18-24 Mart arası yaşlılar haftasıdır.
Bu günlerde huzurevleri ziyaret edilir. O ziyaretler esnasında yaşlılar uzaktan seyredilir. Vah… vah… tüh… tüh… Sesleri arasında biraz gözyaşı dökülür. Ziyaretçiler evlerine döndükleri zaman ise her şey unutulur.
Ne yalan söyleyeyim huzurevinde göreve başlamadan önce ben de yaşlıları köşelerinde oturan, namazlarını kılan, masal anlatan, bazı duygularını yitirmiş olarak görüyordum. Bana göre onlar, zamanını doldurmuş insanlardı. Ben de yaşlanıyordum, ama ben, onlardan farklı bir yaşlı olacaktım zira ben duyguluydum, ben kültürlüydüm, benim dolu dolu bir geçmişim var diye değerlendiriyordum.
Huzurevinde göreve başladıktan sonra, ne kadar yanıldığımı gördüm ve o düşüncelerimden dolayı kendimi yargılamaya başladım. Zira, ben de, onlar gibi olmaya başlamıştım, onlar gibi, geçmişe, özlem duyuyor, çocukluğumu arıyor, annemin sabahları bizi okula ve kahvaltı yapmaya kaldırışını anımsıyor, özlem duyuyor ve ölümün artık yakınlaştığını, onun için her şeyi kendime dert etmemem gerektiğini düşünüyor, kendimce bencillik yapıyordum.
Evet Huzurevi yaşamın, ölümün, neşenin ve hüznün iç içe olduğu bir yer. Kavga, aşk, bencillik, dedikodu, yardımseverlik gibi olayların, bazen traji komik boyutlara ulaştığı bir ortam.
Geçmişte yaşamak istediği halde toplumdan çekindiği için yaşayamadığı, gizli aşkını, artık son günlerinde itiraf eden ve o gizli aşkı için gözyaşı dökerek pişmanlığını dile getiren 97 yaşındaki teyze o aşkının kendisi için söylediği “seni, sesini, gözlerinin rengini, unutabilsem, şu yaralı gönlümü avutabilsem” dizelerini içeren şarkıyı, o yaşlı, titrek sesiyle söylerken, sizin de onunla beraber, o geçmişi yaşayarak, duygulanıp, ağlamamanız mümkün değil.
100 yaşındaki Refakat Teyze: Çok güzel bir ömür yaşamış, kendisini delicesine seven bir eşi varmış. Eski Ankara’da, bahçeli bir evde otururlarmış. Akşamları eşinin eve gelme saatinde, çocuklarını doyurur, odalarına yollar, kendisi süslenir eşini karşılarmış ve bahçeye bir ağacın altına kurduğu çilingir sofrasında eşine eşlik eder ve o içli güzel sesi ile eşine şarkılar söylermiş. Mahalleli, bahçenin duvar dibine saklanır, onları dinlermiş.
Bunları anlatırken, Refakat Teyzem, uzaklara dalar ve yine o titrek içli sesiyle kocasının en çok sevdiği “Bir zamanlar, maziye bak, ne kadar şendik, ikimizin mesut olma emeli vardı” şarkısını söylerdi.
Şeker teyzem ki asıl ismi bu değil, çok şirin olduğu için kendisine huzurevinde şeker denmiş, asıl ismi unutulmuş artık kendisi bile hatırlamıyor. Çok zor hatta korkunç denilecek bir hayat geçirmiş. On senedir huzurevinde, rahata ermiş ama geçmişin acılarından kurtulamıyor, ızdırap çekiyor, ölmek istediğini söylüyor “Hayır, şeker teyze ben seni bırakmam” deyince gülüyor. Aslında kendisini düşünen birini bulduğu için çok mutlu “Senin isteğinle mi yaşayacağım?” ama sen üzülme ben seninle gitmek için Allah’a yalvarırım” diyor. “Aman ne yapıyorsun Şeker Teyze, benim daha yapacak işlerim var” diyorum. Gülüşüyoruz, konuyu değiştirmek için Şeker Teyzem “Mendil aldım on beşe, yudum serdim güneşe, senin yarin gül ise, benim ki de menevşe” manilerini sıralamaya başlıyor.
