18 Temmuz 2015 Cumartesi
BAYRAM BAHANE
Ahh ah! Nerde o eski bayramlar...
diycem...
hemen söylenmeye başlayacaksınız biliyorum... " Aman iyi ki bi eski bayramlar varmış. Ne menem şeymiş, bi bitiremediniz. Bitmediniz, sıktınız. Yaşlandık demiyosunuz da..." diye.
Tamam haklısınız, durun kızmayın hemen. Sanırım benim gibi eski bayramları diline dolamışların özlemi eski bayramlara değil. En azından tek özlem o değil.
Bayram bahane...
Ben babamı özledim mesela. Annemi özledim. Anneannemi, Teyzemi, göçüp giden diğer aile büyüklerini özledim.
"Öff!" dediğim, sıkıldığım akraba ziyaretlerini, sabahın köründe çat kapı gelen bayram konuklarını... ki, önceden haber vermek zordu, çok az evde telefon vardı çünkü. Ayrıca, bayram gezmesinde haber vermek de ne demekti..? Ne ayıp şey!
Bayram boyunca ev ahalisi giyinmiş kuşanmış olarak her an konuklarını karşılamaya hazır tetikte beklerdi. Her gün kapı önünde oturulup sohbet edilen yan komşu da olsa konuk, muhabbetle karşılanırdı.
Arife gününden yemekler, tatlılar, sarmalar, börekler yapılmış, koltuk masa sehpa örtüleri /dantelleri/ kolalanıp, ütülenmiş yerlerine serilmiştir. Anneler ev halkını örtüler bozulacak diye misafir odasına oturtmaz, yemeklere dokundurmazdı. Ev konuklarını ağırlamaya hazırdı artık.
Bayram bahane...
Kırmızı rugan pabuçlarımı özledim ben. Hani şu, sanki biri gelip alıverecekmiş gibi sabaha kadar yastığımın altında sakladığım... pardon, bilmiyorsunuz siz gençler tabii... dizi dizi, renk renk ayakkabılarımız olmazdı bizim. Ne zaman ki eskir, burnu delinir o zaman yenisi alınırdı, bir de ayaklarımız büyüyüp içine sığmadığında. Annemin diktiği büzgülü, kabarık jiponlu (elbise altına giyilen astar) ve koca fiyonklu elbisemi özledim bir de.
Kahvaltıdan sonra cicilerimi giyip, gözüm yürürken cırç cırç ses çıkaran ayakkabılarımda sokağa fırlamayı, ki; önce bir zerre toz konsa üzerine ellerimi tükürükleyip sildiğim o gözümün nuru ayakkabılarım ve dokunmaya kıyamadığım elbisem birkaç saat sonra toza toprağa bulanmış, rengi solmuş kir pas içinde kalmış olarak eve dönmeyi özledim.
Kalabalık bayramları ve bayram çocuğu olmayı özledim sanırım o kalabalıklar içinde.
Bayram bahane...
Annem - Babam sağ olsaydı... Bayramlar böyle boynu bükük geçmeseydi. Hatta bayram olmasa da olurdu.
Annem - Babam olsaydı, bu yaşımda bile bir bayram çocuğu gibi şen olurdum ben.
n y tartaç
15 Temmuz 2015 Çarşamba
SIYRILABİLSEK SARMALIMIZDAN...
( Tablo: Vincent Van Gogh )
Otobandaki başlangıçsız, kesiksiz, o beyaz düz çizgi boyunca hızla kayıp gitseydik, son model bir arabanın ön koltuğuna kurulmuş gibi keyifle...
