yürüdü

 ardına bakmadan.

Seslendim arkasından...


"Dur! Dur gitme...

 Kal biraz daha ne olur. 
Çok özlemişim seni." 

Ağladım, yalvardım...


 "Bari bebeğimi bıraksan... bıraksan da öyle gitsen..."

Duymadı... 

Aldırmadı...

 Sessizce süzülüp, 

kayboldu kapı aralığından.

   nurten y tartaç





4 Kasım 2013 Pazartesi

İBRET ALMAK GEREK KARINCADAN





Mutlaka bir çözümü vardır her sorunun. Mutlaka... En imkansız görünenin bile. Tek başına üstesinden gelemeyebiliriz. El ele verelim, birlik olmayı bilelim.   Güç birlikten doğar ama kontrolsüz güç de güç değildir, unutmayalım. Akıllı, mantıklı olalım. Sorunumuzun çözümünde başkalarının fikrine, yol göstermesine, bilgisine değer verelim. Önce kendimize, sonra, elimizi uzattığımıza ve elini bize uzatana güvenelim. Sabırla ve sakin, hedefe kilitlenelim. Bir an bile kaybetmeyi aklımıza getirmeyelim. Yarı yolda pes etmeden, yılmadan sonuna kadar var gücümüzle başarmak için çalışalım. 

Bir de bakmışız ki; olmayacağı oldurmuş, karanlığı ardımızda bırakmış, güvenli bir düzlüğe ulaşmışız. Neden olmasın... Yeter ki isteyelim...






29 Ekim 2013 Salı

BUGÜN 29 EKİM

İnsan; babası öldüğünde büyürmüş ancak. Kaç yaşında olursa olsun. Ne kadar doğru bir söz... Öyle ya; baba koskoca bir dağ, koca bir çınardır yavrusunun ardında; yaslanacağı, gölgesinde güvende hissedeceği. Bir anda savunmasız, çırılçıplak hisseder insan babası gidince ebedi mekanına. Artık çocuklaşmaya, şımarmaya, kapris yapmaya hakkı olmaz. Bir babanız yoktur artık çünkü. Kim çeker ki nazınızı..? Büyürsünüz ... Bir anda...

Benim için de öyle olmuştu. Sanmıştım ki babam hiç ölmeyecek. Hep yanımda olacak.  Ne zaman güçsüz hissetsem, hep olduğu gibi yaslanırım omuzlarına, ağlayabilirim doya doya. Destek olur bana. Saçlarımı okşar sessizce. O dokundukça güç bulurum, kuvvetlenirim, kim yıkabilir ki beni..? Ama erken yenildi hayata...

Cumhuriyet aşığı bir öğretmendi Babam. Birgün önceden kocaman bayrağını balkonuna asmış, bayram coşkusuna hazırlamıştı yüreğini. Sabah erkenden emekli olduğu okula gidecek, öğrencilerin törenini izleyecek, her dinlediğinde ağladığı İstiklal Marşı söylenirken çocuklarına  eşlik edecekti. Olmadı... Bir 29 Ekim sabahı, Cumhuriyet Bayramı'nda, daha 57 yaşında ayrıldı aramızdan. 

Canım Babacığım;

Bildiğim tüm doğrular, tüm inançlar yeni baştan şekil almak zorundaydılar  Senin ardından.

Her sözünün, her öğüdünün hazineler değerinde olduğunu ancak anlayabildim...

Her gittiğimde; dağında, yaylasında, havasında buram buram Sen kokan, memleket hasretiyle yaşayıp, memleket hasretiyle ölen Babam.

Bugün 29 Ekim. Bugün Cumhuriyet Bayramı. 

Biliyor musun..? Senin bildiğin bayramlar yok artık. Ülke de senin bildiğin gibi değil. Kara bulutlar dolanmakta nicedir taptığın bu topraklar üstünde. Sen ellerinle ağaçlandırırdın ya her gittiğin okulu, şimdilerde iki ağaç için can vermekte fidan gibi gençler. ODTü de asırlık ağaçlar sökülüyor yerlerinden acımasızca. Fidan diken çocuklarsa dövülüyor, yakılıyor. Yol yapmak için. İyi ki yoksun Babacığım; olsaydın dayanamazdın Atatürk Orman Çiftliğinin haline. Oraya da yol yaptılar...

İyi ki görmedin bu günleri babam; artık Andımız yasak ...

Yine de umutluyum, umut etmek istiyorum. Güveniyorum ülkemin gençliğine.

 Ne demişti ATAM ; 

"Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek olan sizlersiniz"

NURLARDA UYU BABACIĞIM, SEN YATTIKÇA, YAŞASIN CUMHURİYETİMİZ.

CUMHURİYET BAYRAMI'MIZ KUTLU OLSUN




24 Ekim 2013 Perşembe

ÖYLESİNE


Susamış gibi, acıkmış gibi

bastırıverir özlem bir anda...

Öylesine doğal

içgüdüsel

kendiliğinden

oluverir.

Kana kana içmek, tıka basa yemek ister insan

ama

sindirir, susturur duygularını.

Diyette gibi...


    nurten y tartaç

15 Ekim 2013 Salı



Unutkanlık fena birşey hakikaten de.  Herkesde az çok vardır ve birçok nedenle unutabilir insan. Stres, dalgınlık, yoğun yaşam tarzı, hastalık, yaşlılık vs... Herşeyi unutabiliriz. Anahtarı unutur içerde, kapıyı çekiveririz mesela. Yemeği ocakta unutup yakabilir kadıncağız, tv de evlendirme programına dalıp. Gözlüğünüzü unutup kanepede, üstüne oturup kırabilirsiniz belki. Cüzdanını evde unuttuğunu farkedip, tepeleme doldurduğu alışveriş arabasını kasada işlem yapıldıktan sonra bırakmak zorunda kalan birinin paniğine şahit olmuşluğum vardır. Daha neler neler; ödevini yapmayı unutan öğrenciler, akşam iş dönüşü eşinin siparişlerini  almayı unutan beyler, evden terlikle, eşofmanla çıkıp otobüs durağında durumun farkına varanlar, arabada çocuğunu unutanlar, yolda arkadaşıyla karşılaşıp adını bir türlü hatırlayamanlar... Bu örnekler uzar gider. İleriki yaşlarda rahatsızlıklar nedeniyle de unutkanlıklar yaşanabilir. Bu durumda olan bir insan; evinin adresini, eşinin dostunun adını hatta kendi adını bile unutabilir.  Bu önemli bir hastalıktır elbette ve tedavi gerektirir.

Yukardaki fotoğraftaki binayı yapan kişi o anda ne düşünüyordu da; balkon kapısını koyup, balkon yapmayı unutmuştu acaba..?


27 Eylül 2013 Cuma



Radyoda nasıl geçti habersiz
 o güzelim yıllarım...

Yaslanmışım arabanın koltuğuna


Ömrümü geçirdiğim

 bu bildik şehre
 dalıp gitmiş gözlerim.

