30 Aralık 2010 Perşembe
YENİ YIL
Yeni badana yapılmış ev,
yeni yıkanmış nevresim kokusu,
sabun kokusu...
Kısaca temizlik kokusunu çok severim.
Gökyüzünde yeni ayı severim mesela.
Yüzüme düşen ilk yağmur damlasının uyandırdığı hissi,
hemen ardından duyduğum o nemli toprak kokusunu...
Yeni açmış gül goncasını,
dalında sararmış ilk yaprağı,
yeşeren ilk tomurcuğu severim.
Titreyerek ayaklarının üstünde durmaya çalışan
yeni doğmuş kuzuyu
ve annesini ilk emişindeki o acemi sakarlığı severim.
Şafak vakti gökyüzünde çıkan muhteşem yangını,
hele de yeni doğmuş bebede süt kokusunu çok severim.
Bundandır yeni yılı beklerkenki heyecanım, coşkum...
Bundandır sevincim.
Henüz hiç rastlanmamış sevgiliyle karşılaşmayı hayal ederken,
nasıl da kıpır kıpırsa bir genç kızın yüreciği,
öyle kıpır kıpırdır yüreğim beklerken yeni yılı...
Geride bırakıp tüm olumsuzlukları;
yeniden doğmuş gibi,
yeni bir enerjiyle,
yeni umutlarla,
yeniden başlamak için...
Sevgiyle
nurten y tartaç
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
29 Aralık 2010 Çarşamba
OĞLUM
Sen şimdi bu doğumgünü pastasını, hele de bu dişlek oğlanı görünce, açacak telefonu;
"Annecim ne yaptın yaa ! Ben çocuk muyum, bu ne böylee? " diye söyleneceksin.
Hiç söylenme bi kere. Bugün senin olduğu kadar benim de günüm.
Dilediğimce şımaracağım.
Çünkü ben bugün çok güzel çok özel birşey yaptım.
Seni getirdim dünyaya tam 25 yıl önce.
Hayatımıza bir güneş gibi doğdun.
Aydınlık yarınlarımız, umudumuz oldun.
İYİ Kİ DOĞDUN
GÜNEŞİN HİÇ SÖNMESİN OĞLUM
25 Aralık 2010 Cumartesi
KİM BİLİR ..?
Hırçın bir rüzgar eser bazen.
Oradan oraya çarpar sizi.
Direndikçe hırpalanır, düşünemez olursunuz,
Bazen karşı koymadan,
Ne yöne eserse, o yönde savrulmalı...
Kim bilir..?
Bir de bakarsınız ki;
hava durulmuş,
Ve sıcacık şefkatiyle sarıp sarmalamakta yorgun bedeninizi.
Kim bilir..?
Zaten hayat başlı başına bir mucize değil midir ..?
24 Aralık 2010 Cuma
HADİ SANA GÜLE GÜLEE !!!
amann kim tutar, yolun açık olsun. Bir daha da gelmeye kalkma sakın e mi ?
Off, canımdan bezdirdin beni...
Bir gün içinde 40 değişik ruh haline soktun. Ne heyecanlar ne üzüntüler yaşadım, öldüm öldüm dirildim.
Bütün sene, ev arayacağız, Alper hasta, yok oydu yok buydu diye, on saatlik Çanakkale'yi kapı komşusu yapmadık mı ? Bir keresinde arabayla sele bile kapılmadık mı ?
Mert okulu bırakmaya kalktı diye ne üzüntüler yaşamadık mı ? (Neyse sonunda kararını değiştirdi, sıkı ve kararlı bir şekilde okulunu bitirmek için çalışıyor)
evimize hırsız mı girmedi ?
Yetmedi, Mert Eskişehir'de konserdeyken kuliste çantasından telefonu cüzdanı nüfus cüzdanı ehliyeti mp3 ü çalınmadı mı ?
Ay, yetmedi arkadaşımıza verdiğimiz arabamız da çalınmadı mı ? Hırsız, sizin evinizin önünde olmasa da yine arar bulur sizin arabanızı çalarım dedi zahir. Taktılar ya bize. (Neyse o bulundu ama hala bizi taciz ediyor emniyet. İfadeydi imzaydı şikayetti falan diye. Keşke hırsız olsaymışız:))
Gariban yazık deyip acıyıp evi kiraladığım kiracı, hiç kira vermedi, çıkaracağım diye akla karayı seçmedim mi ?
Daha neler neler...
Ne diyeyim ben şimdi sana hıı ? Arkandan ağıtlar mı yakayım, bitti bitiyor diye ?
Hiç kusura bakma. Hadi sana güle güle...
Bak, 2011 ( daha adını bile yazamıyorum )
Geleceksen tadınla tuzunla, hoşgeldin sefalar getirdin. Başımın üstünde yerin var. Kızmayacağım bir yaş daha yaşlandım diye bu sefer :)
Yok amaa; aratacaksan 2010 'u, hiç gelme.
Boş yere umutlandırıp, boş yere yeni heveslere kaptırma beni. Anlaştık mı.. ?
22 Aralık 2010 Çarşamba
KÜÇÜK BİR KUTU
Küçücük bir kutunun içine
gözyaşlarını koydu tane tane
yanına da anılarını...
Bir köşeye tüm umutlarını sıkıştırdı zorlayarak.
Üstlerine yüreğini örttü... Yumuşacık, kadife bir örtü gibi.
Janjanlı bir kağıt aldı, kapladı kutuyu özenle.
Kırmızı, minicik bir kurdele taktı bir köşesine.
Sonra,
fırlattı okyanusun en serin, en derin yerine...
n y tartaç
( 22 Aralık 2010 )
21 Aralık 2010 Salı
DÜŞLERİNİ KİRALAR MISIN ..? EVSİZLER
Hemen hemen her ülkenin sorunu olan evsiz insanlar ne yazık ki Türkiye'nin de çok önemli bir sorunu. Ailevi, ekonomik ya da ruhsal nedenlerle sokakta yaşayan ve sayıları hergün daha da artan bu insanların pek çoğunun nüfus cüzdanı bile yok. Yani onların, bu ülkenin vatandaşı olduklarını kanıtlayacak bir belgeleri bile yok. Yani nüfus sayımında onlar sayılmıyorlar. Yoklar...
Oysa varlar... Sizin gibi benim gibi...
Kışın kendini iyice hissettirdiği şu günlerde Türkiye'nin; bilinmeyen, bilinip de es geçilen, rastlanınca dudak bükülen ya da görmemezlikten gelmeyi vicdanımızı susturmak için en hayırlı yol saydığımız öteki yüzünde yüzlerce insan, yaşayabilmek için mücadele veriyor. Yaşlısı genci sokağa terk edilen bu insanlar kendilerine bir yardım eli uzatılmasını bekliyorlar.
