27 Şubat 2015 Cuma
YAŞAM ENERJİSİ
Ne biçim birşeydir şu yaşam enerjisi denen şey...Hayret...
İnsan kaç yaşında olursa olsun, içinde bir yerlerde hiç solmayan pembe - beyaz bahar dalları ve o dallarda son nefesine kadar şakıyıp duran bülbüller var sanırım. Ki; hayata böylesine bağlanabiliyor insanoğlu.
Yaşam kısaca; sürekli birşeyleri yoluna koymak için çırpınma ama birçok zaman koyamama çaresizliği, bir yerlere yetişme çabası, başarsa da yetinememe durumu, bir sorunu çözdüm derken yeni sorunlar topağıyla boğuşma hali değil midir..? Doğarken elimize verilen karmakarışık koca bir yumağın ucunu bulmak için didinme süreci ömür denen şey. Ortalama 70 yıl boyunca uğraşıp yine de o ipin iki ucunu bir araya getiremeden öteki tarafa gidene kadarki geçen süre yani... Bu kadar didinmenin üstüne beklenmedik ve bizi derinden etkileyip yaşamı daha da dayanılmaz kılan acılar, şanssızlıklar, kederler, stres, ayrılıklar eklenince ne anlamı var ki yaşamı devam ettirmenin..?
İşte burada yaşam enerjisi denen garip olgu, his artık ne derseniz o şey giriyor devreye. En umutsuz en karamsar olduğumuz anlarda bile o enerji fısıldıyor içimizden ... Bırakma diyor ipin ucunu... Çok yaşlıyken bile on yıl sonrası için hayaller kurduran dürtü de bundan olmalı. Hatta sekseninde taze genç kız, civan delikanlı gibi hissettiren de.
İlk kez yıllar önce, Annem ağır hastayken şahit olmuştum, insanın ölmek üzereyken bile yaşam enerjisini kaybetmediğine, ileriye dönük planlar yaptığına. Oysa Anneciğim biliyordu hastalığının hangi aşamada olduğunu ve çok az süresinin kaldığını. Genelde bunu kabullenmiş de görünüyordu. Ama birgün, "iyileşince koltuk takımını değiştirmek istiyorum." dediğinde çok şaşırmıştım.
Bugün bir TV programı izledim. 81 yaşında bir teyzenin mutfağını yıkıp yeni baştan yapıyorlardı. Teyze o kadar mutluydu ki anlatamam. Sırf onun gözlerindeki ışığı görmek için sonuna kadar izledim programı. Evi yenileniyor diye coşkuyla yeni eşyalar seçişi, fayans ve porselen tabak alırken satıcıya, " evlatcım, bunların rengi ileriki yıllarda solar mı acaba, hıı..? " " diye ısrarla soruşu, artık yeni evinde nasıl da severek temizlik yapacağını farklı vurgulamasıyla neşeyle anlatışı, hele değişim tamamlandıktan sonra evinin yeni halini gördüğünde sevincinden neredeyse yeni gelin gibi (bu benzetme teyzenin kendisine ait. :) ) seke seke yürüyüşü vardı ki; beni, yaşama bağlılığı ve enerjisiyle kendisine hayran bıraktı.
Bazen öyle zor olabiliyor ki yaşananlara katlanmak, iyi ki, insanoğluna herşeye rağmen hayatta kalma içgüdüsü, yaşama tutunma arzusu ve yaşam enerjisi bahşedilmiş diye düşündürüyor.
n y tartaç
24 Şubat 2015 Salı
İYİCE KARIŞTI KAFAMIZ !!!
Ülke gündemi çok yoğun hızına yetişemiyoruz.
Üstelik; yalan, gerçek, namus, namussuzluk, erdem, karaktersizlik,
onur, gurur gibi kavramlar iç içe geçmiş. Doğru - yanlış
birbirine karışmış durumda.
Bir tiyatro sahnesinde sergilenen absürd bir oyunu en ön sıradan
izler gibi izliyoruz, başka bir ülkede olsa yeri yerinden oynatacak
şiddetteki olayları.
Ve bütün yaşananları bir günde, bilemediniz üç beş gün içinde
sindirmeyi başarabilen insanlar olduk artık. Gerçi sindirmeyip de
ne yapacağız ki..? Biri bitmeden, onu gölgede bırakan başka bir
olayla sarsılıyoruz.