Her sokağı, her binası, 

her ağacı, simitcisi, 
seyyar satıcısı
hatta şu köşede
 yıllar içinde benimle yaşlanmış dilencisi

nasıl da tanıdık...

Oysa 

bir yabancı gibi izlemekteyim şu parktaki kızı.

Gencecik, ürkek...


Ahh! 


İnsan en çok kendine yabancıymış demek.

Nasıl da geçmiş yıllar... 


Alt yazılı yabancı film gibi anılar. 

Yaban, 

 uzak

Ve yalan...

     nurten y tartaç 





22 Eylül 2013 Pazar

NOKTA KADARSIN... HİÇ KASILMA ...


Bak! Bir yaprak düştü denize.

Hadi! Atlasana üstüne...

Uzan boylu boyunca.

Üstünde gündüz güneş, gece ay ve yıldızlar ışıldasın.

Altında koskoca umman, içinde balıklar oynaşsın.

Çırpınma... bırak dalgalar sallasın; bir o yana, bir bu yana.

 Boşver... Alsın götürsün bu minik sandal seni.

Bak şimdi etrafına... Ne görüyorsun..?

Dur! ben söyleyeyim...

Sonsuzluk...

Tepende alabildiğince uzanan mavi gökyüzü.

Ve sen,

 uçsuz bucaksız denizin ortasında küçücük bir noktasın sanki.

Ne kadar akıllısın şimdi..? Ne kadar zeki..? 

Nokta kadar ancak.

 O da iyimser bir bakışla...

Söyle! Neyi değiştirebilirsin ki..?

Değiştirebilir misin ayla güneşin yerini?

 Ki, değişsin gündüzle gece...

Yağmuru denizden gökyüzüne doğru yağdırabilir misin..?

Mümkün olmalı oysa... en çok su denizde ne de olsa.

Üşüyünce uzanıp bir bulut alabilir misin gökten mesela,

 örtmek için üstüne..?

Acıkınca denizden bir balık al, at ağzına.

Dört bir yanın suyla çevrili, içsene bir bardak kana kana...

Anlasana..! Kasılma..!

Şu alemde nokta kadardır yerin.

 Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın.

Ki o yangında muhtemelen ilk yanan da sen olursun...

nurten y tartaç

21 Eylül 2013 Cumartesi

GÜLE GÜLE GİT CANIM ARKADAŞIM





Uzun yıllar alır bir insana dostum diyebilmek, o insanı dost bilmek. Tanışır arkadaş olabilir ve belirli bir zaman dilimini paylaşır hoşça vakit geçirebilirsiniz çevrenizde kendinize yakın bulduklarınızla. Yakın bulmasanız da, yakınınızda olduğundan arkadaş kabul edersiniz bazılarını. Paylaşacak çok şeyiniz olabilir veya  ortak konunuz bile olmadığı halde bir adım ötenizde olduğundan  bir fincan kahveyi paylaşırşınız kimi zaman bazılarıyla. Eh yalnız olmaktan iyidir. En azından çoluk çocuktan, kocanın huyundan, kapının kirinden, parkenin renginden de olsa bir konu bulunur nasılsa. İki insan bir araya gelmeye görsün-hele de iki kadın- konu kıtlığı yok ya bulunur birşeyler. Boş konularla zamanımı harcayamam diyenlerdenseniz, elersiniz çevrenizdekileri. Onların "ukala kendini beğenmiş, hıh! Bu da kendini ne sanıyor anam bilmem ki..." bakışları umurunuzda bile olmaz. Bazen size küsseler,  kendilerince kapris de yapsalar her karşılaştığınızda inatla, hiç farkında değilmiş gibi gülümseyip günaydın, iyi akşamlar nasılsınız demeye ve tüm muhabbeti bununla sınırlı tutmaya devam edersiniz.

İşte ben tam da bu tiplerdenim. Laf olsun muhabbetlerini pek sevmem. Yani, mesela şu muhabbet beni çok sıkar. Sıkmakla kalmaz 'dan' diye "Off! şu konu ettiğiniz şeylere bakın" der çıkarım. E yerim tabii ukala damgasını haklı olarak. Ne diyordum; mesela gelir karşı komşu diyelim, başlar muhabbet.
 "Ayol senin mutfak benimkinden geniş valla"
"Yook canıım sana öyle geliyodur."
"Valla! bak sayalım istersen " deyip, üşenmeden eğilir, başlar eni konu yerdeki kalebodurları saymaya.
Balkondaki güvercin pisliklerini kıyaslamaya da başlayınca, "e ne yapmalıyım bez mi bağlayacağım hayvancıkların altına" diye patlayıveririm sonunda. İşte sohbet güvercin pisliği kıvamına geldiğinde keserim komşuluğu, arkadaşlığı.

Bu yüzden sayılıdır arkadaşlarım, dost dediklerim. Ama hepsi birbirinden değerli ve ömürlüktür.

Neden mi yazdım bunca şeyi..? Gidiyor... Onbeş yılımı, bu yıllar içerisinde hemen hemen her günümü paylaştığım arkadaşım gidiyor. En acı zamanlarımda, en büyük mutluluklarımda yanıbaşımda olan, benimle ağlayıp benimle gülen, dostluk arkadaşlıktan da öte artık kardeşim bildiğim Mehtap gidiyor. İzmir'e yerleşiyorlar.

Uzak olacağız. Önce sık sık telefon konuşmalarımız olacak, sonra seyrekleşecek. O gelecek arada anne-babasını ziyarete, bana da uğrayacak. Kimbilir;  yolum düşecek İzmir'e, O'na da uğrayacağım, belki üç beş yılda bir. Belki hiç...  O'nunla oynadığım kadar zevk alacak mıyım başkasıyla okey- tavla oynamaktan bilmem :) ama şunu biliyorum ki; ömrümce kalbimde apayrı ve sıcacık olacak yeri. Dilerim herşey gönlünce olur.

 Yolun açık olsun canım arkadaşım GÜLE GÜLE GİT.



23 Ağustos 2013 Cuma

ÇAKIL TAŞLARI


Gençlik, 

önünde koşmaktır zamanın bazen.

Düşünmeden, 

çılgınca ve yaşanmamış anlar bırakarak ardında.

Sen koşarken geleceğe, 

çakıl taşları gibi saçılır anılar geçmişin karanlığına.

Ne zaman ki yaşlanır, yorulursun

o zaman dönüp bakarsın ancak geriye.

Eğer duruyorsa yerli yerinde,

 sarılırsın,

 her biri bir pırlanta değerindeki o çakıl taşlarına...


                 nurten y tartaç


20 Ağustos 2013 Salı

SONBAHAR YAĞMURLARI




Sonbahar yağmurları yağsa umutlarıma

Damla damla düşse önce... ıslatsa hafiften


Hızlansa sonra...  delice, delice yağsa.


Çatlak topraklar gibi suya hasret yüreğim,


  içse kana kana...


İçimdeki çocuğu tutamıyorum nicedir, 


özgür bıraksam artık.

Geziye çıksa gönlünce, 


dolaşsa pervasızca ıslak sokaklarda çıplak ayak.