Köprü altlarında, kuytu köşelerde belki bir inşaatta, yıkık dökük bir viranede ara ara rastladığımız ve artık bu görüntü karşısında gittikçe daha da duyarsızlaştığımız, küçücük bebelerden yaşlılara kadar pek çok insan sokaklarda yatıp kalkıyor. Onların evleri sokaklar...
Kış aylarında soğuktan ve yağıştan korunabilmek için kapalı yerler bulmak zorundalar. Bankamatikler ve terk edilmiş evler, inşaatlar gibi.
Çoğu zaman karton kutuları ya da çöpe atılmış eski süngerleri yatak olarak kullanıyorlar. Kapalı bir yer bulacak kadar şanslı olmayanlar ise naylon torbalara sarınarak rüzgardan ve yağmurdan korunmaya çalışıyor.
Bu konuya bir kez daha dikkat çekmek istedim. İstedim ki;
sıcacık yuvamızda sevgi ve güven içinde yaşarken,
aç ve açıkta kalan, kimi zaman tacize, tecavüze uğrayan, uyuşturucu kurbanı olan sokakta yaşayan
insanlarımızı bir kez daha hatırlayalım.
Düşünebiliyor musunuz? "Sokakta yaşayan kadınlar kısırlaştırılsın..." bile denebiliyor bu ülkede. Bu bir insanlık suçu.
“Devletin bu konuda çalışma yapması, bu insanlara sahip çıkması lazım. Evsizleri ve kimsesizleri korumakla ilgili yasa 82 Anayasası'nda bile var.
Ama önemli olan, var olan yasayı gerçekten uygulamaya geçirmek... Yalnızca; evsizleri kışın en soğuk bir iki günü bir spor salonuna doldurup sıcak yemek vermek ve ertesi gün yine tehlikelerin kol gezdiği karanlık sokaklara salıvermek değil, onlar için; "Sosyal devlet" ilkesinden yola çıkarak gerçek çözümler üretmek gerekmektedir...
17 Aralık 2010 Cuma
KİMSESİZLER
Bir gün daha bitiyor...
Güneş yorgun, solup sararmış çekilirken uykuya,
akşam, yavaştan lacivert örtüsünü yaymakta şehrin üstüne.
Silindi silinecek şimdi tüm renkler.
Evli evine köylü köyüne gitmek için çoktan koyuldu yola.
Ne gam... sıcacık evi olan,
Peki ya evsizler...
Anasız babasızlar...
Ya sıcacık bir minder,
Girecek bir saçak altı bulamayanlar...
Kimsesiz... Parasız... Aç olanlar...
Dışarıda soğuk, yağmur, kar...
Üstelik karanlık gölgeler çıktı çıkacak kuytulardan.
Onlar ne yaparlar..?
15 Aralık 2010 Çarşamba
ÖZLEDİM - Mİ ? -
Sen gelsen daha ben bir yaşımdayken, kurulsan tahtıma.
Çocuk olsak kartopu oynasak. İyice sıksan yine kartopunu avuçlarında, atıp canımı acıtsan.
Ağlayınca ben, ağzımı kapatsan babam duymasın diye
Gene de vazoyu kırınca ben alsam suçu üstüme, senin sabıkan kabarık diye.
Okul harçlığıma el koysan, dersten çıkmanı beklesem eve dönebilmek için.
Mini etekli edebiyat hocasına laf attığın için ben zayıf alsam sözlüde senin yüzünden.
Köpeği üstüme salsan, ben ağlarken korkudan, sen kahkahadan yerlere yatsan.
Yine kıskansan sınıfımdakilerden, onlarla gezmeyeyim diye okulu asıp pikniğe götürsen beni.
Sabahlara kadar kahkaha atsak yine yaz akşamlarında, arkadaşlarla balkonda. Karnımıza ağrılar girse gülmekten sen daha fıkraya başlar başlamaz. Annem uyansa sesimize, bir gözü kapalı ikaz etse. Babam kalksa azarlasa "Yatın artık!" diye.
Birgün önce hediye ettiğin kolyeyi ertesi gün geri alsan küstük diye.
Sen, gelsen...
Yanımda olsan yine...
Diner mi öfkem,
unutur muyum?
çaresiz zamanlarda sessiz çığlıklarıma ses vermediğini.
Sevgimi acılarımda boğduğumu.
Unutabilir miyim?
10 Aralık 2010 Cuma
ARABAMIZ BULUNDU :)
Bulundu, hem de az bir hasarla.
Hırsızlar arabayı düz kontak yaparak çalıştırmışlar. Bir süre gittikten sonra stop edince tekrar düz kontak yapmak istemişler ama bu sefer marş motorunu yakmışlar. Bulundukları yer mahalle arasıymış dikkat çekmekten korkup panik yapmışlar ve arabayı bırakıp kaçmışlar. (Polisin ifadesine göre)
8 Aralık 2010 Çarşamba
BİR RÜYAYMIŞ SANKİ
Henüz beton binalar dikilmemişken boy boy...
Allı morlu... Çirkin.
Yerlerinde yaban gülleri boy verirdi baharlarda.
Mis kokulu yaban gülleri...
Batardı dikenleri acıtırdı gerçi
ama olsun...
Dibinde poz verirdik neşeyle, kıkır kıkır.
Yüzümüzde en çocuk gülüşümüz, en masum duygularımızla.
Kavak yellerine bırakırdık saçlarımızı,
kavak yelleri eserken başımızda.
Gözlerimiz kapalı, hülyalı ve kim bilir hangi yüreğe sevdalı.
Henüz o gaddar devin elleri uzanmamış, ayakları ezmemişken,
yemyeşilken henüz vadi;
bir yanı bağ, bir yanı dut ağaçları,
ortasında incecik akan şırıl şırıl deresi
ve biz...
Mahallenin gençleri.
Koşardık yarışarak...
Taşlardan hoplaya zıplaya, yokuştan kaya kaya.
Hep aynı ceviz ağacına kurardık salıncağımızı.
Geniş düzlüğü biz kapmalıydık,
erkekler maça başlamadan önce...
Ahh!
Sanki bir rüyaymış geçen yıllar.
Hiç yaşanmamış.
Öyle bir yer hiç olmamış.
Hep böyle soğuk, böyle taştanmış...
..........
Bugün oradaydım. İlk gençlik yıllarımın geçtiği mahallemde. Boğucu itici tıkış tıkıştı.