Bu kadar yoğun bombardıman altında devrelerimiz yandı doğal
olarak. Korkarım yakında sokaklara çıkıp şıkıdım şıkıdım
oynamaya başlayacağız kızlı erkekli.
Yalnızca gündem yoğunluğu değil tabii bize kafayı yedirten. Aynı
zamanda birçok konuda kavram kargaşası yaşıyoruz. Birileri
algılarımızla oynuyor gibi. Neye inanmalı, neye kanmalı, neye
isyan etmeli ve neyi kabullenip boyun eğmeliyiz..? Şaşkınız...
Kafalarımız karışık iyiden iyiye.
Bu kadar kandırmacaya, yanılsamaya, yalana, duygusal
depremlere daha ne kadar dayanır zavallı beyinlerimiz,
kalplerimiz, ruhlarımız bilemiyorum.
Bitmeyen bir karabasan yaşıyor, uyanmak için debelenip duruyor
ama uyanmayı başaramıyor gibiyiz...
n y tartaç
21 Şubat 2015 Cumartesi
19 Şubat 2015 Perşembe
14 Şubat 2015 Cumartesi
ADI ÖZGECAN ...
Adı: Özgecan. Anasının canı, canından ötesi, kınalı kuzusu. Babasının öpmeye, saçını okşamaya kıyamadığı sürmeli ceylanı...
Bugün yok Özgecan. İnsanlığın, erkek neslinin yüzkarası üç ahlaksız tarafından acımasızca tecavüze uğrayıp, sonra yakılarak katledildi.
Aklım yüreğim Özgecan'ın gülen gözlerine kilitlenmiş, ellerim şokta. İsyanımı, nefretimi kusmak istiyorum kelimelerim aracılı ile ama kımıldayamıyorum bile. Felç olmuş gibi uzun süre ekran başında zihnimi toparlamaya çalıştım. Zihnimde bir resim; resimde bir küçük güvercin... Özgecan...
Biz nasıl bir ülke olduk böyle..? Diyeceğim... Biliyorum nasıl bir ülke olduğumuzu. Beyinsiz sürülerdik zaten bizi uçurumdan atmak üzere peşine takanlara sessizce itaat eden. Şimdi aynı zamanda; ar, namus, iffet, töre diyerek, ne kadar arsızlaştığımızı, namussuzlaştığımızı, iffetsizleştiğimizi görüyorum tiksindirici bir iğrentiyle. Bu kadar yozlaşmanın sonucu mudur, kadına yönelik hergün daha da daha da artan ve gittikçe dozunu artıran taciz, şiddet..? Eğitimsizliğin sonucu mudur böylesine insanlık dışı vahşet..? Ya vicdan..? Nasıl susturabildik topluca vicdanlarımızı..? Toplum muhafazakarlaştıkça, kadın türbana, o da yetmez kara çarşafa sokuldukça nasıl olup da dünden daha çok maruz kalmakta, tecavüze, dayağa, töre cinayetine. Kim vermekte erkek denen, kendini erkek sanan, aklı, beyni, ruhu, bedeni tek bir organdan ibaret olan yaratıklara bu hakkı. (Adam gibi adamlara değil elbette sözüm.) Söz konusu kendi anası, karısı, kızı ise, yan gözle bakanı deşmeye hazırken, başkasının karısı, kızı, anasıysa her türlü muameleye hazır sanan saman kafalıları böyle düşünmeye
iten nedenlerin başında, başımızdaki gerici zihniyetin kadınla ilgili düşünceleri olsa gerek.
Şu linkteki örneklerde açıkça kadın aşağılanmaktadır.