Şarkılar söylese kollarını açıp semaya.


Gökte bulutlar duysa sesini.


Bir coşsa bir coşsa...


Şimşek çaksa, gök gürlese göğü yararak, 


yıldırım düşse aniden.

Önce nefret yok olsa, ardından kin, intikam...


Tam hazan mevsimi geldi derken, 


tam tükenecekken umutlar,

kır çiçekleri yeşerse suya kanmış bereketli topraklarda


adı sevgi olan, dalları gökyüzüne uzanan.


Ahh! Sonbahar gelse...


Yağmurlar yağsa umutlarımın üstüne...



          nurten y tartaç











27 Temmuz 2013 Cumartesi

KAHPE FELEK SANA NE ETTİM, NEYLEDİM..?


Eh ama kahpe felek alacağın olsun senin.

Gırtlağını sıkmadan gidersem öteki tarafa ...

Ne umdum ne buldum şu yalan dünyada

Hangi hayalim gerçek oldu ki söyle, hangi rüyam..?

Hayallerimde deniz kızı, rüyalarımda prenses değil miydim, en afilisinden..?

Sen ne verdin bana hıı..?

Ev hanımı yaptın sonunda.

 Nohut oda bakla sofa, iki koltuk bir kanepe.

 Bir de mutfağımda tencere tava. Sevindirdin tefaline, teflonuna, hele bulunca seramiğinden, dört

köşe oldum keyfimden.

Her biri ayrı bir nota, vurayım birbirine, çalayım  balkonumda.

İsyanım var madem, duyurayım sesimi.

Ama heyhaat! Ya komşu duyarsa..?

Dikerse hakimin karşısına...

Anlaşılan bunu da çok gördün  bana.

Ah! Kahpe felek elime bir geçersen var yaa...

28 Haziran 2013 Cuma

HEEYOO!!! GELİYORUM ANKARA ..


Dalgaları, dalgalar arasında hoplayıp zıplayarak bir görünüp bir kaybolan ve bu görüntüleriyle beni çocuklar gibi şenlendiren yunus sürüleri, suyu yalayarak, düzenli bir sıra halinde uçmayı nasıl başardıklarına şaşırtan karabatakları,  küçük balıkçı tekneleri, ışıl ışıl transatlantikleri, rüzgarda savrulup hedefi tutturamayan martıları, sarı yaz güneşi, eşsiz boğazı, boğazın karşısında göz kırpan ışıkları, iskele, kafeler, barlar ve babamın yeri gibi olmuş şehir plajı, kumu-denizi, gün batmında oynaşan yakamozları, iskelede bıkmadan usanmadan sabahlara kadar bir o yana bir bu yana yürüyüp duran gençler yaşlılar, çoluklar çocuklar, tamburu ayrı kendisi ayrı makamda söyleyen sarhoş şarkıcı,  iğrenç de olsa çayları, şehrin vazgeçilmezi Şakir'i Donanma'sı, gençlerle birlikte ola ola  25 yaşında olduğu sanrısına kapılmaları, okeyi-tavlası, simitçisi börekçisi, ille de balıkçısı, ayaküstü atıştırmaları ile sen gönlümün incisi olsan da, evimi köyümü, eşimi oğlumu, konumu komşumu özledim, kavuran kuru sıcağını bile özledim Ankara'mın. Hadi bana eyvallah. Yine de uzamasın aralar, tez olsun kavuşmalar dileklerimle hoşça kal Çanakkale...











24 Mayıs 2013 Cuma


Ahh!  Anne olmak...

Görmek, tutamamak, duymak, yapamamak, el uzatamamak .

Öylece izlemek, sadece dinlemekmiş anne olmak.

Biliyorum... Yoruldular, üzüldüler...

Uykusuz gecelerinde, rüya olsam gözlerine.

Yerlerine geçsem;

fizik formüllerini ezbere bilsem, grafikleri ben çizsem.

Ya da;

Elimden gelse de, ben girsem derslerine

:))))))))))))))))


22 Mayıs 2013 Çarşamba

BİR SİVRİSİNEK KLASİĞİ


Bu sivrisinek denilen mahlukatın üstün zekalı olduğuna bahse girerim. Nerden anlıyorlar anacım, öldürmek üzere gardımı aldığımı bilmem ki? Daha kolumu kaldırmadan vızz diye uçup gidiyorlar. Yüzüme kondu diye kendimi tokatlayıp durmaktan yüzüm gözüm şişmiş morarmış kalktım sabah Allah sizi inandırsın. Üstelik, görünmez olabilme gibi bir yetenekleri olduğundan da eminim. "Hadi canım!" demeyin. Valla... Bence var öyle bir yetenekleri. Yoksa gözümün önünde uçmakta olan sivrisinek, tam tepesine indirmek üzereyken yok oluverir mi hiç?  Bu kadar da değil. İnsanı çileden çıkartacak, saçını başını yoldurtacak derecede espri anlayışları da mevcut.  Öyle olmasa, elimde öldürücü silahım, kapıya koşarken perdede, perdeye koşarken kanepede belirip gecenin bir yarısı beni evde dört döndürmez. Ellerim kollarım havada garip şekiller çizerek, kendimi ordan oraya atarak hem de. 

Hiç de abartmıyorum... Sabaha kadar başımın üstünde helikopter gibi dönüp duran bu minnacık hayvancıktan neler çektiğimi bir ben bir de Allah biliyor. 

Ama durr! Bu gece kurtuluşun yok sivrisinek efendi/ler/ ya ölecek ya öleceksin. Göreceğiz bakalım o zaman, el mi yaman bey mi yaman..?



12 Mayıs 2013 Pazar

GÖZ AÇIP KAPATANA KADAR GELİVERİRMİŞ YARINLAR


Yarın,  derdin ya hep Annem...

Yarın bu öğrendiğin çok işine yarayacak.


Yarın ne demek istediğimi anlayacaksın.


Yarın pişman olacağın şeyi  yapma.


 Yarın ondan zarar gördüğünde anlayacaksın ne demek istediğimi.


Yarın sorarlar adama "Annen seni hiç mi mutfağa sokmadı" diye.


 "Yapmasan da yanımda dur da, öğren nasıl yapıldığını." :) 

Yarın evlendiğinde,


Yarın çocuğun olduğunda,


Yarın şu olduğunda, yarın bu olduğunda...


"Off! Anne yaa, bıktım; yarın şöyle, yarın böyle.


 Ne menem bir şeymiş bu yarın böyle..?

 Bi gelse de kurtulsam." derdim ya ben de...

Yarınlar; kırarak, incitip ağlatarak,


 kimi zaman gülerek, eğlenerek

 ama hep öğreterek geldi.

 Geldi de, çoktan dün bile oldu o yarınlar

Annem...

       
nurten y tartaç







4 Mayıs 2013 Cumartesi


Anladım ki; yaş seksenbir olsa da sevdalar dün gibi taze kalıyor yürekte. Ne yaşanırsa yaşansın ardından, o kalp sızısı duruyor hep yerli yerinde...

