29 Kasım 2015 Pazar
DIŞ CEPHE KAPLAMASI BAHANE
Onlar dış cephe kaplaması mı yapıyorlar sanıyorsunuz..?
Yanılıyorsunuz...
Onlar beynimizi ele geçirmek için gelmiş inşaat işçisi kılığında uzaylı yaratıklar aslında.
Valla!
Aylardır bizim site, günlerdir de bizim blok ve bizim aile üzerinde yoğun çalışmalar yapıyorlar. Yakında emellerine ulaşmış olacaklar korkarım.
Sabahın köründe yine matkap sesiyle fırladım yataktan.
Alışamadım.
Neredeyim, ben kimim, burası neresi..? gibi kısa süreli bir paniklemeden sonra, ohh! neyse evimdeyim dememe kalmadı, ikinci ve hemen ardından üçüncü işçi, hep birlikte matkaplarıyla beynimizi delmeye başladılar. Ve teslim olduk çaresizce.
Matkap gürültü yapar, sinir bozucu ve kulaklara ziyandır sesi. Ama ben böyle gürültü duymadım daha önce. Sağdan soldan, oradan buradan aynı anda başlayan matkap sesleriyle hareket ve düşünme yeteneğimi kaybettim. Serseri mayın gibi dolanıyorum evin içinde. Hiç bir işime yoğunlaşamıyorum. Tozu, pisliği, bir anda burnumuzun dibinde pencerenin önünde bitiveren işçisi cabası.( Ki üçüncü katta görmeye alışık olmadığımız bir manzara olduğundan yerimizden zıplamamıza neden olabiliyor haliyle:) )
Üç gündür bu durumdayız. (Alper'e göre onlara böyle sürekli ikramda bulunursam bizim katı bitirmelerini daha çook bekler
mişim :) ) Yarın da böyle devam ederlerse beyin hücrelerimizi tamamen ele geçirmiş olacaklar diye endişeliyim.
Yarın öbür gün aranızda zombi, mutant falan olarak dolaşıyor olabiliriz haberiniz ola. :P
n y tartaç
15 Kasım 2015 Pazar
GEÇMİŞ, GEÇMEZ BAZEN
Dışarı çıkar çıkmaz serin sonbahar rüzgarı tokat gibi çarptı yüzüme. Montumun yakası kaldırıp başımı gömdüm içine. Soğuktan değil, daha çok yağmur gibi akan gözyaşlarımı saklamak için. Bir süre sonra artık dikkat çekmekten rahatsızlık duymadan elimin tersiyle gözlerimi sile sile yürüyordum hastane bahçesinde.
Sonbahar tüm ihtişamıyla serilmişti gözlerimin önüne. Güneş, sık ve ulu çınar, at kestanesi ve salkım söğütler arasından süzülürken, sanki... ağaçlardan henüz düşmemiş sarı yapraklar, gökyüzünden yeryüzüne doğru akan bir nehrin sularında yıkanmış da arınmış gibi parlak, ışıltılı, titrek bir dansa tutulmuşlar, sallanıyorlardı dallarında. Güneş inatla ve son gayretiyle ısıtmaya çalışsa da yeryüzünü, erişemediği gölgelerde gayreti yetersiz kalıyordu.
Artık şehrin göbeğinde kalmış bu eski hastane, şimdikilerden farklı mimari yapısıyla, zorunlu konuklarının kasvetli ruh hallerine tezat, yeşillikler arasında insana huzur veren bir konuma sahipti.
Hastanenin birbirinden ayrı yapıları arasındaki ağaçlık yollarda yaptığım kısa yürüyüşten sonra nihayet sakinleştiğimi ve artık ağlamayı kesmiş olduğumu fark ederek geri döndüm.
Havalar henüz o kadar soğumamış olmasına rağmen, cayır cayır yanan kaloriferin hamam gibi ısıttığı hastane içinde, duvarlara sinmiş buz gibilikle ürperdim bir an. Kirli, soğuk ve ürkütücü bir sarıyla kaplıydı sanki tüm koridorlar, odalar, eşyalar, insanlar ... Sanki çaresiz, umutsuz, zayıf bedenlerini koridorlarda sürükleyen adımların yankısı bile sarı izler bırakıyordu arkalarında.