Ve en acısı, en acımasızı, toplumun bir kesiminin tecavüz olayına bakış açısıdır. Büyüklerinden(!) öğrendiklerini sergiliyor olmalılar. Yani; eğer kadın, başı açıksa ona tecavüz etmekte bir sakınca yoktur. Twitter da atılan bazı tweetler ülkenin gitmekte olduğu karanlık yolu dehşetle seriyor gözler önüne. Bir tweette " O da kimbilir ne o... puluk yapmıştır..." gibi çağ dışı, insanlık dışı, akla mantığa sığmaz bir ifade kullanmış hayvan diyemeyeceğim bir mahlukat. Ne demişti bir büyükleri(!) "Kadının, oğlunun yanında bile diz kapağından yukarısının görünmesi caiz değildir." Neden mi..? Çok basit !!! "Oğlu anasından tahrik olabilir. " miş... Böylesine hastalıklı, böylesine sapkın kişiliklerin söz söylediği bir ortamda, onları örnek alanlarca, erkeğin kadını mal gibi görmesi, kadın/ı/ üzerindeki her türlü iradenin kendi elinde olduğunu sanması ve onu istediği gibi kullanmayı kendine hak bilmesi çok normal. (!)
Ülkemizde yalnızca kadın cinayetleri değil, şu yazımda da bahsettiğim gibi; KADINA YÖNELİK ŞİDDET 'in her türlüsü hat safhadadır. Ve bununla ilgili yapıcı, etkili ve sistemli çalışmalar israrla yapılmadığına göre, şu mu denmek istenmektedir..? "Dizini kır otur oturduğun yerde. Üç tane, üç de yetmez beş tane çocuk doğur debelen dur evin içinde. Okumak, çalışmak topluma karışmak, ekonomiye katkıda bulunmak, hele hele erkeğinin karşısında kişilik haklarını savunmak, baskılara başkaldırmak senin neyine..? "
Bugün kadının adı Özgecan...
Yarın "Kadının Adı Yok..."
Başka bir Özgecan için ağlayana kadar...
Işıklarda uyu Güzel Özgecan, melekler yoldaşın olsun.
n y tartaç
13 Şubat 2015 Cuma
SEVGİNİN BÖYLESİ...
Sevgiliye SİZ diye hitabedilen zamanlardan, "hadi s... lan!" denen bu zamanlara gelindiğini düşünürsek oldukça evrilmişiz toplum olarak.
Hani şu;
"Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz..."
diye başlayıp devam eden şarkıda olduğu gibi sevgiliye 'siz' demek ne kadar mantıklı, hoş ve samimi bir söylemdir o tartışılır ama bugünkü gençlerin samimiyetleri(!) de dudak uçuklatır cinsten doğrusu. Ya da ben yaşlandım da aykırı geliyor, ne bileyim...
Aşığın gözleri sevdiğinin gözleriyle buluştuğunda yüreğinde pır pır kelebekler uçuşur, eli eline değdiğinde ayakları yerden kesilir ve sanki bıraksan havalanır taa bulutlara kadar, sesini duyduğunda kalbinde kuşlar ötüşür falan diye bilirdik biz eskiden, bırak lanlu lunlu konuşmayı.
Bugün, sohbetlerine, daha doğrusu bağır çağır kavgalarına şahit olduğum iki genç, kadın erkek ilişkilerinde ve iletişimde hangi noktaya geldiğimizin bir örneği gibiydi. Bir tek bu örnek olsa; herkesin aldığı terbiye gereği sergilediği davranış biçimi farklı olur elbette deyip üstünde durmayacaktım. Ama daha önce de benzer davranışlara şahit olmuş ve şaşırmıştım şimdiki ilişkilerdeki laçkalığa.
Bugün gördüğüm gençler ilk başta sarmaş dolaş oturuyorlardı yanı başımızdaki masada. Kız ne söylediyse artık, delikanlı kızın elinden hışımla çekti elini. Gün görmemiş bir küfür savurdu. Kız bozulacak, kızaracak, utanıp ağlayarak masayı terk edecek diye onun adına utanıp küfrü duymamazlıktan gelmiştik ki; kızın etrafı hiç umursamadan "lan oolum var ya, ben senin..." diye başlayıp ve bağırarak ardı ardına sıraladığı küfürler yanında delikanlının küfrü yunmuş arınmış kaldı. Bir de ayağa kalkıp çocuğa bir tekme savurdu en okkalısından. Eyvah! şimdi büyük olay çıkacak diye ve duyduklarımızın utancından masaya yapışıp kaldık. :) Biraz sonra sesleri kesildi ama o tarafa bakamıyoruz, bütün o küfürler bize edilmiş gibi. Neyse bir on dakika sonra kalkarken göz ucuyla baktığımda bir de ne göreyim..? Kız delikanlının boynuna başını gömmüş, delikanlının bir eli kızın saçlarının arasında dolaşıyor, diğer eli kızın elinde, kıkırdaşıyorlardı...