 Ailenin koca çınarı Sevgili Dayıcığım her gençlik aşkı için :)  bir şiir yazmış zamanında.

Şiirlerini heyecanla okurken, gözlerinde yanıp sönen o çapkın ışığı gördüm.

 Seksenbir yaşında kalbi pır pır eden gencecik bir delikanlıydı  dün akşam Sevgili Dayıcığım.

1956 yılında yazmış alttaki şiiri

KAPICININ   KIZI

Ah! kafir.  Aşkta ışık, kalpte sızı.

Seni fettan, seni zalim, seni gamsız

kapıcının kızı.

Yakacaktın beni dünden

Anlamalıydım gözünden.

Sen bir lale, aşkın tasma,

seni hain, seni yosma.

Seni fettan, seni zalim, seni gamsız

Kapıcının kızı.


( M Esat Ulusoy )

Bu aşk bu şiir yüzünden bitmiş sanırım. Çok sinirlenmiş kız "kapıcının kızı" denmesine.

28 Nisan 2013 Pazar


OFFFFF!!!

Neden yazamıyorum ki ben yinee..? Yarısı çıkmıyor yazdıklarımın.

Yardıma ihtiyacım var yinee...

Biri bana yardım eder mii..?
"Sevgili Çınar'ım;

 Çiçeklerin masamda şu anda ve ısrarla dimdik fire vermeden boyun bükmeden içime bahar ve renklerin armonisini ekliyorlar.Sohbetimiz ve o güzel ses tonunsa kulaklarımdan hiç silinmiyor inan. İyi ki varsın ve iyi ki bir iki saatini ayırıp da bana gelebildin.Seni tanımak çok güzeldi, teşekkür ederim güzel dostum, kocaman sevgilerimle tontini."

 Bir demet kasımpatıydı kucağımdaki. Öyle sıcacık bir sevgiyle karşılamıştın ki, önce kasımpatlarını sonra beni. Hiç unutmuyorum çiçekleri buyur edişini evine. Onlarla konuşmanı, tek tek sevmeni. "İnanır mısın hiçbiri solmadılar, getirdiğin günkü gibi duruyorlar" demiştin bir keresinde. "O kadar ilgi gösterdin, o kadar sevdin ki, utanmışlardır solmaya" demiştim.

Birkaç saate sığan sohbetimiz sırasında; çevrendekileri, eşini, dostunu, arkadaşlarını nasıl da bitmeyen bir sevgiyle sarıp sarmaladığını gözlemlemiştim. Hayran kalmıştım enerjine.

 Evet giremiyorum bloguna. Girsem de kaçıyorum çabucak. Ama hiç unutmadım seni. Yüreğimde koca bir yer açtın kendine ve hep orada kalacaksın.

 Işıklarda uyu Sevgili Sufi'm. Çiçeklerle bezensin ebedi mekanın.

17 Nisan 2013 Çarşamba

BİZ ESKİDEN ...



Çok zaman olmuş o naftalin kokulu sandığı açıp içindekileri didiklemeyeli. Anılarda hoş bir yolculuğa çıkmayalı. Okumakta olduğum romandaki bir cümle yine geçmişe sürükledi beni...

Bizim oyun alanımız cadde ve sokaklardı. Öyle içinde türlü oyuncağın olduğu çocuk parkları yoktu o zamanlar. Ya da vardı belki de bizim haberimiz yoktu. Belki de vardı da uzaktaydı, bilmem. Yakında olsaydı orada oynar mıydık, onu da bilmem. Sanırım oynamazdık. Biz özgür çocuklardık çünkü.  Öyle küçük alanlara sığmazdı yüreklerimiz. Alabildiğince koşturcağımız büyük alanlar isterdik.  Caddeler şimdiki gibi kalabalık değildi eskiden. Nadiren bir araba geçer, sıkça da fayton ve at arabası geçerdi bizim oyun alanı olarak kullandığımız caddeden. Bir araba sesi duyduğumuzda kenara çekilir bekler sonra kaldığımız yerden oyunumuza devam ederdik. Hele fayton ya da at arabalarının sesini taa uzaktan bile duymamak mümkün değildi. Şimdi bile atların arnavut kaldırımı taş sokaklarda yankılanan yeknesak sesi kulaklarımdadır. Ne çok severdim o sesi...

Kızlar ayrı bir yerde kümelenmiş et topumuzla oynuyorduk. (Tenis topu gibi, biraz daha yumuşak) Arkadaşım(kuzen) yandı ve sıra bana geldi. Gücümün yettiğince havaya fırlattım topumu. Ve top yere düşmeden kendi etrafımda dönerek saymaya başladım. Niyetim belirlenen sayıda dönüp sonra topu yere düşmeden yakalamaktı.  Kural gereği. Ama daha bir kez dönmüştüm ki; annemin yeni diktiği ve ilk kez giydiğim, olabildiğince çok büzgülü, kısa eteğime takıldı gözlerim. Ben döndükçe eteğim bir şemsiye gibi açılarak dönüyodu. Gözüm hayran hayran yeni eteğime bakmakta olduğundan, topu unuttum tabii havada :)  Ancak pat diye kocaman bir kütleye çarptığımda, kendime gelip başımı yukarı kaldırdım. Bir de ne göreyim dev gibi bir amca. Değişik bir amca. Ne babama ne akraba erkeklerine ne de, her akşam üstü fabrikadan evlerine dönerken gördüğüm; bakışları yerde, yılgın, yorgun, yüzlerindeki çizgileri yaşlarından önce koşan, omuzları düşük, suratları asık ve sanki hiçbirinin mendili yokmuş gibi  yerlere tükürüp duran, bir an önce evlerine kapağı atıp, bir lokma yavan yemeklerini yeyip, yatağa kendilerini zor atacak olan yorgun fabrika işçilerine hiç benzemiyordu. Dedim ya dev gibi, saçları kaşları hatta kirpikleri sapsarı bir amca bakıyordu tepemden boncuk mavisi gözlerle. Boynum ağrımıştı saçlarımı okşayan, gülümseyen bu garip amcanın yüzüne bakacağım diye kafamı yukarı kaldırmaktan. Hiç anlamadığım birşeyler söyledi. Sonra gülümseyerek yanındaki uzun saçlı diğer amcaya baktı. Yine anlamadığım birşeyler konuştular aralarında. Uzun saçlı olanı sırtından kirli kocaman çantasını indirip yere koydu. İçinden şimdiye kadar görmediğimiz (O zamanlar herşey bol ve çeşitli değildi. Birkaç çeşit şeker birkaç çeşit sakız olurdu mahalle bakkallarında.AVM lerin hayali bile kurulmamıştı daha.)  şekerler ve sakızlar çıkarıp sokaktaki çocuklara dağıttılar ve kasabanın merkezine doğru yollarına devam ettiler. Uzaydan gelmiş olmalıydı bu çevremizdeki hiçbir erkeğe benzemeyen yabancılar.

"Turist bunlar akıllım" dedi yüzündeki toz terle karışıp çamurlu yollar oluşturan bilmiş bir oğlan.
Turistti onlar...

