30 Eylül 2011 Cuma

TARİH YAZACAK ...

 Gün gelecek tarih olacağız.  Adımız sanımız bilinmeyecek,  karışıp gideceğiz toprağa.  Biz değilse de yaşadığımız bugünler tarih sayfalarında yerini alacak elbette. Biz nasıl geçmişin tarihini okumuşsak, gelecek nesiller de bizim dönemimizi okuyacaklar tarih kitaplarında.

Büyükler kirli bir dünyada olup bitenleri bir şekide anlayabilecekler belki ama küçücük çocuklar okullarda,  kendi siyasi tarihlerini okurlarken,  gelişen olaylar arasında nasıl bir bağ,  nasıl bir mantık oluşturabilecekler acaba ..?

Devletin bütünlüğü, tek dil tek bayrak ve ülke sınırlarının korunması  birinci amaç olması gereken anayasa hazırlanırken, ülke sınırları içinde ayrı bir devlet olmak isteyen, bunun için masum vatandaşları, vatanın bütünlüğünü korumak görevini yerine getirmek dışında herhangi bir suçu olmayan gencecik askerleri ördürürken gözünü bile kıpmayan bir terör örgütünü açıkça destekleyen bir partinin de  söz sahibi olduğunu,  küçücük beyinler nasıl algılayacak acaba ..?

Hem devletin çıkarlarını koruyan,  hem de bu devleti hiçe sayıp ayrı bir meclis oluşturmuş PKK destekçisi bir partinin ortak çıkarlarını koruyan bir anayasa çıkarmayı başarmış atalarının yüksek dehalarıyla gurur duyacaklardır herhalde ...

28 Eylül 2011 Çarşamba

BIRAKALIM GÖRELİM ...


( Ivan Konstantinovic Ajvazovskij - Mehtap Ve Gemi Enkazı Portresi )

Dalgalara karşı yüzmek


 rüzgara karşı koşmak


yormuşsa eğer


bırakalım yorgun bedenimizi


bırakalım bakalım ...


Hangi kıyıda huzura erecek bu hırçın ruhumuz,


hangi kuytuda son bulacak isyanımız ..?


Bırakalım, 

 görelim ...

25 Eylül 2011 Pazar

YİNE AĞLADI ANALAR


Ben dün gece oğlumdan ayrılmanın hüznüyle hislerimi  ve daha birlikteyken bile başlayan özlemimi yazarken,  6 ananın daha yüreğine korlar düşmüş. Yangını hiç sönmeyecek korlar.  Ahh!!!  hangi kelime anlatabilir o anaların acısını,  ne teselli edebilir ki onları..?  Çağlayanlarda yıkansalar söner mi ateşleri ...?

UTANDIM KENDİMDEN,  ÇOK UTANDIM ...

Hergün şehit haberleri alıp ve artık bunu neredeyse kanıksayan, bahis etmeyi bile çok görmeye başlayan,  asker öldürmeyi pkk nın görevi bilen, bugün üç,  bugün beş diye,  yalnız cansız ruhsuz "sayı"larla dile getirip geçtiğimiz ama ekranlarda vur patlasın çal oynasın eğlencemizden "yıkılmadık ayaktayız" imajı vermek adına vazgeçmediğimiz için,

sen;  kimbilir hangi cefalarla bugüne getirdiğin, gözünün nuru, canının parçası kuzunu, gencecik fidanını kara toprağa verirken bile VATAN SAĞOLSUN diyebilme asaletini, hangi sözcüklerle  ifade edeceğimi bilemediğim  ŞEHİDİMİN ANASI,

SANA YAŞATTIKLARIMIZ İÇİN KENDİM VE ÜLKEM ADINA UTANIYORUM ...

GÜLE GÜLE

Yine el sallandı, yine yüreğe saklandı hüzünler.

Daha gözüm gözünde,  kokun yanıbaşımdayken

hasretin oturdu  taa içime  seni sararken.

Kirpiklerimde dondurup gözyaşlarımı,

yine neşeyle uğurladım seni.

Gönlün hoş, yolun açık olsun.

 Yeter ki her ayrılık  kavuşmakla son bulsun ...

Güle güle git, güle güle gel oğlum ...

HAYAT TATLIDIR

Hayat "bazen"  tatlıdır.


Gerisi; acı hüzün gözyaşı umutsuzlık yoksulluk hastalık ayrılık hırs ihtiras kin öfke kavga gürültüdür ...


Kısaca;  savaştır ...


Bir anlık mutluluklar için ömür boyu savaş vermektir hayat.


Ve o anı yakalamak için savaşmaya değer.


Oysa;  insan, elindeki mutluluğun değerini,  ancak kaybedince anlar.