Her yer yüksek binalarla dolmuş. Ne kavaklar, ne meyve ağaçları, ne yaban gülleri kalmış.
Kızlı erkekli oyunlar oynadığımız yeşil düzlükleri aradı gözlerim, taş binaları yıkmak istercesine.
Arkadaşlarımı; Adalet, Nesrin, Nijat, Kemal, Melek, Makbule, Bekir, Nalan, Nur, Güner ve diğerlerini aradım umutsuzca... Özlemle.
Kulak kabarttım, çığlık çığlığa kahkahalarını duymak için ...
Hatice Teyze oturmuyordu köşe başındaki taşın üstünde.Yerine şık bir araba park etmişti.
nurten y tartaç
6 Aralık 2010 Pazartesi
SAĞLIK OLSUN !!!
Her olayın bir nedeni olduğunu düşünenlerdenim ve bu nedenin, bizim için en hayırlısı olduğunu... "Hayırlısı böyleymiş, ya şöyle olsaydı ... Sağlığımız yerinde, birlikteyiz ya, önemli olan bu, gerisi nasılsa yoluna girecektir" derim hep, can sıkıcı bir olayla karşılaştığımızda .
Yaşadığımız olumsuzlukların; bizi geliştirip olgunlaştırmak adına yararlı bile olabileceğini, en azından; durup, kendimize şöyle bir bakmamızı, daha sonraki adımlarımızı atarken daha temkinli olmamızı sağlayabilir diye düşünmekteyim.
Düşünmektey dim...
Yok, artık çok sıkıldım...
Hayır, isyan etmeyeceğim
ama yetmez mi artık...
Bu kadar da üst üste gelmese...
Şimdi de; arabasını satan bir arkadaşımıza, yeni bir araba alana kadar kullansın diye verdiğimiz arabamız çalınmış apartmanın önünden.
5 Aralık 2010 Pazar
BİR ANI - BİR MİM
"sizden anılarınızla,anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı yazmanızı istiyorum"
Kurgulayarak öyküleştirdiğim ya da değiştirmeden, olduğu gibi yazdığım anılarımı blogumda okuyorsunuzdur zaman zaman.
Anılarım; yaşanmışlıklarım yani geçmişim. Her birisi ayrı değere sahip hayatımda. Hatırladıkça, ister üzüntü ister mutluluk versinler, üst üste birikip beni ben yaptıkları için önemli anılarım.
Yaşattıklarıyla, bazen benden bir şeyler götürürken, kişiliğimi, hayata karşı duruşumu oluşturdukları için değerli tüm anılarım.
En iyisi; bizim için çok önemli olan, ondan sonraki hiçbir arabamızın onun yerini dolduramadığı ilk arabamız - hörby- ile bir iki anımızı anlatayım. (arabayı eşya kabul edebiliriz di mi?:)
Daha çocuklarımız küçücüktü Alper bebekti hatta, eski model Kırmızı Opel Ascona marka arabamızı aldığımızda. Yıllarca kullandık. Öyle ki artık her yeri dökülüyordu ama sevgiyle bağlıydık tıpkı aileden biri gibi. "Hadi kızım derdik" bindiğimizde "uçur bizi" Türkiye'nin hemen her yerini gezdik onunla bizi hiç yolda bırakmadı.
Çok ta hız yapardı. Bir yolculuğumuzda; mersedes bir arabanın sürücüsü, onu geçiyor olmamızı onuruna yedirememişti de yarışa tutuşmuştu bizimle. E serde gençlik var, biz de altta kalır mıyız, bastık gaza. Sonunda bir benzincide yakaladı bizi mersedesin sürücüsü. Sağını solunu döne döne inceledi arabamızın. Bir haline baktı bir yaptığı hıza, sonunda dayanamadı geldi yanımıza, bu arabayla nasıl bu hıza ulaşabildiğimize hayret etiğini söyledi.
Engebeli dağ yollarına, çamurlu toprak yollara sürdük gıkını çıkarmadı.
Bir keresinde de; uzun bir yolculuktan dönerken homurdanmaya başladı bizim hörby. Hava kararmış çocuklar küçük, yolda kalsak ne yaparız iki çocukla diye panik içindeyim. "hadi kızım yapma bunu, bırakma bize bu ıssız yerlerde" diye yalvardım yol boyunca :)) Saatlerce ıhlaya tıslaya geldi ve evimize 50 metre kala stop etti ama sonunda bizi evimize getirmişti.
Yıllar sonra sattığımızda çocukların, evden aileden biri ayrılmış gibi gözyaşı döktüklerini hatırlıyorum. Ve hiçbir arabamız onun yerini alamadı.
2 Aralık 2010 Perşembe
Güle güle Sevgili Sunny
Çok üzgünüm.
Ailesine, arkadaş, dost ve yakınlarına sabırlar diliyorum.
Nur içinde yatsın
DOYUMSUZ HAZ !
Bir el uzanmışsa en gerekli anda
sarmış sarmalamışsa dostça
omuzunu uzatmışsa bir de ağrıyan ağır başına
yalnızlığa isyana aralanmışken dudakların tam da
ben varım ya arkadaşım demişse sıcacık
nemli gözlerine bakıp nemlenen gözlerle
iyi gelir.
Ve
günün sonunda
bir dostun yardım dileyen sesiyle çınlamışsa kulakların
hem de
beyninde horon tepiyorken binlerce uşak
ve gözlerin kan çanağı uykusuzluktan
bir çırpıda ulaşmış, uzatmışsan elini
yol olmuş, yoldaş olmuş
çare değilse de bir anlık 'Oh!'
bir gülücük olmuşsan dost dudağında
günün yaşattığı üzüntüleri unutup
yardım almanın
yardım etmenin
doyumsuz hazzıyla
mutlulukla koyarsın başını yastığa.
nurten y tartaç
27 Kasım 2010 Cumartesi
ÜÇ SEVGİLİ ARKADAŞIMDAN 2 MİM
1. mim:
Sevgili Blog Arkadaşım Dalgaları Aşmak mimlemiş beni. Uzun süredir bekliyordu ancak zaman bulabildim ve zevkle cevaplıyorum. Çok teşekkürler...
Mimin konusu ;"Garip alışkanlıklarımız ve yapamadıklarımız nelerdir?"
Hımm! garip derken..? Ben kendimi nasıl 'garip' olarak adlandırabilirim ki? Garip olduğunu bilsem öyle davranır mıyım ..?
Ama şu kadarının farkındayım;
Mesela:
Doğada olmak istiyorum diye can atarım. Pikniğe gideriz. Bir minicik örümcek görsem üstümde, çığlığı basarım.