Sararıp dallarından düşerek toprağa karışan yapraklar, bunun yeniden doğuşa hazırlık olduğunun farkında mıydılar..? Onun için mi bu kadar canlıydı renkleri yok olurken..? Diye düşündüm, hastane içinde sararan umutları izlerken...
"Ben geldiim..!" dedim sahte bir gülücük kondurarak yüzüme.
"Sakinleştin mi..?" dedi Annem.
Ahh! Fark etmişti ağladığımı. Oysa pencereden dışarıya bakıyor ve manzara seyrediyor gibi yapmıştım...
Konuşmakta zorlanan sesime neşeli bir tını katmaya çalışarak,"Şu karşıdaki söğüt ağacı en ilginç sararan ağaç olmuş. Bir yanında yaprakları tamamen dökülmüş. Diğer yarısında yaprakların bir kısmı sarı, bir kısmı hala yeşil duruyor. Görebiliyor musun?"
Cevap vermemişti.
Açık pencereden elimi uzatıp boş kumru yuvasının olduğu çam dalını tutmuştum. Biz odaya yerleştiğimizde yuvada bir kumru oturuyordu iki yumurtanın üzerinde. Uzansak tutacağımız kadar yakındı. Nasıl da sevinmiştik bu zor günlerimizde böylesi bir güzellik bulduğumuz için penceremizin önünde. Yavrular doğmuş, büyümüş ve sonunda anneleri onları uçurmuştu yeni hayatlarına doğru. Yattığı yerden her gün onları seviyordu Annem. " Hayat böyle ... Bitmek için başlar... Onlar yeni başladılar. Bense gün gün sona yaklaşıyorum." demişti. Yavrularına uçmayı öğreten ana kumruyu seyrederken.
"Ne çabuk büyüdüler de uçup gittiler. Yuva boş kaldı..."
"Hıı!" demişti belli belirsiz, gözleri tavandaki bir noktaya kilitli.
Gözyaşlarımı durduramayınca daha fazla konuşamamış, "Ben biraz yürüyüş yapacağım. Doktorlar gelmeden dönerim." deyip kendimi dışarı atmıştım.
Belki boğuk ses tonumdan, belki O'nun yüzüne hiç bakmadan konuşmamdan... Ama anlamıştı ağladığımı... Ne kadar üzülmüştü kim bilir, çaresizliğine, güçsüzlüğüme..?
***
"Ben geldiim..!" dedim sahte bir gülücük kondurarak yüzüme.
"Sakinleştin mi..?" dedi Annem.
Ahh! Fark etmişti ağladığımı. Oysa pencereden dışarıya bakıyor ve manzara seyrediyor gibi yapmıştım...
Konuşmakta zorlanan sesime neşeli bir tını katmaya çalışarak,"Şu karşıdaki söğüt ağacı en ilginç sararan ağaç olmuş. Bir yanında yaprakları tamamen dökülmüş. Diğer yarısında yaprakların bir kısmı sarı, bir kısmı hala yeşil duruyor. Görebiliyor musun?"
Cevap vermemişti.
Açık pencereden elimi uzatıp boş kumru yuvasının olduğu çam dalını tutmuştum. Biz odaya yerleştiğimizde yuvada bir kumru oturuyordu iki yumurtanın üzerinde. Uzansak tutacağımız kadar yakındı. Nasıl da sevinmiştik bu zor günlerimizde böylesi bir güzellik bulduğumuz için penceremizin önünde. Yavrular doğmuş, büyümüş ve sonunda anneleri onları uçurmuştu yeni hayatlarına doğru. Yattığı yerden her gün onları seviyordu Annem. " Hayat böyle ... Bitmek için başlar... Onlar yeni başladılar. Bense gün gün sona yaklaşıyorum." demişti. Yavrularına uçmayı öğreten ana kumruyu seyrederken.
"Ne çabuk büyüdüler de uçup gittiler. Yuva boş kaldı..."
"Hıı!" demişti belli belirsiz, gözleri tavandaki bir noktaya kilitli.