Manzaralar geçseydi iki yanımızdan, göz açıp kapayıncaya kadar kaybolup, yerini başkalarına bırakan. Bir an koyu gölgelikli ormanların büyüsüyle serin bir hayale kapılmışken, hemen ardından geniş düzlüklerde ayçiçeği tarlalarında bulsaydık kendimizi, sarı sıcak. Sarp dağların arasından geçerken mecburen kıvrılsaydı düz çizgi, yeniden düzeleceğinden emin. Ve bu güvenle; uzakta, çok uzakta, nokta kadar küçük, zirvedeki kartal yuvasına kenetleseydik gözlerimizi, yüksekte en yüksekte olmak nasıl bir duygudur diye düşünüp, kartala özenerek. Şehirler geçseydi bir yanımızdan, diğer yanı kendi köpüğünde boğulan bir deniz olan. Ki, o köpüklere verseydik ruhumuzu. Bir balık misali, korkusuzca oynaşan koskoca dalgalarla... Bir küçük teknede bulurduk belki kendimizi, ufka doğru yol alan, cüssesine bakmadan. Sonra... sonra dümdüz ovalar uzansaydı iki yanımızda, ortasında koyunlar, kuzular otlayan. Kıskansaydık çobanın özgürlüğünü ve dizinin dibinde uzanmış, dili bir karış sarkık uyuklayan çoban köpeğinin sadakatini. Evler... sıra sıra evler... tek tek ışıkları yanan biz hızla yanlarından geçerken. Düşünseydik o kısacık anda bile, neler yaşanır her birinde diye. Gecenin karanlığına açtıkları ışıklarıyla hangi ev aydınlanmıştır gerçekte? Hangisinde içinin karanlığını aydınlatmaya yetmemiştir bir ampullük ışığı..? Bir saniyede ardımızda bıraktığımız o şehrin evleri, ardında bırakabilmiş midir, ardında bırakmak istediklerini..? Çatlamış topraklar, o toprağın rengine bulanmış çatlak yüzlü insanlar görseydik tarlalarda. Şöyle bir an için... Ekerken, biçerken, savururken harmanlarını, ezilmişliğine inat, gün batımı renginde bir mutlulukla ışıldasaydı gözleri, güneşin yedi rengi yansısaydı gülüşlerine, umutlarına, yarınlarına...
Hayat akıp giderken iki yanımızdan hızla ve biz onu geride bırakırken böylesine çaresizce, biz de hayatın içinden kayıp gidebilseydik, o kesiksiz, beyaz düz çizgi boyunca... içinde dönüp durduğumuz, gidip gidip de hep aynı noktaya vardığımız kendi sarmalımızdan sıyrılıp, hedefimize doğru. Hızla...
n y tartaç
11 Temmuz 2015 Cumartesi
FARZET Kİ YALAN YAŞANANLAR
( Tablo: Albert Bierstadt )
Ya sen değişmelisin, ya da dünya...
Mesela;
manzara aynı olsa da,
çiçekler başka koksun sana.
Sende bir başkalık,
esen rüzgarda bir hoşluk olsun...
Sarıp sarmalasın kollarında,
uçursun karşı dağdaki orman kuytusuna.
Yalan da olsa inan masallara.
San ki; mutlu dönüyor dünya.
Kuşlar coşkuyla şakıyor.
Yıldızlar neşeyle göz kırpıyor
her gece gökte
defalarca defalarca...
Yok inanma...
Değişen bir şey yok yeryüzünde.
Ağlıyor bir çocuk,
çaresizliğin, korkunun ezik kollarında...
Bağrını dağlıyor bir ana.
Tam da umut yeşertecekken sol yanında.
Sol yanına kurşun yiyor, yığılıyor bir genç.
Soluyor karanfiller...
Kan çiçekleri boy veriyor;
kahroluşlar, yok oluşlar, ayrılışlar
batağında...
En hassas yerinden kanatılıyor,
izliyorsun yalnızca.
Öyle yılgın, öyle umarsız, duyarsızca...
O halde;
say ki, önünde doyumsuz bir manzara var.
Farzet,
yalan yaşananlar...
Duyduğun çığlıklar,
kanlı bebeler bir kabustan fırlamışlar.
san ki, dünya bir cennet aslında...
nurten y tartaç
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)