Oradan uzaklaşırken, " sevgi bu kadar bayağılaştırılmamalı" diye düşünmeden edemedim.
n y tartaç
12 Şubat 2015 Perşembe
Ben yine yanlış bişii yaptım sevgili arkadaşlarım :P
Nasıl yaptım onu da bilmiyorum ama eski bir blog yazımı düzelteyim derken siliverdim pat diye :(
Yardım edebilir misiniz diyecektim :P
Off! sıktın artık, senle mi uğraşacağız derseniz de kırılmayacağım haklısın, naapiim :)
Ama bir hayırsever çıkar da el atıverirse şu sorunuma
Binlerce teşekkür edeceğim kendisine :)
10 Şubat 2015 Salı
SİZ HALA SEVGİLİSİZLERDEN MİSİNİZ?
Siz hala
sevgililileştiremediklerimizden misiniz?
Gözümüz kulağımız ve de kıpkırmızıya boyadığımız sevgiye
muhtaç kalplerimizle Sevgililer Günü'ne kilitlenmiş bulunuyoruz.
O gün ekonomimiz canlanacak ve yıl boyu
sinek avlayan esnaflarımız rahat bir nefes alacak.
Öyle ya; kalbi pıt pıt atan, aşk böcüğüne hediye almaz da ne
yapar? Zaten hediye almamak gibi bir gaflete düşerse, ertesi gün
aşk böcüğü uçuup gider mazallah. Gidemeyecekse eğer, ertesi sene
14 Şubat'a kadar sevdiceğinin beyninin etini yer durur ;) Hayır,
biz kadın sevgililerin derdi hediye mediye değil Allah canımızı
almasın ki. Maksat ekonomi canlansın. Ve bizim de buna bir
katkımız olsun sevgililerimiz aracılığı ile. :) :) (neden kadına
hediye alma günüymüş gibi algılanır sevgililer günü o da ayrı bir
konu ya...)
Siz de ekonomiye katkıda bulunmak istemez misiniz..?
O halde önümüzdeki birkaç gün içinde sevgililileşmelisiniz.
Yoo, zor değil o kadar da...
Çekin o gözlerinizi ufuktan.
Ya da beyaz atlı bir prens bulurum umuduyla masallarda gezinip
durmayın artık. ( Beyler, peri padişahının kızını veya Rapunzel'i de
beklemeyin, gelmez. :) ) Onlar boş hayaller. Biliyoruz da
söylüyoruz di mi..? Öyle olmasa biz bulurduk. Siz daha doğmadan
önce çook aramıştık biz de oralarda. ;)
İnin bulutlardan, gelin şöyle yakınlara. Belki tam karşınızda
hergün gördüğünüz, hatta gıcık olduğunuz kişidedir aşkta
aradığınız ne varsa. Ya da hergün yanından geçip gidiyorsunuzdur
hayatınızın aşkının. Bi dönüp baksanız göreceksiniz ama dedim
ya, gözleriniz ufku taradığından göremiyorsunuzdur burnunuzun
dibindekini.
Hala sevgilisizlerdenseniz;
belki de ne aradığınızın farkında değilsiniz henüz. Kalbinize kulak
verin, ne istiyor bi dinleyin.
O size fısıldayacaktır AŞKI.
n y tartaç
5 Şubat 2015 Perşembe
KALK TAHTAYA HAYAT
Hep sen mi ders vereceksin bize hayat..?
Sıra sende, kalk tahtaya.
Bildin, bildin
bilemedin,
cezalısın.