Gözyaşlarımı durduramayınca daha fazla konuşamamış, "Ben biraz yürüyüş yapacağım. Doktorlar gelmeden dönerim." deyip kendimi dışarı atmıştım.
Belki boğuk ses tonumdan, belki O'nun yüzüne hiç bakmadan konuşmamdan... Ama anlamıştı ağladığımı... Ne kadar üzülmüştü kim bilir, çaresizliğine, güçsüzlüğüme..?
***
On kez yapraklarını döktü ağaçlar. On kez çiçeğe durdu yeniden dallar. Kışlar geldi geçti üstünden. Ve yazlar... Biraz benden, biraz hüznümden kırpıp götürdü yıllar.
Özlemin hiç azalmadı. Bir de... "Anne!" demek hasretim...
Nur içinde uyu Anneciğim..
n y tartaç
Nur içinde uyu Anneciğim..
n y tartaç
13 Kasım 2015 Cuma
KARMAKARIŞIK HAYAT ZATEN
Tablo: Jim Warren
Yersin kafayı zannımca mantık, düzen ararsan.
Neden niçin ..? Deme hiç.
Öylesine yaşa git.
Sorma, soruşturma, araştırma.
Yanlış - doğru, hiç deme.
Yanlış da, doğru da değişir,
zaman, mekan, kişiye göre.
Dün yanlış bildiğin,
doğrun olmuş bir bakarsın.
Yargılama yanarsın.
Düşünme...
Düşünenler var ya senin yerine.
Avutma kendini,
kim zincir vurabilir ki diye düşüncelerine.
Konuşamadıkça,
düşünceler hapis değil mi beyninde..?
Özgürsün di mi?
Gökyüzü senin, var mı sahibi..?
Hadi! uç o zaman...
Uçabilirsen...
Karmakarışık hayat zaten.
Ya haykır,
değiştir şu kahpe düzeni...
Ya da sus...
Boşver gitsin, aldırma...
n y tartaç
9 Kasım 2015 Pazartesi
DİZİ DİZİ DİZİLER
Dizilerde
fakir bir aile...
Bir de zengin aile tabii.
Zengin aile öyle böyle değil. Parasının hesabını bile bilmiyor.
Fakir aileyse açlıktan ölmek üzere. O derece yani.
Ya da aynı çatı altında yaşanan akıl, mantık almaz akraba ilişkileri. Ki, o olayların bir tekini bile yaşasa insan, uzun uzun psikolojik destek almadan bir daha normal yaşantısına devam edemez.
En belirgin karakter çok çok çok saf, temiz yürekli bir kızcayız. Aslında salak mı salak, sünepe, mıy mıy mıy, eziik, vur tepesine al lokmasını desek daha doğru.
E tabii bunca saflığı sonuna kadar sömüren, hainlikte, kalpsizlikte, hadsizlikte ve kötülükte sınır tanımaz başka bir karakter/ler/. "Genellikle ailenin en yakınındakidir bu karakter."
İşi, gücü, dünyaya gelme nedeni, yaşama gayesi sadece ve sadece hedefindeki kişiye yani dizideki esas oğlana / kıza kötülük yapmak olan bir / birkaç karakter. Kötülük derken öyle ufak tefek, telafisi mümkün kötülükler değil elbette. İnsanın hayatını karartan, bir daha iflah olamayacağı türden kötülükler. Tecavüzler, bıçaklamalar, silahla yaralamalar, yakmalar, uçurumdan atmalar daha neler neler. Üstelik olmadık seri katilliği gözünü kırpmadan yapan bu insanlar bir de sevimli, cici ve masum gösterilmeye başlandı dizilerde.
Sonuçta ne oluyor dersiniz. Bunca kötülüğü yapan da, buna maruz kalan da hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Dokuz canlı bizim dizi karakterleri. Başlarına gelmeyen kalmıyor ama çizgi film karakteri gibiler, ölüp ölüp diriliyorlar maşallah.