Gün batımı manzarasını kaçırmamak için birçok zaman, işimi gücümü bırakıp elime kahvemi sigaramı alır, güneş kaybolana kadar balkonda oturup keyif yaparım.
Duygularımı uç noktalarda yaşarım. Mutluluğumu ya da sevincimi de, acılarımı da. Yaşadığım acılar bu nedenle çok daha fazla yıpratıcı oluyor.
Ya mutlu ve sevinçliyken verdiğim tepkiler? Onlar da yakınımdakileri yıpratıyor.
Nasıl mı?
Şöyle ki;
yıllarca önce direksiyon dersi alırken, çiçeklere bezenmiş ağaçlarla dolu bir bahçenin yanından geçerken öyle bir çığlık atmışım ki ! ” Aman Allah'ım, olamaz ! Bu ne güzellik !” diye, hocam neye uğradığını şaşırmış paniklemişti de direksiyona yapışmıştı mesela:)
Bak, yazınca farkettim. Az garip bi tip de değilmişim hani :)
Yapamadıklarım..? yapmak isteyip de, yapamadıklarım yazmakla biter mi acaba..?
Herşeyi olduğu gibi bırakıp, sırtıma çantamı aldığım gibi dünya turuna çıkmak isterim mesela ama yapamam :(
Bir de; daha flört ederken, Merih'le, evlenip gemiyle uzak diyarlara seyahat etmeyi hayal ederdik 27 yıl oldu yapamadık. Umudumuzu kaybetmedik ama. Hele bir çocukları uçuralım yuvadan, hala gücümüz kalmışsa ahdımız var yapacağız :))
Bir de; hayvanları çok sevmeme rağmen hemen hemen hiçbir hayvana dokunamıyorum. İsterdim ki ben de, bir kedinin ya da köpeğin tüylerini korkmadan okşayabileyim.
Diye devam eder gider yapamadıklarım...
2. mim:
Sevgili arkadaşlarım YAŞAMIN KIYISINDA Ve Aslan da mimlemişler beni yine zevkle cevaplıyorum... Çok teşekkürler.
Her mimde olduğu gibi bunun da kuralları var...
Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız yada hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Seçtiğim kitap BABA VE PİÇ
Yazarı; Elif Şafak
Kitap kuzenimin hediyesi
Bu kitaba başladığımda da yine aynı fikre kapılmıştım, her Elif Şafak kitabı okuduğumda olduğu gibi.
Bir romanını okurken sıkılıp, neden sol kulağını sağ elle gösterip, ağdalı bir dil kullanarak ve sündüre sündüre anlatıp yoruyor okuyucuyu diye düşünürken,
Başka bir romanını okurken içinde kayboluyor, anlattığı sokaklarda gezip, çizdiği karakterlerle hasbıhal ederken buluyorum kendimi. Bu kitapta olduğu gibi.
İşte 55. sayfadan bir paragraf:
Arizona Mustafa'yı kuşak be kuşak Kazancı sülalesindeki bütün erkekleri vuran kötü kaderden kurtaracaktı. Bu niyetle yollanmıştı ta buralara, bu kadar uzağa. Ama Mustafa böyle hurafelere inanmazdı. Hurafelerin kadınlara has tekinsiz bir alemin nişaneleri olduğuna inanırdı. Kadınlar zaten tuhaf mahluklardı. O kadar kadının arasında büyüdüğü halde kendini kadınlara bu kadar yabancı hissetmesini açıklayamıyordu Mustafa.
.....................
Baba ve piç İstanbul-San Francisco hattında gidip geliyor. Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Çakmakçıyanların 90 yıla yayılan öyküleri iç içe.
Yazarın Ermeni soykırımına bakış açısıyla, bazı yerlerde aynı fikirde olmasam da akıcı sade bir dille yazılmış güzel bir kitap.
Arkadaşlarım arasından seçim yapıp üç kişiye paslamakta zorlanıyorum. Bu şıkkı atlasam olmaz mı :)
24 Kasım 2010 Çarşamba
Bu öğretmenler gününde de
Başta; Başöğretmen Ulu Önder Ata'mızı rahmetle anıyorum...
Emekli olduktan sonra, her okul önünden geçerken, her istiklal marşı dinlerken gözleri dolan, öğretmenliğin ne kadar erdemli, kutsal bir meslek olduğunu ondan öğrendiğim Canım babacığımı, rahmetle anıyorum...
Değerli öğretmen akrabalarımın ve arkadaşlarımın
Çok sevgili öğretmen blog arkadaşlarımın,
ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN
..............................
21 Kasım 2010 Pazar
YABANCI -4-
14 Kasım 2010 Pazar
13 Kasım 2010 Cumartesi
YABANCI - 3 -
*
Beynine üşüşen düşüncelerle boğuşup duruyordu dünden beri Aysel. Bir sigara aldı paketinden, titreyen elleriyle yaktı. Dün tanıdığı ailesini, akrabalarını getirdi gözlerinin önüne. Konuşmaları giyimleri, oturup kalkmaları bile farklı bu insanlarla kendisi arasında bir yakınlık kuramadı kafasında. "Bacım" demişti ablası da ağabeyi de; gözleri ışıl ışıl, içten samimi bir ses tonuyla. Belli ki sevmeye, bağırlarına basmaya hazırlardı onu.
Ya şimdiki ailesi..? Kendisine hep mesafeli duran annesi Aylin'le eşit görebilmiş miydi onu?
*
Ağabeyi geçen sene arayıp bulmuştu Aysel'i. Oturup uzun uzun konuşmuşlardı. Aslında o soğuk davranmış sitem etmişti, ağabeyi konuşup gönlünü almaya, yumuşatmaya çalışmıştı hep.
Mutlu mu olmalıydı asıl ait olduğu yerden koparıldığı, evlatlık verildiği için? Aslında resmen evlatlık bile değildi. Ailem dediği insanlarla aynı soyadını bile taşımıyordu.
DEVAMI VAR
12 Kasım 2010 Cuma
YABANCI -2-
Şehre geldiğinde ilk bulduğu otobüse attı kendini, arkasından biri kovalıyormuş gibi... Bir an önce uzaklaşmalıydı buradan, bir an önce. Belki geldiğinden beri boğazını sıkan o elden kurtulurdu böylece. Daha otobüs hareket etmeden kapattı gözlerini, güzel bir düş görmek umuduyla. Kim bilir belki annesinin elinden tutmuş, köy yolunda görürdü kendini yine.