Sekiz yaşında falandım sanırım. Turistik bir yer değildi o kasaba. Doğa güzelliği olmayan kıraç bir Ortaanadolu  kasabasıydı. Deniz kıyısı değildi.Tarihi kalıntılar falan da yoktu ilgi çekecek. Nerden yolları düşmüştü bu sönük kasabaya bilmem...

 ***
Yok yok valla bu kez hiçbir siyasi ya da başka bir mesaj içermiyor yazım. Sadece okuduğum romandaki bir cümle bana bu anımı hatırlattı ve paylaşmak istedim.

Ammaa !!! İlle de bir mesaj isterseniz,  şunu demek isterim kii ...  (Uysa da uymasa da :)) Keşke  yabancılar hiç gelmeseydi de, bizi şekerlerine, sakızlarına alıştırmasalardı.  Biz öyle daha mutluyduk. Azıcık aşımız, ağrısız başımızdı :) :)


15 Nisan 2013 Pazartesi

KÜTÜK


Üzgünüm küçük kız, üzgünüm o anda gözlerimiz buluştuğu için.

İri kıyım çam yarması /kütük/ adam, balyoz gibi yumruğunu kızının suratında patlattığında, Babasının kafası kadar yumruğunun şiddetinden sarsıldı önce yerinde çocuk. Sonra büzüldüğü yerden bana baktı kan çanağına dönmüş gözleriyle. İyice büzüldü oturduğu yerde. Küçüldü iyice. 

Alışveriş merkezinde, onca kalabalığın arasında bunu hakedecek ne yapmış olabilirdin..?  Ki; görevi seni her türlü kötülükten korumak olan, gözündeki bir damla yaş için dünyayı yıkmaya hazır babandan böyle bir şiddet görmüştün. Bilemedim... 

O sahneyi görmemek,  hele de, gördüğümü görmemen için neler vermezdim küçüğüm. Biliyorum kazındı bu sahne minicik beynine. Hiç unutamayacaksın bu utancı. Yüzünü kızartan yediğin yumruk değil, bu sahneyi bir yabancının görmüş olmasıydı biliyorum. Keşke tesadüfen o anda sana bakıyor olmasaydım  :(

7 Nisan 2013 Pazar

RÜYALAR DA OLMASA :)



Rüya bu ya...  Olur mu mantık onda..?

Ufacık bir çocuktum.

Beyaz bir bulutun üstünde, sörf yapıyordum azgın denizde.

Bir yunus çıktı birden, yakaladı eteğimden.

Çevirip başının üstünde, fırlattı beni gökyüzüne.

Yağmur başladı aniden, gökkuşağı çıktı ardından.

Elimde pamuk şekerim, saçımda yıldızdan tacım.

Gökkuşağına uzanmıştım ...

Kim inanır ki buna..?

Rüyadır en sonunda ...

Ama rüyalar da olmasa, dayanılır mı kabuslara ...





18 Mart 2013 Pazartesi

18 MART ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ


ÇANAKKELE DENİZ ZAFERİ'NİN 98. YILDÖNÜMÜ
 
Bir gün önceden başladı Çanakkale'de kutlamalar. Hava soğuk mu soğuktu ama kimin umurunda. Yaşlı genç çoluk çocuk herkes ellerinde bayraklar, Polisevinden yayılan kahramanlık şarkıları ve marşlara eşlik ediyorlardı.

Boğazda askeri gemiler demir atmıştı sıra sıra. Ahh! onları selamlayan jetlerin gösterilerini tarif etmem mümkün olabilseydi keşke. Daha önce Türk Yıldızları'nın gösterilerini de izlemiştim. Muhteşemdi. Ama hiç böylesine olağanüstü gösteri izlememiştim daha önce. "Biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz. Birgün görev
düşerse üstümüze, titretiriz yeri göğü. Biline ..." der gibiydiler haddini bilmezlere...


















28 Şubat 2013 Perşembe

ŞİMDİ SONSUZLUKTA İKİ YILDIZ ONLAR



Kimine hay hay, kimine vay vay düşer şu garip düzende. Hani adildir adil olmasına adaletin terazisi de, bazılarına daha adildir.  Kimileri bir-sıfır öndedir daha ilk çığlıkta.  kimileri, daha doğmadan yenik düşmüştür hayata. Kimi servet içinde yüzer de, oturup konuşsanız on dakika, cebinizdeki son kuruşunuzu vermek gelir içinizden. Öyle acırsınız haline, yakınmalarına.  Bir park kanepesinde oturmuş bir garibana selam verseniz gülümseyerek, koparıp simidinin yarısını vermek ister size.  Bazı yoksul evler vardır, sıcacık.  Mutluluk bir çorba kokusu olup karışmıştır havaya.  Mis gibi çekersiniz içinize. Ciğerleriniz mutlulukla dolar. 
 Pahalı eşyalarla dolu ve çoğu insanın hayal sınırlarını zorlayacak konforda evler de vardır. Ama içeri girdiğinizde rahat değilsinizdir. Sizi sıkan boğan nefesinizi kesen öyle bir elektrik vardır ki havada, bir an önce kurtulmak istersiniz oradan. 

Başka hayatlar da vardır. Ne öyle, ne böyle şanslıdırlar. Hiç doğmamış, hiç yaşamamış gibi. Öylesine bir nefestirler işte. Varlıkları gibi yokluklarını da kimse fark etmez. Far keder de ilgilenmez, etkilenmez. Kayıp sayılmaz onlar. Zaten hiç olmamışlardır çünkü.


Ali İhsan Bey ve Ahmet Bey gibi.


Ali İhsan Bey daha üniversiteyi bitirdiği yıl bir trafik kazası geçirmiş. Kendisi dışında tüm ailesini kaybetmiş. Kurtulmuş denemez Ali İhsan Bey'e. Tekerlekli saldalyeye mahkum. Vücudu kırıklar içinde, sıska mı sıska ve geçmişini hatta kim olduğunu bile hatırlamadan bir huzur evinde devam etmektedir yaşamına. Zar zor konuşabilmektedir.  


*

"Bir emriniz var mı hanımefendi? Bir isteğiniz olursa haberim olsun." derdi her huzur evine gittiğimde.


"Yok şimdi.  Ama bir isteğim olursa söyleyeceğim size. Teşekkür ederim" derdim

Bir sigara isterdi sonra. Verirdim. 


Bankadaki, hiç tanımadığım Mehmet Bey'in selamını götürürdüm her seferinde. Sorardı çünkü.  "Mehmet Bey orda mı çalışıyor  hala?" diye. Hangi banka ? Mehmet Bey kim, bilmem. Ama madem ondan selam beklerdi, kırmazdım. "Size çok selamı var "derdim.


Ahmet bey şizofren. bilmem kaçıncı hükümetin tarım bakanıdır. (hayalinde) Kabinedeki bakanları  hiç yanlışsız sayar. Yalnızca tarım bakanını es geçer. Çünkü tarım bakanı kendisidir. Kendi adını söyler gerçek isim yerine. 