Gerçeklikten uzak, otururken hatta yatarken bile pür makyajlı, takma kirpikli, düğünde, davette bile giyse içinde kımıldayamayacağı türden abiye kıyafetlerle ve bir karış topuklularla evinin içinde gezen 'uzaylı' tipler arz-ı endam ediyor bu dizilerde .
kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan, ahlaksızlık diz boyu ve karakter, kişilik, onur gibi erdemlerin beş paraya satın alınabileceği izlenimini veren bu dizilere dur diyecek bir makam yok mudur..?
RTÜK bunu yapmadığına göre...
n y tartaç
7 Kasım 2015 Cumartesi
BİR SEN EKSİKTİN VODAFON
Çok sıkıldım ben arkadaşlar her kurum tarafından soyulup durmaktan. Sıkıp sıkıp suyumu çıkarmalarından. Sessiz kalmayıp haksızlığa karsı durmanın, sinirlenip saçımı başımı yolmaktan öte herhangi bir çözüm sağlamamasından.
Her faturaya, harcadığımız kadar, bazan daha fazla vergi vermeye alıştık. Vergi işi o kadar abartıldı ki hatta, maksat, vatandaş olarak bize sunulan hizmetlerden faydalanmak değil de, aslolan, vergi ödemekmiş de, bunun yanı sıra bazı hizmetlerden faydalanıyormuşuz gibi işte.
Bir tek elektrik faturasından 9 kalem vergi alınıyormuş.
Bir o kadar vergi de su faturası üzerinden ödüyoruz.
Daha neler neler... Olsun. "Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır." diyoruz, paşa paşa ödüyoruz.
Bunlara alıştık. Ülkede durum bundan ibaret. Beğenmeyen gitsin İsveç'de yaşasın... Ben gitcem de, sıkıcı olur bee. Bir elin, yağda bir elin balda. Heyecan yok, bişii yok. Amaan! keyif, neşe, bolluk, eğlence nereye kadar..? Eli ayağı titremeli insanın tv açarken bile. "Ay! du bakalım bugün kimlere neler olmuş..?" diye. Alışmışız maceraya, vur-kıra. İsveç'e gitsek üçümüz beşimiz birleşip, oranın da altını üstüne getiririz üç-beş günde.
Neyse; vergi - algı bir kurala bağlı. Veriyoruz. Da...
Kapatıp kapatıp durduğum, kapatıp kapatıp kapanmadığını, bir de bakıp yeniden borç çıkardığını gördüğüm banka kartım artık sabrımı taşırdı. Taşırdı da ne demek, delirtti. "Kardişiim ben bu kartı kapattım. Üstelik başıma geleceği tahmin ettiğim için ilk kapatırken borcumdan fazla para yatırmış, üstünü bankada bırakmıştım. :P "Artık borç gelmez. İptal ettim kartınızı" dememiş miydiniz bana ? Bir sonraki borç mesajı ardından bankaya gittiğimde, "Tamam! hemen bakıyorum... Evet bir miktar borcunuz görünüyor... Bı dı, bı dı, bı dı ..."demiştiniz. Ve yine... "Asla borç gelmez artık." demiştiniz ya... - Kibar, güler yüzlü banka görevlisi bağlıyor elimi kolumu. Biraz suratsız davransa yıkcam bankayı ama kıyamıyorum :) Şu benim yufka yüreğim!!! - Ben rahatladım tabii, bir daha yaşamayacağım bunları diye. Aradan biraz zaman geçti. Pat! Bir de baktım telefonuma borç mesajı gelmiş tekrar. Önceki mesajlardaki kadar -0.40 tl - Piyasada karşılığı bile olmayan küçücük bir meblağ için birazdan yine saatlerimi harcayacağım bankada. Şikayetimi 'gerçek anlamda' anlatabileceğim bir makam yok.
Yetti mi..? Hayır. Şimdi de VODAFON beni çıldırttı.