Gözlerini açtığında hava çoktan aydınlanmıştı. Hafifçe yerinde kıpırdandı, esnedi, saçlarını düzeltti parmaklarıyla. Manzara değişmiş, otobüs çoktandır çıplak, taşlık dağların, tepelerin, eteğinde tek tük ağaçların olduğu geniş Orta Anadolu düzlüklerinde ilerliyordu. Taa ilerlerde bir yerlerden kopup gelen, kah yaklaşıp kah uzaklaşarak yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp giden dereyi takip etti uykulu mahmur gözlerle. Dereyi görmüyordu aslında ama iki sıra halinde söğüt ve kavak ağaçlarının kıvrıla kıvrıla vadinin ortasında uzayıp gidişi, ağaçların arasından akıp giden bir dere olduğunu düşündürüyordu.
"Ablam nasıl da benziyor Anneme..." "Yok canım! bana öyle geliyor. Daha beş yaşındaydım nasıl hatırlayabilirim ki yüzünü o kadar ayrıntılı..." diye geçirdi içinden.
Köyden kaçar gibi uzaklaşırken , Ablası, "bacım!" diye seslenmişti arkasından nemli gözlerle, sıcacık. "Hemen gitmesen... Yemek hazırladım. Karnını doyur yola çıkmadan önce..." Arkasını dönmeden "Aç değilim. Teşekkür ederim" demişti tıslar gibi.
Tekrar kapattı gözlerini, dişlerini sıktı hırsla "Bacımmış" "bunca yıl sonra ne bacısı ne kardeşi, yeni mi geldi aklınız başınıza?" "Nefret ediyorum! Nefret ediyorum hepinizden..." yanaklarından süzülen yaşlara engel olamadı. Ağladığı için bu kez de kendine öfkelendi...
Ankara'nın, ağzını kocaman açmış, önüne gelen her şeyi bir çırpıda yutuverecek devlermiş giıkbi duran sık ve çok katlı binaları görünmeye başladığında yerinden doğruldu, çantasından tarağını rujunu çıkardı, üstüne başına çekidüzen verdi. Eve uğramadan doğruca hastaneye gitmesi gerekiyordu. Mesai başlamak üzereydi.
DEVAMI VAR
7 Kasım 2010 Pazar
KÜÇÜK ŞEYLER
Cuma günü sabah erkenden bankadaydım. Bilirim çünkü, zordur sıkıcıdır uzun sürer banka işleri.
Vadeli hesabımı zamanından önce bozdurup bir miktar almam gerekiyordu acil bir nedenle. Dolayısıyla zararım olacaktı.
.........................
Zararım olacak diye neredeyse benden çok endişelenen bunu en aza indirmek için hiç anlamadığım birçok bankacılık işlemini deneyip, araştırıp soruşturan, en önemlisi de;
bunu yaparken, görev bilinci, insan sevgisi ve nezaketi harmanlayıp, güler yüzle, müşterilerine hizmet olarak sunan
robotlaşmış memur görüntüsünü zihnimden gözümden silen, ülkemle ilgili güzel şeylerin de olduğunu düşündürüp içimde yeni umutlar yeşerten
ZİRAAT BANKASI BATIKENT - KARDELEN şubesi çalışanlarına çok teşekkürler...
ONE LOVELY BLOG AWARD
Güzel Ayşegül kızım One Lovely Blog Award ile ödüllendirmiş beni. Nasıl kabul etmem onun elinden sunulan sevgi dolu fincanı..? Aldım kabul ettim, içtim kana kana...
Çok teşekkürler
Dilerim; sevgi dolu yüreğinden, pembe güller gibi mis kokular ve hep sevgi sözcükleri yayılsın çevrene... Gül açılsın gönlünde ve hep gül ömrünce...
Yolu sayfamdan geçen değerli arkadaşlarımı birbirinden ayırmak istemiyorum, kucak dolusu sevgilerle, hepinizin olsun bu ödül ...
3 Kasım 2010 Çarşamba
Y A B A N C I
Kendine yabancı bu köy evinin önündeki çam ağacının altına, bir taşın üstüne oturdu genç kız. Bir sigara yaktı, meraklı gözlerle, makyajlı yüzüne ojeli tırnaklarına bakan iki küçük kız çocuğuna doğru savurdu dumanını uzun uzun. Donuk gözlerle süzdü onları. Sonra çocukları delip geçen bakışları meydandaki dut ağacını buldu. Olgunlaşmış simsiyah olmuştu dutlar... Bir hayal geldi gözlerinin önüne soluk, belli belirsiz.
Kısa bir tereddütten sonra içeri girdi tekrar. Kendinden küçük üç üvey kardeş, iki yıl önce onu arayıp bulan ağabeyi, yeni tanıdığı ablası ve bir oda dolusu "akrabayız biz seninle" diyen insan, burunlarını çeke çeke ağlıyorlardı.
Dönüş yolunda başını cama dayamış, yanından hızla akıp giden hem yabancı hem çok tanıdık manzaraya bakıyordu genç kız dalgın dalgın. Rüyalarında birçok kez görmüştü bu tarlaları, üzüm bağlarını. Kim bilir kaç kez annesi onu sırtına bağlamış, ot toplamaya, üzüm kesmeye gelmişti buralara...
"Neden geldim ki..?" diye mırıldandı dişlerini sıkarak. Kendini buraya ait hissedememişti. Hep yabancı hissettiği diğer ailesinin yanına doğru yol alırken, iki damla yaş belirdi göz pınarlarında...
1 Kasım 2010 Pazartesi
YILDÖNÜMÜ
Tam 27 yıl olmuş, dile kolay
ellerim ellerini bulalı
gönlün gönlüme yoldaş olalı...
Gün oldu dikenli tarlalarda yol bulmaya çalıştık düşe kalka.
Gün oldu engin mavilere koştuk coşkuyla, neşeyle.
Boğuşsak da hayatla çoğu kez,
Birlikte güldük birlikte ağladık
Bazen tepe taklak olduk
Yine birlikte...
Öyle zamanlar oldu ki;
Diken oldu battı belki sözlerimiz.
Ama çabuk geçti hıncımız..
Sırdaşım oldun bazen,
Yalnız kalmışken koca dünyada,
Gençliğimizi bıraksak ta geçtiğimiz yollardaki dikenli dallarda,
kök saldık geleceğe, bizden izler taşıyanlarla.
Hani derler ya...
Yine gelsem dünyaya
Yine seni seçerdim
Sevgili eşim canyoldaşım hayat arkadaşım, yıldönümümüz kutlu olsun...