Bazıları varki onlar bir başka:
Şakir amca, Hüseyin amca, Hasan amca gibi. Onların dedikoduları, kavgaları yoktur. Sessiz oturur, uzaklara dalarlar. Sanki geçmişlerinin geri dönmesini bekler gibi bir halleri vardır.
Taşkentli Şakir amca, yüz yaşını geçmiş. Geçmişte kütüphane müdürü imiş. Tarihi bilgisinin çok fazla olduğu söyleniyor. Ama ben kendisini tanıdığımda hafıza dağınıklığı vardı, kulağı çok az işitiyordu, son günlerinde, Taşkent’ten gelmesini beklediği, arzu ettiği kişileri etrafında görür gibi oluyor, birden ayağa fırlayıp “Taşkent’ten hoş geldiniz” diye bağırıyordu.
Hüseyin amca. Hiç evlenmemiş, kimsesiz biri. Çok şirin bir yüzü var, devamlı gülüyor, bana “anne” diye hitap ediyor. Huzurevinin penceresinden görünen tarlaların, kendisine ait olduğunu hayal ediyor “Anne bak bu tarlaların bir kısmını sana vereceğim” diyordu.
Hasan amca: Bütün gün, karanlık çökünceye kadar pencerede, eşi Hacı Hanım’ın eve dönmesini bekliyor, “Allah Allah, akşam oldu, Hacı Hanım niye gecikti?” diye hüzünleniyordu.
Hastalanıp hastahaneye yatırmamız gerektiğinde “Hacı hanım eve gelip beni bulamaz” diye feryat etmesi hepimizi ağlattı.
Diğer bir Hasan amca, çok renkli bir kişilik, kendini bazen mühendis, bazen paşa, bazen tarih hocası olarak tanıtır, aslında hayatında hiç çalışmamış, eşi çalışmış, onun maaşıyla geçinmişler, ama eşi Hasan Amca’yı çok sevmiş olacak ki halinden hiç şikâyetçi olmamış, ona bakmış, ondan yedi çocuk sahibi olmuş.
Hasan Amca çok zeki ve bilgili, onun için onu ilk tanıdığınızda söylediklerine inanıyorsunuz…
Mesela:
“Ben makine mühendisiyim, zamanında rahmetlik Menderes, beni çağırdı “ Bana öyle bir araç yap ki herkes faydalansın” dedi, ben de asansörü icat ettim ve asansörü yaparken gelip görenler, Menderes’e bu ne diye soruyorlardı. O da “Hasan’a sor” diyordu. Hasan’a sor… Hasan’a sor… Derken zamanla o oldu asansör yani asansör ismini oradan aldı.” Gibi kurnaz buluşları vardı. Damara göre şerbet vermeyi bilirdi. Benden bir şey isteyeceği zaman odama gelir, bana “Ayın on beşi” diye hitap eder ve istediği şeyi dile getirirdi.
Her biri ayrı bir renk, her biri ayrı bir sevgi. Bir gurup hüzünlü ve geçmişleriyle yaşarken, diğer gurup geçmişi bir tarafa itip, bugünü neşe ile yaşama gayretinde. Bir gurup “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” dizelerini söylerken öbür gurup “ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına” dizelerini söylüyor.
Onlarla her şeyi konuşuyoruz, yaşamı, ölümü, hatta siyaseti bile. Onlar olayları bizden farklı yorumluyorlar mesela: “Başbakan yolsuzlukları bitirdiklerini söylüyor, Allah aşkına, yolsuzluk bitti mi” dediğinizde yaşlımızın biri “Baksanıza, bilmem kaç yüz bin kilometre bölünmüş yol ağı yapılmış, bu kadar yol yapılırken siz hala yolsuzluktan şikâyet ederseniz nankörlük edersiniz” diyor.