2012 yılında bütün borcumu ödeyerek başka bir cep telefonu operatörüne geçtim. Üç yıldır herhangi bir bildirim almadığım Vodafon avukatlarından, icra bildirimi aldım pat! diye. Vodafon ana bayiine gittim. " Kaardişiim, adresim belli, telefonum bile aynı, üstelik ben sizden ayrılırken tüm borcumu ödemişim. 2012 yılından kalma, bir de değil, bu iki fatura nereden çıktı şimdi..?" dedim. Dedim de bişii mi oldu? Şu ağzının içinde yaya yaya Türkçeyi tuhaf bir lisana çeviren gençlerden biriydi muhattabım. Yarısını anlamadığım, tekrar ettirdiğim, asık suratıyla beni iyice çileden çıkaran görevli, " Bla bla bla..." dedi. Baktım olmuyor, dakikalarca da sinirden elimdeki telefonu yememek için büyük gayret sarf ederek, müşteri hizmetlerindeki görevlinin beni oradan oraya, oradan oraya bağlamasını bekledim. Üst düzey bir yetkili diye tepindim telefonun başında ama... Özetle; O'da yaya yaya konuştuğu lisanıyla. "Ama hanfendii ! Borcunuzu ödemelisiniz... Naapabiliriz biiz..?" gibi bişiiler geveledi durdu.
Sonuçta ne mi yaptım..? Bulamadım beni 'GERÇEK ANLAMDA DİNLEYEN' birini. Paşaa paşa ödedim, üç yıldır biriken faiziyle birlikte, üç sene öncesine ait iki faturayı.
Vodafon vodafonn... Sana karşı neler hissettiğimi anlıyorsun değil mii?
n y tartaç
5 Kasım 2015 Perşembe
KELEBEĞİN ÖMRÜ ...
Tablo: Josephine Wall
Şu zaman denilen şey görece bir kavram gerçekten de. Bazen kanat takıp kuş gibi uçar gider yıllar. Bazen bir dakika bir yıl kadar uzar. Öyle zamanlar vardık ki, her anında zehirli bir ok yer gibi sancır kalbimiz. Bazı anlar, derinlerde onulmaz yaralar açarak kalıcı izler bırakır. Ve bu zamanlar hiç geçmez... Unutulmaz. Beynimizde, ruhumuzda edindikleri eşsiz köşelerinde kurdukları saltanatlarıyla sonsuza kadar solmadan, sararmadan, dipdiri kalarak hatırlatır dururlar kendilerini. Ya acıyla, ya da o ilk ankı kalp çarpıntısıyla.
Hani "kelebeğin ömrü bir gün" müş diye üzülürüz ya... Neden öylesine güzel bir yaratık için bir güncük bir yaşam hak görülmüştür diyedir üzüntümüz. - Gerçi bu doğru bilgi değilmiş. Sadece bir cins kelebekler bir gün yaşarlarmış. Bazı kaynaklara göre ömrü bir gün olan kelebek yokmuş hatta. Bir hafta ile, nadiren de olsa bir yıl arasında değişirmiş kelebeğin ömrü.- Olsun... Düşününce bir hafta ya da bir yıl da çok kısa değil midir insan ömrüyle kıyaslandığında? Ömürleri bir gün de olsa, belki de yaşa yaşa bitmiyordur o bir gün kelebek için. Kelebekler incecik kanatlarına, dokununca parmaklarınızın arasında ezilip yok oluverecek kadar narin yapılarına rağmen, her sorunu çözebilecek güçlü bir yapıya sahiplermiş. Çöllerde, kutuplarda, mağaralarda, tropik ormanlarda, sarp kayalıklarda, yüksek dağlarda, hatta yanardağ ağzında bile yaşayabilirler, suda yüzebilirlermiş. Bu açıdan bakınca, o kısacık ömürleri pek keyifli geçiyor olabilir diye düşündürüyor insana.