Tavla oynamıştım bir keresinde onunla.  Beş-sıfır yenmişti beni (Tavlada çok iyiyimdir:)) 


"Sizi yemeğe davet ediyorum hanımefendi" demişti bir keresinde. ( Alt kattaki yemekhaneye) "Tabii, memnuniyetle" demiştim.


Aman! demişti müdire hanım. "Aman, Çınar Hanım. Tepkileri belli olmuyor, gitmeyin"


"Ama söz verdim bekler." dediğimde,


"Söyler söylemez unutuyor, hatırlamaz üzülmeyin." demişti. 


Unutmamıştı Ahmet Bey. "Sizi yemekte çok bekledim gelmediniz." demişti. Nasıl üzüldüğümü anlatamam. 


Öğrendim ki sessizce ayrılmışlar aramızdan. Geceleri gördüğümüz milyonlarca parlak yıldızdan ikisi olarak gökyüzü sonsuzluğundaki yerlerini almışlar. 


Umarım şimdi mutludurlar ikisi de.


nurten y tartaç


21 Şubat 2013 Perşembe

(FMF) AKDENİZ ATEŞİ


Sevgili Nehir İda 'nın  Akdeniz Ateşi  (FMF ) hastalığına dikkat çekmek amacıyla yazdığı yazı üzerine,  burada yayınlamayı düşünmediğim bir yazımın  konuyla ilgili olan bölümünü yayınlamak istedim. Gündeme getirerek, toplumu (FMF) le ilgili bir parça bilgilendirebiliriz umarım.

***


Pirinç karyolasında üstüste yığılmış yorganların altında 

sancıdan kıvranıyordu Halime. Dudakları ateşten çatlak çatlak 

olmuş, o hala tir tir titriyor, “üşüyorum örtün üstümü”  diye 

inliyordu.  Bir yanına Anneannesi oturmuş mırıl mırıl birşeyler 

mırıldanıyordu. Belli ki dua okuyordu. Teyzesinin “bu defa daha 

kötü. Hiç bu kadar da uzun sürmemişti” dediğini duydu Meral 

kapı aralığından.  Başını sallıyordu Anneannesi evet anlamında,  

gözlerinde biriken yaşları silerken.  


Hıçkırıkları duyulmasın diye ağzını kapayarak,  depo gibi 

kullandıkları dip odaya attı kendini Meral. Bağıra bağıra 

ağlamaya  başladı…  Bir elin saçlarını okşamasıyla irkildi.  

Babası başucunda durmuş şevkatle O’na bakıyordu. Utandı 

Meral,  suçlandı. Ayıp bir şey yaparken yakalanmış gibi 

oturduğu yerden kalkıp, gözlerini sildi başını öteki yana 
çevirerek.

Babası önünde diz çöküp  sıkı sıkıya sarıldı kızına.  Ağlıyordu 

galiba O’da.  Meral Babasının kollarından sıyrılıp aceleyle kaçtı 

odadan.


Ertesi gün,  Annesinin ateşi düşmüş, sancıları kesilmiş, beş 

gündür neredeyse ümidi kestikleri hasta o değilmiş gibi ocakta 

çorba karıştırıyordu. Dudaklarında hafiften bir şarkı.  Son 

gittikleri filmin şarkısı olmalıydı


‘ Son defa seyredeyimm o yaşlı gözlerinii.

Artık bülbül ötmüyorrr …’ 

“Ne bakıyorsun kızım? Hadi yardım et de sofrayı hazırlayalım. 

Birazdan gelir Baban.”

“Tamam Anneciğim” Meral de Annesinin neşesine katılıp şarkıyı 

mırıldanmaya başladı. Bir taraftan da tabak çatalları 

yerleştiriyordu masaya.

“Aman! sus sus kargaları kıskandıracaksın şimdi.” 

“Annee! Çok mu kötü sesim..?”

“Ehh! Dedim ya,  kargalar kıskanacak kadar.”

Kahkahalarla gülüştüler anne kız.

Evin içine mis gibi yayla çorbası kokusu yayılmıştı.  Herşey 

normale dönmüştü yine.

***

Akdeniz ateşi (FMF)  hastasıydı Halime. Hayri’yle evlendikleri 

ilk yıl, Hayri’nin memleketine tatile gittiklerinde ortaya çıkmıştı 

hastalığı. Yıllarca her ayın üç - dört gününü  yatakta sancılar 

içinde geçirirdi. Defalarca hastanede yatmıştı hastalığına teşhis

konulsun diye. Ama karnının her yerini dolaşan bu sancının ve 

yüksek ateşin nedeni bulunamamıştı.  Önce apandisi alındı 

apandisit şüphesiyle. Acaba mı diye bademcikleri ...  Sonra 

safrakesesi alındı belki diye …  Ama ağrıları devam etti yıllarca.

Öyle çok yatmıştı ki hastanelerde;  artık sıradan birşeydi, 

“yatman gerekiyor” dendiğinde çantasını hazırlayıp, üç 

yavrusunu annesi ve ablasına emanet edip, gülerek evdekilere 

veda etmek.  İkinci evi gibi.


 En sonunda;  on altı yıl sonra teşhis konup da tek bir ilaçla  

çare bulduklarında Babasının sevinçle Annesini kucaklayıp 

kendi etrafında çevirdiğini hatırlıyordu Meral.  “Seni sağlıklı 

gördüm ya ölsem de gam yemem” demişti adamcağız. 

Gerçekten de,  ilacını aksatmadan,  düzenli bir şekilde aldığı 

taktirde hastalanmıyordu artık. 


YARDIM     RİCASI


Blog  arkadaşımız  Sevgili    Nehir İda' nın,    Akdeniz Ateşi  (FMF) 'i  tanıttığı  

'Yardım Ricası ' 

yazısını okumanızı rica ediyorum sizlerden  Sevgili Arkadaşlarım.  

Teşekkürler


19 Şubat 2013 Salı






















Başarmak... Delice akıp giderken hayat

ve sürüklerken içinde bizi de çağlayana doğru,

tutunabilmekmiş bir küçük dala ...


13 Şubat 2013 Çarşamba

AŞK OLSUN




Aşkın gözü körmüş

Olsun... 

Kalp kalbe karşıymış ya, dünyalara değermiş.

Kimi dev bir girdaba kapılmış, döner de dönermiş,

kimi yemeden içmeden kesilir, hayatına küsermiş.

Şairin dediği gibi; 

 kör kuyularda merdivensiz kalmak da varmış bu yolda.

Sevdiğinin kirpiği ok olup kanatsa  kalbini

biçare aşık bilmez kendini,

yar yanağında kızıl gül goncası açtı sanırmış.

Son nefeste son çare, 

sevgilinin mühürlü dudaklarında saklıymış.

 Aşk böyle zor, böyle çileli bir yolmuş...

Ahh! ne gam..?

Yine de her gönül aşka vurgun, sevgiliye hasretmiş.