30 Ekim 2010 Cumartesi
Ü Z E R İ N İ Z E A F İ Y E T
Gözüm açıldı ya, kim tutar beni? Attım kendimi dışarı. Severim ben; bazılarına kasvetli gelen böyle, kapalı yağmur kokan, toprak kokan havaları... Yürüyüş yolunun ortasındaki geniş yeşillikte, günlerdir yağan yağmur nedeniyle, artık toprak suya iyice doyduğundan, minicik dereler gibi su birikintileri oluşmuş. İki yanında çimenler büyümüş boy atmışlar, sarı minik çiçekler yeniden can bulmuşlar, aldanıp bahar kokan havaya. Dallarda kurumaya yüz tutmuş sarı yapraklar arasındaki birkaç asi dikbaşlı yeşil yaprağın, inatla ısrarla doğaya direndiklerini gördüm gülümseyerek, gıptayla...
Eve döndüğümde; TV de Sihirli Annem dizisinin bininci kez gösterimini izlerken yüzümde kocaman bir gülücükle yakaladım kendimi. Oysa ne zaman tv yi açsam karşımda bulduğum bu dizinin bir özelliği yok benim için. Sadece yürüyüşten sonra, güne başlamadan önce, elime kahve fincanımı almış, kanepeye uzanmış keyif yapıyor, bir elimde de kumanda aleti kanal kanal dolanıyordum beklentisiz, öylesine. Ne zaman bu diziye rastladım ve ne zamandır izliyordum farkında bile değilim. Bir baktım; ağzım koca bir fiyonk, öylee mutlu mesut izliyorum. Dizideki ne, bu kadar hoşuma gitmişti bilmiyorum:)
Baktıklarımı daha güzel görmeme neden olan şey; yeni hastalıktan kalkmış olmanın verdiği, rehavetle karışık, hayata kaldığım yerden başlıyor olmanın, yeni güç heyecan ve enerjisi olmalı...
16 Ekim 2010 Cumartesi
HEP MUTLU OL…
Mutsuzluğu da mutluluk gibi yaşayabilen insan, mutlu insandır…
Odasındaki panosuna bu yazıyı yazmış.
Çok mutsuz ve mutlu olabilmenin yollarını mı arıyor..?
Mutlu olmanın sırrının, mutsuzken bile olumlu düşünmeyi başarmaktan geçtiğini mi keşfetti..?
Çok mutsuz ve bununla başedebilmek için, içinde bulunduğu durumu kabullenmeyi mi seçti..? İsyan etmenin anlamsızlığını anladı. Her şeyi oluruna mı bıraktı..?
Bugünkü mutsuzluğuna neden olan olay ya da şeylerin, gelecekteki mutluluğunun temellerini teşkil ediyor olabilme ihtimalini mi farketti..?
Yoksa;
Mutluluk – mutsuzluk arasındaki ince çizgiyi gördü ve…
Büyüdü olgunlaştı, mutsuzluğun ve mutluluğun anlık duygular olduğunu, aslolanın bulunduğu en kötü durumdan bile teselli payı çıkarmak olduğunu mu öğrendi.
……………………………………
Gözümün nuru, ince sızım, yaşam nedenim;
Bilmez misin, sen içinde fırtınalar yaşarken ben kasırgalarda kalırım...
ve…
bu kalp bir tıkta Mert,
bir tıkta Alper der…
Ama yalnızca, der.
Sesizce bekler…
Susar, seyreder
Çünkü bilir ki,
yalnızca, iki kanatla uçar kuşlar…
HEP MUTLU OL ( UN ) …
13 Ekim 2010 Çarşamba
Doyduk
Bilirsiniz, Anadolu'da köylerde kimseye ismiyle hitap edilmez neredeyse. Hepsinin bir lakabı vardır. Lakapları kişilerin bazı fiziksel özelliklerinden konuşmasından ya da davranış biçimlerinden esinlenerek konmuştur onlara. En azından öyle olmalı diye düşünülür.
Neden Doyduk Gelin denmişti köyde ona bilmem. Hiç doyarak sofradan kalkmış bir görüntüsü olmamıştı ki hayatı boyunca. En azından ben bildim bileli, hep iskeletin üzerini örtmüş deriden ibaret bir vücuda sahipti. Sıfır beden yani. Mankenler o hale geleceğiz diye dünyayı zehir etmiyorlar mı kendilerine? Doyduk, hiç ayrıca çaba harcamadan işte öyle zayıftı, sıfır beden manken gibi. Hani zorlasanız kulaklarınızı, oturup kalkalken çatur çutur kemiklerinin sesini duyabilirsiniz belki de.
O yıl yaz tatilinde babam bizi memleketine götürmüştü. Doyduk Gelin karşımızdaki mindere bağdaş kurup şöyle bir yerleşmiş ve dik dik yüzüme bakarak, dilini damağına değdirip şaklattıktan sonra “vah vahh! bu keleş çocuk neye o gözlükleri takmış saar ciyerim..?” diye ellerini dizlerine vura vura eni konu dövünmüştü karşımda.
Yeni gözlük takmaya başlamışım ve kendimi yeterince kötü hissediyorum. Bir de O’ nun karşımda, onulmaz bir hastalığın pençesine düşmüşüm gibi acınarak dövünmesi beni yıkmıştı. Her rastladığında yan yan bakıp dilini şaklatması ( hayret ifadesi ) da cabası. Ondan sonraki yıllar boyunca -çocukluğumda- sert ifadesinden, otoriter tavrından hep çekinmişimdir her köye gittiğimizde.
…………………………
Zaman zaman yaptığımız gibi, tatil dönüşü köye uğradık . Torosların eteğinde bir orman köyü olan, şimdilerde kuzenlerin modern evler yaptırdıkları ve sayfiye yeri olarak yazları gelip kaldıkları, bu, havası ve doğası harika köyde birkaç yaşlı insan kalmıştı yalnızca ve bunların arasında Doyduk Gelin de vardı.
Doyduk, seksen yaşını geçmişti çoktan ama gelin olduğunda takılan lakap değişmemişti. Hala Doyduk Gelin diye hitab ediliyordu yaşlı kadına. Tek fark; buruş buruş, kara, kalın, zamana yenik düşmüş derisi vardı iskeletinin üstünde şimdi o kadar… Elmacık kemiklerine yapışmış derisinin üstünde yol yol derin çizgiler oluşmuştu. Güldükçe - ki çocukluğumda o’nu hiç gülmez sanırdım – çenesi tir tir titriyor, ağzında kalan, uzamış birkaç dişi yerinden çıktı çıkacak bir görüntü veriyordu.
Son yıllarda Doyduk Gelin’le -nine- yaptığımız sohbetlerden aldığım keyfi anlatamam. Çocukluğumun aksine, O’nu çok cana yakın buluyor ve çok seviyorum. Üstelik, yaşına inat, kilometrelerce uzağa pikniğe giderken bizden önce yola koyulmasına, beni yarı yolda bırakarak dağ tepe aşarken ki enerjisine de hayranım.