Biz zavallı insan evlaçıklarının haline bir bakın... Sabah kalk, otobüs -tren - minibüslerde itiş tıkış, trafikte kavga dövüş nefret ettiğin işine git, çatık kaşlı, homur homur bir yığın insana sahte gülücükler saç dur. Akşam sabahkinin aynısı keşmekeş trafikte biraz daha stres yüklenip eve gel. Eşle dır dır, çocuklar bir taraftan vır vır, kafan şişsin. Yemek ye, iyice pelten çıkmış bir vaziyette zor at kendini yatağa. Yat - kalk aynı rutini tekrarla dur. Yıllarca... Yıllarca... Sonunda da eğer o kadar yaşayacak şansa erişmişsen emekli olup, üç kuruş emekli maaşına mahkum ol. Seninle birlikte yaşlanan dizin, dişin, gözün, belin, sırtın, romatizman, lumbagon sızım sızım sızladığı için o üç kuruş maaşı da hastanelerde harca. Böyle yüz yıl yaşamaktansa kelebek gibi dağ tepe uçup, çiçekten çiçeğe konarak, ohh! temiz hava bol gıda bir gün yaşa, daha iyi... Mi dir acaba..?
Kimbilir, başka bir boyutta bilmediğimiz, görmediğimiz başka canlı -insanımsı türler tarafından, bir gün kadar kısa algılanıyor olabilir insan yaşamı. Böyle canlıların var olduğunu düşünürsek,/ inanırsak/ hiç de mantıksız gelmiyor. :P
Sevdiğiniz bir şey yapıyorken göz açıp kapayıncaya kadar geçen saatler, bir an önce geçse şu dakikalar dediğimiz zamanlarda uzar da uzar. Bir türlü kımıldamaz yerinden akreple yelkovan. İnadına yapar gibidir.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında zaman çok yavaş geçiyor gibi gelir... Yıllar geçse, büyüseniz... Ahh! bi büyüseniz... Ama üç yüz atmış beş gündür bir yıl. Nasıl geçer bu kadar zaman..? Anne - babalar, "yarın..." dediklerinde "Yarın okula başladığında, yarın okulu bitirdiğinde, yarın evlendiğinde, yarın senin de çocukların olduğunda..." gibi cümlelerle nasihate başladıklarında asırlar sonrasından bahsediyorlarmış gibi gelir küçüğe-gence. "O hoo! Yarın gelecek de..." derler hatta büyük ihtimal, benim gençken hep söylediğim gibi. Annem, çocukluğunda, gençliğinde yaptıklarını, yaşadıklarını anlattığında tarih öncesi bir devirden bahsediyormuş gibi gelirdi. Oysa kendi çocukluğumu hatırladığımda ne kadar da yakın anılar. Ve o küçük kız... Uzansam minicik elini tutabilirmişim gibi hatta. :)
Ne zaman ki yol yokuşa vurmuş, bir türlü geçmeyen günler - haftalar- yıllar yarım asrı devirmiş, devirmiş de çoktan geçmiş bile.., bir de dönüp bakarsınız ki, yarım asır öncesi "dün" olmuş. Dün gibi çabucacık geçmiş.
Hele de son dönemece kıvrıldığında yol, zaman rüzgar gibi geçer. Fırtına, kasırga olur hatta... Savurur önüne ne katarsa son hızla...
İster hanlar hamamlar kurdursun size zaman, ister tahtınızda astığınız astık, kestiğiniz kestik olsun, söz söylenmesin sözünüzün üstüne, gene de geçecektir zaman. Sizin için bile... İsterse ne han, ne de hamam sunsun size zaman, bırakın hanı hamamı, konaklamak için bir saçak altını bile esirgese de hayat, zaman geçecektir... Sizin için de.
Sen sultansın diye, ya da kimsiz - kimsesizsen bile hep aynı yoldur yürünen aslında.
Kimisi, kum saatindeki kum taneleri gibi sakin, incecikten, sessizce akarak tüketir ömrünü. Pek çokları için, zaman tünelinde azgın bir sele kapılmış ince bir dal parçası gibi sağa sola çarpa çarpa, çarptıkça yaralar, bereler alarak geçer hayat/zaman.
Sonuçta nasıl geçerse geçsin ömür/zaman, doğduğun an başladığın bu yolculuk hep aynı bilinmez diyara doğrudur. Başka bir yol, dönüş yoktur. "Ben vazgeçtim, bilmiyordum..." diyemezsin.
Önemli olan, uzun - kısa, yavaş ya da hızlı geçerken bunca iz bırakıp sonunda biten zamana, bizden de kalıcı bir iz bırakmak olmalı...
n y tartaç
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)