Diğer bir yaşlı “Benim Başbakanım ekonomist, heykeltıraş, ressam, doktor, savcı, gazeteci, hatta İbrahim Tatlıses’in söylediği gibi delikanlı. Böyle bir başbakan bulduğumuz için gururluyuz” diyor ve ayağa fırlayıp “Türkiye onunla gurur duyuyor” diye bağırıyor. O sırada sakin, sessiz bir yaşlı “Öyle diyorsun ama memlekette özgürlük kalmadı, aleyhte konuşan herkes içeri atılıyor” diyor, diğeri yine cevap veriyor “Amma yaptın kardeşim, en büyük Başbakan bizim Başbakan diyene, Türkiye seninle gurur duyuyor diyene, çiçek atana, çok şükür memleket güllük gülistanlık diyene bir şey yapılıyor mu? İşte özgürlük dediğiniz şey bu, daha ne istiyorsunuz? Siz de muhalefet yapmayın”
Belki de haklı.
İşte böyle, huzurevi bir başka. Onlarla yaşamak, çoğu zaman hüzünlü ama onların dilinden ruhundan anlayarak, onları mutlu etmeye çalışmak son derece haz verici bir olay.
Yaşlılar haftasını kutluyor, ebediyete göç edenlere rahmet diliyor, Allah herkese sağlıklı yaşlanma nasip etsin diyorum.
En güzel Armağan
Hayatın Kendisidir.
11 yorum:
Sitem edip terketmişliğin veya terkedilmişliğin acısıyla huzurevlerine sığınan yaşlıları kaçımız ziyaret ettik? ...
Ziyareti boşverin; onların yaşamlarını yerinde incelemek için kaçımız gidip, gördük? ...
Sevdikleri tarafından dışlandığını ama yine de onlara duyduğu özlemlerini dinleme ve onların yaşlı kişiliklerinde hayatın bir başka yönünü anlama düşüncesi kaçımızda uyandı? ...
Bir evlat, bir torun, bir arkadaş özlemişle başını koyduğu yastığa sarılıp, onu gözyaşlarıyla ıslattığını kaçımız hayal edebiliyoruz? ...
Bayraaaamdan bayrama üçümüzün-beşimizin, sırf objektiflere yakalanabilmek ve kendimizden söz ettirmek için gittiğimiz günlerin, onların belleklerinde ne denli önemli olduğunu kaçımız kavrayabiliyoruz? ...
İnsan sevgisi olmayan bir toplumda hayvan sevgisinden bahsetmenin, hiçte çarpık olmayan gerçeği, bizim bu ilgisizliğimizle su yüzüne çıkmıyor mu? Ve bakımına milyonlarca lira verdiğimiz filanca cins köpeğimizi caddelerimizde kendimizle birlikte vitrinlerken utanmıyoruz mu? ...
Öyleyse insan ve hayvan sevgisinden bahsetmeyelim.
Belirlediğimiz amaçlara ulaşabileceğimizi ne kendimiz ne de bir başkaları garanti edemez.
Ama eninde-sonunda hepimizin varacağı bir nokta var: YAŞLILIK
Ve yarınların bize ne kazandıracağı, neler kaybettireceğini de garanti edemeyiz. Sağlığımızı bir saniyede, mal varlığımızı bir imza atış sürecinde kaydedebiliriz.
Bu gerçekleri göre göre erkeklerimizin zamanlarını oyun salonlarında, kadınlarımızın –gün-lerde geçirmeleri, kendilerini sorumluluk almadıkları bir ortamda vitrine etmeleri, kendi yaşamlarına bile değer vermediklerini göstermiyor mu?
Kurumlar, sırf huzurevleri ve yaşlılar için bir birim oluştursa da, başvuruda bulunan insan değeri bilen insanları, nöbetleşe bu iş için organize etse iki taraf da mutlu olacak, niçin yaşamaları gerektiğini kavrayacaktır.
Biz zamanı yok ettiğimizi zannederken, zamanın bizi yok ettiği gerçeği, bizimle, bilhassa şu hayvan sevenlerle alay etmektedir.
Hayat çarkının hangi dişlileri arasında kalabileceğimiz hepimiz için meçhul değil mi? ...