NİCE SAĞLIKLI YAŞLARIN OLSUN DOYDUK GELİN - NİNE -
10 Ekim 2010 Pazar
İnsanoğlu Kuş Misali
Birgün, karşı kanepedeki yaşlı kadın kalkmış, usul usul gelip, kardeşinin kanepesine, yanıbaşına oturmuş. Sonra dönmüş,
Bak gördün mü kardeşcim demiş. İnsanoğlu kuş misali. Demin nerdeydimmm, şimdi nerdeyim…
………………………………….
Yeni bir hayat kurdu kendine dünkü küçük kuzumuz Alp’imiz. Minicik kutu gibi bir dubleksin, terası boğaza bakan çatı katında. Bir yatak bir çalışma masası bir gardrop televizyon, küçük halısının üstünde terlikleri ve diğer kendine ait eşyalarıyla, bir başka hayat… Güven dolu korunaklı ana baba şefkatiyle sarılıp sarmalandığı bildik aşina yuvasından çok uzaklarda.
Şimdi onun bize yabancı yeni bir hayatı var. Kendine de… Yatağına yorganına, evinin kokusuna ısısına, kapısının tokmağına bile yabancı henüz.
Oysa; deniz, martılar, ihtiyar balıkçı ve oltasında çırpınan balığın adı, balıkçının oltasının ucundan balığı kapıp kaçan ama kovada çırpınan balığa asla dokunmayan kedi bile tanıdık olmuş çoktan onun için. Bizim yabancı olduğumuz deniz kıyısı yaşantısına alışmış.
Oğlumuzu yeni hayatında bırakıp gece yola koyulduk …
Kapkara yağmurlu sisli bir gecede, kıvrım kıvrım yolda ilerlerken kulağınız motorun homurtusunda, bir pencereden sızan ışık takılır birden gözünüze. Nasıl bir hayat yaşanmaktadır kimbilir o camın ardında gecenin o saatinde? belki bir hasta vardır inleyen, belki bir dram yaşanmaktadır o anda ya da mutluluktan uyku tutmamıştır evdekileri. Gaza basıp hızla geçersiniz size uzak, bir adım ötenizdeki o hayatın yanından.
Kollarını uzatmış sizi yakalayıp bir çırpıda yutuverecekmiş gibidir üstünüze üstünüze gelen orman gölgeleri zifiri karanlıkta. Oysa, aynı yerden gündüz geçerken, her cins ağacın süslediği, sonbaharın yeni yeni, renklere bürümeye başladığı bu orman, bir kuş olup daldan dala uçmak, kelebek gibi titreyerek her yaprağa konmak isteği uyandırmıştır sizde. Aynı manzaranın hem mutluluk ve coşku hem de korku ve ürpertiye neden olmasına şaşırırsınız birkez daha.
Şimdi evimizdeyiz ve kendi yaşantımıza, kendi bildik hayatımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İnsanoğlu kuş misali …
1 Ekim 2010 Cuma
Bir Kez Daha Kapandı Sandık...
Çeyizinden kalma sandık ve içinde sana özel, atmaya kıyamadıklarımı bir şekilde YOK etmem gerekiyordu artık…
Ama daha sandığına bile dokunamamıştım ki bunca yıl, içindekileri nasıl atayım.
………………
Bu kez dayanabilirim yapabilirim sandım.
İlk yeşil hırkan geldi elime…
Hani; özene bezene örmüştün ya... Kıyamazdın evde giymeye
Sana geldiğimde ille de onu giymek isterdim. Daha sıcak tutardı sanki.
Sonra; Kuran-ı Kerim’in. İçinde, küçük küçük kağıtlara yazdığın notların olan.
Doktorunun, şiirlerini yazman için hediye ettiği defter ve kalem… Daha hiç açılmamış ambalajında duruyordu…
Sonrasına bakamadım
Göğsüme bir yumruk yedim sanki
Düğüm düğüm oldu boğazım yine…
Ahh! ne çok özlemişim Annem seni, ne çok…
Yine yapamadım … Bir kez daha kapattım sandığını… Belki bir dört yıl sonra tekrar denerim…
30 Eylül 2010 Perşembe
BİZ ESKİDEN…
Arnavut kaldırımı taş sokaklarda faytona kurulmuş gidiyor olmak, üstelik te gece el ayak çekilmiş, sokak sessizliğe bürünmüşken, ne güzel bir duygudur bilemezsiniz. ( Gerçi tamamen yok olmuş değil ama artık, bazı yerlerde ve yalnızca turistik amaçlı kullanılıyor faytonlar. ) Eğer biliyorsanız da benim yaşlarımda yani birazcık yaşlısınız demektir. Her ne kadar kendimi bir türlü o sınıfın içinde hissedemesem de:))) Gençlerin, “o da ne ki? “ dediği pek çok şeyi yaşamış olmak hoş bir duygu. Ee bu da yaşlı olmanın ayrıcalıklı kısmı. Kendinize bilmiş bir eda verir başlarsınız anlatmaya, “sen bilmezsin, biz eskiden… “ diye. Modası geçmiş adı sanı unutulmuş bir takım şeyleri yaşamış biri olarak anlatmanın her ne kadar cazip bir yönü yokmuş gibi görünse ve biraz fosilleşmek anlamına gelse bile; şu, her şeyi bir kendisi bilen genç neslin karşısında onların bilmedikleri şeyler de olabileceğini ispatlamak hiç fena olmuyor doğrusu.:)
Tv de gördüğüm bir fayton, beni taa çocukluğuma götürdü bu akşam.
Kasabada bir tek fabrikalar sinemasına yabancı –ejnebi – film gelirdi. Annem Hint filmlerini çok sevdiği için her seferinde mutlaka giderdik. ( O zamanlar Hint filmleri furyası vardı ) Filmin yarısından fazla kısmı, aşırı makyajlı bir kız ve bir erkeğin kah bir ağacın arkasından, kah pat diye başka bir yerden dansederek fırlayıp, göz süzüp gerdan kırarak şarkılar söylemesi ve birbirlerine kur yapmalarıyla geçerdi. Pek birşey anlamazdım ama masalsı havası, rengarenk giysileri benim de ilgimi çekiyordu sanırım.
Evimiz çok uzak olmamasına rağmen; sinemada, kardeşim ve ben en çabuk kim içecek yarışı yaparak, arkası arkasına gazozları midemize indirdiğimiz için sıkışır eve yetişemeyecek duruma gelirdik film bittiğinde. Babam eve daha çabuk yetiştirebilmek için sinemanın önünde sıralanmış bekleyen faytonlardan birine bindirirdi bizi söylene söylene.