Her yürek sevgiyle beslenir,  aşk için çarparmış...

    nurten y tartaç



31 Ocak 2013 Perşembe

EN GÜZEL MANZARALARA EN DAR YOLLARDAN ULAŞILIR



"EN GÜZEL MANZARALARA EN DAR YOLLARDAN ULAŞILIRMIŞ"

 Ya da buna benzer bir sözdü.  Tam emin değilim ama farketmez anlaşılıyor sözün özü.  Yok öyle ucuza,  emeksiz zahmetsiz iyi yemek.  Yani "ne kaa ekmek, o kaa köfte"

***

 Zaman zaman bahsi geçer yazılarımda;  iki dağ arasında, yemyeşil bir vadide kurulmuş doğa harikası Babamın köyünün. Yıllar önce oraya gittiğimiz bir keresinde; amcamlar, kardeşim ve beni ata bindirmiş ormanda geziye çıkarmıştı.- belki de katırdı emin değilim :)-  İnanılmaz güzellikte bir ormandan geçiyorduk.  Güçlükle ilerlediğimiz dar patika dışında el  ayak değmemiş, ulu ve gür ağaçların olduğu, ürkütücü, aynı zamanda da müthiş güzel bir manzara uzanıyordu gözlerimizin önünde.  Zaten korka korka oturduğumuz, sıkı sıkıya yapıştığımız at üzerinde, daracık patikalardan geçerken ağaç dallarından korunmak için sık sık atın üzerine iyice yapışmak zorunda kalıyorduk. Güneş, ağaçların yaprakları arasından, koyu gölgeli ormana, titrek, pırıltılı ışık oyunlarıyla süzülüyordu. Yeşilin her tonunun,  kızılın, morun, kahverenginin muhteşem uyumuna doyup, kapatmıştım gözlerimi amcamın uyarısıyla her çeşit kuşun böceğin cıvıltısına kulak vermek için. "Dinleyin" diyordu. "Dinleyin, bak şu öten ibibik kuşu. Bülbülün ötüşünü duyuyor musunuz? En güzel öten kuştur bülbül. Bir de görseniz, minicik gösterişsiz birşeydir. Asla tahmin edemezsiniz o sesin ondan çıktığını..." Sonradan konuşurlarken duymuştum ki; yılan da varmış o ormanda akrep de ve başka vahşi hayvanlar da. Biz mest olmuş bir halde manzaraya dalmış  ilerlerken, büyükler yılan, akrep gibi hayvanların atı ürkütmemesi için tedirgin ve tetiktelermiş. Kıvrımlı patikada ağaç dallarından sakına sakına, yokuşlarda atın sırtından kayıp düşme korkusuyla çığlıklar ata ata, epeyce yükseğe tırmandığımızı hatırlıyorum. Yolun sonuna geldiğimizi söyleyip bizi attan indirdiklerinde, uzun süre at sırtında oturmaktan, tir tir titriyor, ayakta durmaya zorlanıyor kendiliğinden bükülüveriyordu zavallı bacaklarım. Olduğum yere yığılmıştım dilim bir karış dışarda.  Kendimi kasmaktan nasıl da yorulmuştum. Sanırsınız ben atı taşımıştım sırtımda onca yol boyunca. Kendime gelip başımı şöyle bir kaldırdığımda gördüğüm manzara doyumsuzdu. Sık ağaçlar bitmişti. Yemyeşil bir düzlükteydik şimdi. Biraz ilerimiz derin bir uçurumdu ve tam karşı yamaçtaki dağdan akan şelalenin gürültülü sesi bulunduğumuz yerden bile sesimizi bastıracak güçteydi.    Şelale derin uçurumun kucağıdaki bir dereye dökülüyordu. Bu kadar yüksekten kıvrımlı incecik bir ip gibi gördüğümüz bu dere,  ilerde baraj gölüne ulaşacak olan koca bir nehirdi.

Birçok kez gittim Babamın köyüne daha sonraki yıllarda. Yine orman gezilerine çıktım. Doğa yine güzeldi ama çocukluğumda gittiğim o patika yolu bulamadım. Artık herkesin kolayca gelip geçtiği yollar açılmıştı ormanın içinde. Ve artık benim hayalimde kalan o masalsı güzelliği yoktu vadinin de, uçurumun ve dibindeki derenin de. Güzel ama sıradandı herşey.

*** "En güzel manzaralara en dar yollardan ulaşılırmış." Sanırım çok zor ulaştığım için sonunda gördüğüm manzara beni o denli büyülemişti...

***

Madem zoru seversin, sen özelsin. Evet öylesin, özelsin... Ve madem seçtin en zoru, su koyvermek yok yarı yolda.

Kim olsa yürür düz yolda.

 Yırtmadan üstünü başını, yaralamadan dizini ellerini, ter dökmeden, takatsiz kalmadan; dik yamaçları, sarp kayalıkları aşıp ta zirveye ulaşan olmuş mu hiç..?

Sayılı insan görür zirveyi.  Sanma ki;  gittikleri yolda yılmamış, pişmanlıklar yaşayıp pes edip geri dönmeye kalkmamışlardır.  Onlar da isyan etmiştir mutlaka;  herşeye herkese hatta kendine.  Düzene...

Önemli olan;  silkeleyip tozunu toprağını, doğrulup,  devam etmektir yola...

Göreceğin manzara değecektir herşeye...  Göreceksin ...

N Y Tartaç (Çınar)

- Aralık  2011 -

29 Ocak 2013 Salı

S .O .S :)

Benim canım arkadaşlarım !!! 

 Yine bir maruzatım var benimm :)) 

 Off! Zaten hiç anlaşamadım ben bu arayüzle ya. Şimdi de eski bir yazımı, lüzumu üzre :)) tekrar yayınlamak istiyorum ama başaramıyorum bir türlü. 

 Konu hakkında bilgisi olan dostlarımdan rica etsem, bana yardımcı olabilirler mi acaba..?

 (Şeyy bir de; fazla olmayacaksam... internetten bir yazı indirmek istediğimde neden yazı fontu değişiyor ve neden bunu da düzeltemiyorum ben bir türlü..?  Bir de bu konuda yardım rica etsem... :)) 

 Şimdiden teşekkürler

 Sevgiler

24 Ocak 2013 Perşembe

BEYNİMDE TEPİNENLER



Farklı hikayelerin baş karakterleri girmişler kolkola,  dansetmekteler pistte.

Ne alakaysa..?  

Nerden tanıyorsunuz ki  birbirinizi ?

Ne zaman aynı, ne de mekan ...

Pekii o halde, nasıl buluştunuz aynı yerde?  

Yormayın artık beni ... 

Uyumak istiyorum ... 

Çıkın gidin beynimden,  dönün kendi hikayelerinize.  



15 Ocak 2013 Salı

Ne güzel şeymiş doğumgünü çocuğu olmak, bu yaşta bile :)

Sanırsınız ... yaşıma değil de,  onsekize girmekteyim :))

Ayaklarım yerden kesildi, pırr diye uçuvereceğim bir kuş gibi mutluluktan.