Tek ayak üstü bekleyeceksin
ders bitene kadar...
n y tartaç
***
1 Şubat 2015 Pazar
STILL ALICE
İnsan beyni milyarlarca bilgiyi depolayan ve yeri geldiğinde bu bilgileri ilintili olgularla eşleştirip hatırlatan muazzam bir organ. Beyin; gelişmiş ve çok sistemli çalışan bir bilgisayardır diyebiliriz sanırım. Bir hatırlama organı olduğu gibi, aynı zamanda unutma organdır da beyin. Ve unutmak bence insana bahşedilmiş en güzel özelliktir. Bizde derin izler bırakmış ve aynı yoğunlukta hissetmeye devam edecek olsaydık, acısına dayanamayacağımız anılarımız, yaşanmışlıklarımız vardır hepimizin geçmişinde. Neyse ki zamanla unuturuz bazı şeyleri. Ya da unutmayız da ( ki; beyinde hiçbir bilgi yok olmazmış.) bilinçaltımızda en kuytu, en tozlu köşelere itekleriz hatırlamak istemediklerimizi. En olmadık zamanda karşımıza dikilip paslı bir bıçak gibi kalbimizi deşelese de o anılar, zamanla etkisini yitirir, eskisi kadar canımızı yakamazlar. Geçmişimize ait bazı olay, anı veya kişileriyse hiç hatırlamayız.
Normal şartlarda beynin öğrendikleri ve hatırladıkları yanında unuttukarı çölde kum tanesi kadarmış.
Unutmanın hastalık derecesinde olduğu, hastalık olduğu durumlar var bir de.
Alzheimer ...
Alzheimer genel olarak yaşlılarda rastlanan bir unutkanlık (bunama) hastalığı. Ama bu hastalık daha genç yaşlarda da görülmekte.
İşte genç sayılabilecek bir yaşta Alzheimer'a yakalanan Alice'in yaşadıklarını anlatıyor " Still Alice " filmi. Güzel bir film. İzlemenizi öneririm...
***
Birgün sizin için önemli olan isimleri, kelimeleri, anları unutmaya başladığınızı düşünün.
En sevdiklerinizin, eşinizin, çocuklarınızın ismini ve hatta bir gün kendi isminizi bile hatırlayamadığınızı bir düşünün.
Hergün yürüdüğünüz yolda kaybolduğunuzu, kendi evinizde banyonun yerini bulamadığınızı, hergün yaptığınız rutin işleri yapmayı unuttuğunuzu, hangi gün, ay ve yılda olduğunuzu hatırlayamadığınızı düşünün...
Eş ve çocukların gözünde, gittikçe ağırlaşan bir tabloda seyreden bu hastalık karşısında yaşadıkları; panik, endişe, korku ve bıkkınlığı görmek çok üzücü olmalı...
Hastalığın başlangıç aşaması, yani henüz bazen unutup bazen gündelik hayatı devam ettirebilirken yaşananlar ve kendi beyninde olup bitenin farkında olup ama buna engel olamamak ve kabullenmek gerçekten çok zor olmalı.
***
Alice Howland, ünlü bir dilbilim profesörüdür. Kendisine Alzheimer başlangıcı teşhisi konduğunda tüm hayatı değişecektir.
Ve bu hastalıkla başetmenin yollarını arayacaktır.
Filmin başrollerinde: Julianne Moore, Alec Baldwin oynamakta.
En sevdiklerinizin, eşinizin, çocuklarınızın ismini ve hatta bir gün kendi isminizi bile hatırlayamadığınızı bir düşünün.
Hergün yürüdüğünüz yolda kaybolduğunuzu, kendi evinizde banyonun yerini bulamadığınızı, hergün yaptığınız rutin işleri yapmayı unuttuğunuzu, hangi gün, ay ve yılda olduğunuzu hatırlayamadığınızı düşünün...
Eş ve çocukların gözünde, gittikçe ağırlaşan bir tabloda seyreden bu hastalık karşısında yaşadıkları; panik, endişe, korku ve bıkkınlığı görmek çok üzücü olmalı...
Hastalığın başlangıç aşaması, yani henüz bazen unutup bazen gündelik hayatı devam ettirebilirken yaşananlar ve kendi beyninde olup bitenin farkında olup ama buna engel olamamak ve kabullenmek gerçekten çok zor olmalı.
***
Alice Howland, ünlü bir dilbilim profesörüdür. Kendisine Alzheimer başlangıcı teşhisi konduğunda tüm hayatı değişecektir.
Ve bu hastalıkla başetmenin yollarını arayacaktır.
Filmin başrollerinde: Julianne Moore, Alec Baldwin oynamakta.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)