O ılık yaz gecelerinde; faytonun koltuğunda, kendimi gecenin sessizliğine bırakır, başımı Babamın ya da Annemin omuzuna dayar, iyice mahmurlaşmış, ağırlaşmış göz kapaklarımı kapatır, faytonun tentesinin etrafında sıralı minik çan seslerini, arnavut kaldırımı taş sokaklarda, atların yürürken çıkardıkları ahenkli “tak tuk tak tuk” nal seslerini ve homurtularını dinlerken uyuyakalırdım her seferinde…
27 Eylül 2010 Pazartesi
Güle güle
İçim ağlıyordu, gülümsedim
Neşeyle (!) el salladım.
Geleceğine doğru yola çıktı bir kez daha.
Sırtında, içine umutlarını doldurduğu çantası
gözünde hasreti
avuçlarında hayalleri vardı…
…..
Yolun açık, geleceğin aydınlık olsun oğlum…
17 Eylül 2010 Cuma
ZİL ÇALDIII !!!
Mini mini birler için okul serüveni başlamış bu hafta
Sevimli ikiler haylaz üçler yaramaz dörtler ve diğerleri içinse haftaya çalacakmış ders zili.
Zil dediğime bakmayın, o bizim zamanımızdaymış. Hademe (görevli ) eline aldığı kocaman çanı sağa sola sallayarak derse giriş ve teneffüs saatlerini duyururdu.
Şimdilerde, ahenkli kıvrak ezgilerle duyuruluyor ders başlangıç / bitiş saatleri. (gelin çiçek derelim… çocuk şarkısı gibi.) Üstelik arada bir de anons yapılıyor _Sevgili öğrenciler/ öğretmenler ders saati başlamıştır, iyi dersler_ gibi.
Bu sabah karşıdaki ilköğretim okulunun çın çın öten bozuk mikrofonundan yayılan; müdürün, okulla yeni tanışan minicik öğrencilerden ziyade, onların, heyecandan belli ki yerinde duramayan ve okul bahçesinde kaos yaratan, anne babalarını hizaya sokmaya çalışan sesiyle uyandım.
Yılların; acelesi varmış gibi çabucak ellerimin arasından kayıp gittiğini farkettim içim sızlayarak.
Daha dün gibi oğullarımın okula başladıkları gün...
Biri, sırasına oturur oturmaz _hadi sen git Anne_ demişti.
Öteki _ beni bırakıp gidersen, peşinden gelirim- diye tehdit etmiş, ders arasında beni görmediği zaman da okulu birbirine kattığı için haftalarca öğretmenler odasında oturup beklemiştim sabırla, okula alışacak diye.
Kimi zaman elimde antibiyotik şişesi sınıf kapısında bekledim
Kimi zaman evde unuttukları ödevlerini yetiştireceğim diye peşlerinden okula koşturdum
Birisi, zil çalar çalmaz nasıl bir hızla kendini dışarı atıyorsa, okulda ya çantasını ya da karda tipide kabanını unutur gelir.
Öteki ya serviste uyuyakalır ya da servis geç kaldı diye sinirlenip 2 km yolu yürümeye kalkar buz gibi havada, daha birinci sınıftayken.
Şimdi büyüdüler. Telaşları beklentileri kaygıları da…
YENİ DERS YILINDA TÜM ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİLERE BAŞARILAR…
13 Eylül 2010 Pazartesi
ALZHEİMER lı ŞEKER TEYZEMLE SOHBETİN TADI
Daha iki yıl öncesine kadar; tatlı dili hoş sohbetiyle, çiçekli
tokalarla arkada topladığı bembeyaz gür saçlarıyla, o buruş buruş
yüzünde uzun seyrek kirpiklerle çevrili iri gözleri, minicik burnu,
sürekli gülümseyen yüz ifadesi ve yaşına inat diriliğiyle, her
seferinde hayran kaldığım, “hah, işte tam da böyle yaşlanmak
istiyorum” dediğim arkadaşımın annesi, benim 83 yaşındaki
pamuk şekeri teyzemi ziyaret ettim bugün.
Şimdi yüksek tansiyonun neden olduğu damar tıkanıklığına
alzheimer da eşlik edince konuşması çok iyi anlaşılamadığı gibi
kelimeleri de birbirinden kopuk kopuk kullanıyor.
Birçok şeyi unuturken bazı şeylerin nasıl da insan beynine
kazındığını, eskiden manevi değeri onun için yüksek olan objelerin,
zihin kişiye nasıl bir oyun oynarsa oynasın önemini asla
yitirmediğini, insanın sağlığı yerindeyken sevindiği, sevdiği,
üzüldüğü şeylere beyin herşeyi birbirine karıştırmışken bile aynı
hisleri duyduğunu gördüm, birçok kelimesini anlayamadığım güzel
sohbetimizde.
O eski nezaketi ve kibarlığıyla hal hatır sorarken;
“Karın nasıl, kızlar nasıl?” derken
“Kocan nasıl, oğlanlar nasıl” demek istediğini anlıyorum
Gözleri ışıl ışıl oluyor “Annemi seviyorum” derken, aslında kızını
sevdiğini söylemek istiyor.
“Yoğuldular” (?) deyip, eliyle gülleri işaret ediyor. Yüzündeki
üzgün çizgilerden, gözlerinden geçen buluttan, bahçedeki güllerin
sıcak geçen mevsim nedeniyle kavrulmasına, vaktinden önce
sararıp solmasına çok üzüldüğünü anlıyorum.
“Benim herşeyim var” gibi bir şeyler söylüyor yine anlaşılır
anlaşılmaz, rastgele ve olur olmaz sıraladığı kelimelerle.
Gözlerinde iki damla yaş beliriyor. Anlıyorum ki, evini eşyalarını
çok özlemiş benim pamuk şekeri teyzem.
Kahvelerimizi içtikten sonra kapatıyoruz fincanlarımızı, sağlığı
yerindeyken hep yaptığımız gibi. Ben ona o bana fal bakıyoruz. Ve
bu sefer bizi çok şaşırtarak, daha anlaşılır ve mantıklı kelimelerle
fincanda gördüklerini sıralıyor bana…
Şeker Teyzemle ( bu benim O'na hitap şeklimdi) sohbet etmek,
konuşmasının bir çoğunu anlamasam da, bana eski sohbetlerimiz
kadar keyif verdi… Bir kez daha anladım ki, karşılıklı anlaşmak,
kelimeleri yerli yerinde kullanıp, güzel konuşmakla olmuyor
yalnızca…