Geleceğimizdeki bir olasılığı görmek ve acı gözyaşlarını kurutmak için, haydi; huzurevlerine ve yaşlılara...
Çok güzel bir yazı, biliyormusun arkadaşım yazı bana hiç hüzün vermedi aksine huzur verdi, niye bilmem ama yanlarında olmak istedim, onlarla birlikte yaşamak, onlardan biri olmak. belkide şu anda dışarıda yaşamaktan daha keyiflidir, ne dersin?
"titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime"
diyemedim sevgili Çınar... Çünki "istikbal" kelimesinin lügat anlamını kullanacak kadar genç değilim. O anlatılan yerleri bilirim tanırım paylaşırım ama dile getiremem..
Doktorhanım Gül'e sevgilerim takdirlerim ve sonsuz hayranlıklarımı ilet lütfen.. Yazısı içerik haricinde bir roman tadındaydı..
Ne güzel yazmış, ne kadar içten.
Allah hepimize sağlıklı, huzurlu, dolu dolu bir ömür verip aynı şekilde yaşlanmayı nasip etsin.
Öperim ablacım.
GEZİ/YORUM... ; uzun güzel yorumun için çok teşekkürler.
Birgün gelip yaşlanacağımızı (ki artık o gün çok yaklaşmışken) aklımızdan çıkarmadan, bir zamanlar aşkları hayalleri amaçları hiç te bizlerden farklı olmayan, bugün güçten düşmüş yaşlılarımızı anlamaya gayret etmek, onlara sevgimizi saygımızı ilgimizi sunmak çok mu zordur...
Sevgiler
YAŞAMIN KIYISINDA; henüz erken canım benim. Her ne kadar dediğin gibi dışarda hayat çok zor, yaşananlar insan onurunu yaralar derecede de olsa, çocuklarımız torunlarımız için yapacaklarımız bitmedi. Ama kimbilir belki vakti geldiğinde hep birlikte bir huzurevinde buluşur, eskilerden dem vuran içli şarkılar eşliğinde geçmişe dair uzun sohbetlere dalarız.
En önemlisi, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp, yaşlanmak nasip olsun herbirimize.
Sevgiler
hasret senfonileri; Aman Gülsen Hoca'm söylemeyin böyle ne olur... Daha istikbale dair ne hayallerimiz ne umutlarımız var. Sizsiz olmaz. Birlikte gerçekleştireceğiz. Hem biz; istikbalden ne korkuyor ne titriyoruz dimdik ayakta, güzelliklere ulaşmayı bekliyoruz. Birlikte, sizinle...
Fotoğraftaki şen kahkahalar atan güzel kadına haksızlık etmeyin lütfen:)
Güzel sözlerinizi ileteceğim Gül Hanım'a, teşekkürler.
Sevgiler Gülsen Hoca'm
Sittirella'm; amin canım herkes için güzel yaşamak güzel yaşlanmak nasip olsun.
Öptüm
Sevgili Çınarcığım,
Gül Hanım'ın yaşlılar haftası dolayısı ile yazmış olduğu bu yazı oldukça anlamlı ve bir de üstelik çok da akıcı bir uslupta kaleme alınmış bir yazıydı. Bir solukta okudum...
Yaşlı insanlardan öğreneceğimiz çok şeyler var... Allah her birimize güzel yaşlılıklar nasip etsin...Hepimizin bir gün yaşlanacağımızı düşünüp onları anlamamız gerektiğini de unutmadan...Bu güzel paylaşım için teşekkür ederim. Sevgilerimle iyi bir hafta dilerim Çınarcım...
Gül hanımın yazdığı bu dokunaklı yazı düşündürücü olduğu kadar; sosyal, hukuk, laiklik ilkelerine bağlı olduğunu idda edenlerin ne yapmaları konusunda da beni düşündürdü.
Herkese el ayak tutarken, kimseye muhtaç olmadan, güzel yaşlılıklar dilerim.
Sevgilerimle..
Çınar Ağacı filmini izledikten sonra bu yazıyı okumak çok etkiledi beni. Sağlıklı yaşlanmalar herkese...
Yorum Gönder