Eşim, çocuklarım, dostlarım ahbaplarım, arkadaşlarım, yakın ve uzakta ama kalpte yeri olanlarım.

Şımartmayın beni bu kadar ama yoksa yarında beklerim :))





11 Ocak 2013 Cuma

YETER Kİ İSTE ...



Zordur bazen,

ölümüne bir çaba ister yaşamak


Tutunabilmek için hayata, yol bulup,  nefes alabilmek için bir nebze, parçalamak gerekir sert kalıpları  kimi zaman.



Ve,  iste yeter ki... Azmin önünde durabilecek güç yoktur 



Çanakkale'den döndüğümde bu şekilde buldum çiçeğimi. Öyle sevdim, öyle taktir (!)  ettim ki gayretini,  önce fotoğraflayıp sonra değiştirdim saksısını :))

9 Ocak 2013 Çarşamba

SENİ SEVİYORUM ÇANAKKALE :)





(Bari yine ordan burdan eften püften konularla, suya sabuna dokunmadan yazıp parmaklarımın sesini keseyim. Ve yine uslu bir kız olup :) 'asıl'  yazdıklarımı silip atayım.  Kendi sağlığım -pardon parmaklarımın sağlığı-  açısından)

En iyisi, şu bitmek tükenmek bilmez Çanakkale maceralarımdan bahsedeyim yine.

Bu kez de başaramadı Çanakkale beni kendinden nefret ettirmeyi. Tüm uğraşlarına rağmen.

Şu dört yıl içinde çektiklerimi bir ben bir Allah ve bir de tabii ki, blogumu devamlı okuyan siz sevgili dostlarım biliyorsunuz.

Ahh ah! Yine adımımı attığım anda başladı benim sabrımı denemeye bu güzeller güzeli, aynı zamanda da hayırsız, sevgimin değerinden habersiz şehir. O aptal ıslatan yağmuru, o deli rüzgarıyla ve kaldırımsız, dar, delik deşik edilmiş sokaklarında bavulumun tekerleğini kırarak kucakladı beni kendine has selamıyla. 

Epeyce uzun süren gripten henüz tam olarak kurtulamadan, içimden gelen "Gitmelisin!"  sesine kulak verip,  bavulumu kaptığım gibi Alper'in yanında aldım soluğu. Aman ne iyi etmiş de gitmişim. Alp'imin yeni evi minicik bir stüdyo daire. Doğalgaz henüz bağlanmamış,  kalorifersiz. "Noolcek bea..? Burada sürekli oturan ailelerin bile bir çoğu ufoyla ısınır kışın" demişlerdi evi kiralarken. İnandık...

"Onlar ısınabiliyorlarsa, bu küçücük alan haydi haydi ısınır. Alırız bir ufo koyarız bir köşeye olur biter."  Öyle değilmiş işte.  Ev buz gibi. Hani öyle böyle değil. Abartısız buz gibi bir ev. Mutfağa girip;  yeşermiş, hatta yaprak çıkarmaya meyletmiş, biraz daha dursa çiçek de açacakmış izlenimini veren (tamam burada biraz abartmış olabilirimJ) bulaşıkları yıkamaya niyetlendim gider gitmez ama ne mümkün. Musluğun altına parmaklarımı bir uzatıp bir çekiyorum, donuyor. Zaten lahana gibi giyinmişim kımıldamakta zorlanıyorum.  Açtım telefonu Merih'e "I ıh" dedim "Bu böyle olmaz. Bir çare bulmak lazım."  Benim sevgili kocamın süper zekası derhal çözümü buldu tabiiJ  "Tek çare soba kuracaksınız. Evin nemini kurutmanız lazım.  Nem nedeniyle o kadar soğuk hissediyorsun." dedi. "iyi de,  nasıl olcek bu iş..? Hadi sobayı bulduk. Nasıl kuracağız..? "  Gözünden hiçbir şey kaçmaz ya, tarif etti "Ben" dedi  "İşte, hani şurdan dönünce şöyle bir sokak vardı ya, orada görmüştüm sobacı. Alper bilir. Gitsin oradan bir odun sobası alsın."  "Eee alalım da, sonra..?"  

Eee si, arkadaşıyla gittiler soba aldılar. Oduncudan da iki torba odun. Sobayı kurdu Alper'in arkadaşı. O'da odun sobası yakıyormuş işi biliyor ya. Bir güzel de yaktı sağolsun. Önceden alıp hazır ettiğimiz kestaneleri sobanın üstüne dizdik hemen, yılların özlemini gidermekteki sabırsızlığımızla. Ama biz sobayı yakıyoruz,  evin içi beş dakika fırın gibi, yarım saat sonra git sobanın üstüne otur koltuk niyetine. O denli soğuk. "Yok" dedik,.  "Bir şeyi ters yapıyoruz. Bu böyle olmamalı." Gittim yazın tanıştığım komşulara sordum. "Böyleyken böyle oluyor. Bizim sobamız neden hemen soğuyor..?"  "Koca kadının sorduğu soruya bak."  bakışlarını gizlemek gereğini duymadan, uzun süre güldüler tabii önce. Sonra dediler ki; "E yanmaz tabii, sen tutuşturma tahtası yakıyorsun. Meşe kütüğü alacaksın. O yavaş yavaş yanar ve hemen soğumaz"  Ertesi gün elime tutuşturdukları telefon numarasını çevirip " Şeyy… Ben kütük isteyecektim..."  dedim. "Ne kütüğü, ne demek istiyorsunuz..?" dedi telefonun öteki ucundaki ses. "Pot kırdım galiba..." diye düşünürken, neyse ki anladı meşe odunu istediğimi de iki torba odun geldi beş dakika sonra kapıya. Güzel de bu kez de, ıslak ne kelime, neredeyse üstünden şıpır şıpır su damladığı için yaktıydım, yakacaktım diye gün boyu uğraşıp dururken bir de baktım odun yine bitmiş.

 Neyse efendim çok uzattım. Dönmemize iki üç gün kala soba yakmayı öğrenmiş hatta keyfini bile çıkarmaya başlamıştım. Meşe kütüğünün, kütüklerin efendisi olduğunu da öğrenmiş bulundum bu arada.

Sonra; iki kere çamaşır makinası bozuldu. Fırını fişe takınca  evin  sigortası attı, fişi tamir ettik binanın sigortasını attırdık. Onları da tamir ettirdim. (evdeki aletlerin bozulması nemdenmiş.) Binanın televizyon anteni bozukmuş onu yaptırdım. Apartmanda oturanların hepsi öğrenci ve  otomat aidatını hiç ödememişler, onu ödedim. Televizyon bozuldu Merih Ankara'dan yeni televizyon yolladı. 

Ama bütün bu aksilikler benim her sabah deniz kıyısında kahvaltı yapmama, kordonda martılar eşliğinde yürüyüşlere çıkmama, yaş ortalaması yirmi iki- yirmi beş arası olan arkadaşlarımla Donanma'da her fırsatta okey oynamama ve inadına Çanakkale'yi sevmeme engel olamadı. J)