Elimizdekilerin değerini  kaybetmeden bilip,  korumak umuduyla ...

23 Eylül 2011 Cuma

ANKARA HAVASI

Ünlü Ressamlara Ait Resimler
                             (  Vincent  Van  Gogh )


Karar veremedi bugün hava.

Yağsın mı yağmasın mı..?

 Güneş mi açsın pırıl pırıl,  gri bulutlarla mı kaplansın.

Bir esti  bir gürledi.

 Yaprak kımıldamadı bazen.

 İsteksiz tek tük damlalar düştü toprağa tıp tıp.

Yani;

güzeldi hava çok güzel.

Ne üşüttü ne terletti.

Hafifçe esen ılık rüzgarın taşıdığı mis gibi toprak kokusuna eş,

çay tavşan kanı,  sohbet koyuydu.

Kah bulutlarda koşturduk,

Kah güneşe el salladık.

Biz bugün Ankara havası gibiydik, bir güldük bir ağladık.

20 Eylül 2011 Salı

DEDİKODUCU GARSON NOOLCAK

Garsonun da bu denli dedikoducusunu ilk kez görüyorum.


Hayır,  ben bu kızlara o gözle bakmamıştım ki...


Arkadaşımla buluşacaktım bu sabah.  Okullar açıldı ya Ankara trafiği arap saçı. Merih;  " bu trafikte otobüsle gitmen daha kolay arabayla girilmez o trafiğe. Hem,  erken çık evden yetişemezsin "  deyince buluşma saatimizden neredeyse iki saat önce düştüm yollara. Da, sandığımız, daha doğrusu Merih'in sandığı gibi olmadı. Hiç sıkıntı olmadan tıkır tıkır işledi trafik ve ben, buluşma saatinden 50 dakika önce Kızılay'daydım.  E nasıl geçer ki vakit?  Üstelik uzun zaman olmuş sabahın köründe yollara düşmeyeli,  unutmuşum mevsim dönüşlerinde Ankara havasının sabahları çok serin olduğunu.  Üstümde incecik giysimle çok üşüdüm dolayısıyla. Gireyim bir kafede oturayım vakit geçsin dedim ve yol üstünde bir kafe kestirdim gözüme, hem arkadaşımın gelişini rahatça görebileceğim ve hem de gelip geçeni izleyeceğim. ( ki ben bu gözlem işini yaparım sık sık:) Başladım yine caddede telaşla oraya buraya  koşuşturan insanları incelemeye. Genç yaşlı neredeyse herkesin asık suratlı hayatlarından bezmiş ifadeleri yine burktu yüreğimi.  Öyle ya; ne üzüntüleri ne yükleri vardı kimbilir..  Gerçi gülerek önümden geçen birini görseydim ne düşünürdüm acaba onu da bilmiyorum ya.  "Deli mi ne, kendi kendine gülüyor der miydim ki..?"


Her neyse efendim; Oturduğum masanın önündeki masaya üç genç kız geldi,  üstlerindeki formalarından lise öğrencisi olduklarını düşündüren. Oturdular birşeyler sipariş verip,  neşeli bir sohbete başladılar bağrış çağrış, cıvıl cıvıl. Sonra iki kız daha geldi.  Şen şakrak kahkahalarla sarılıp öpüştüler.  Derken içlerinden biri; "Okulu kıralım bugün" dedi.  Diğeri; " kızım kafayı mı yediniz ne gitmeyecek mişiz, bugün okul her yerden kafadır bee " dedi.
Öteki, şöyle bir salladı upuzun saçlarını ve parmaklarına doladığı bir tomarını kıvırarak "yaa ne gitcekmişim bee havaya baksana inek miyim ilk günden" dedi.


Okula gitmek ya da gitmemek konusunda epeyce bir didiştikten sonra biri " koy oolum paranı cebine,  ben varken geçmez lan" dedi.  Hesabı ödedi saçlarını  savurarak patron edasıyla ve bir el hareketiyle taktı diğerlerini de peşine cıvıldaşarak çıktılar kafeden.


Ne kadar dikkatli ve nasıl bir yüz ifadesiyle izlediysem bu genç kızları, onlar çıkar çıkmaz garson başladı dedikoduya.


"Bunlar da kız işte. Şu hallerine bak abla. Valla bende de var iki tane kırarım bacaklarını şu halde görsem. Noolcak zengin çocukları şımarıklar her dedikleri oluyor tabi. Terbiye saygı hak getire. Bunlar da okuyacak ta vatana millete hayırları olacak. Boş boşş ..."


Ayy daha neler neler. Tam ağzımı açıp;


 "Ama garson bey ben o çocuklara bakarken çirkin birşey görmedim ki.  Güzellik gördüm hayat gördüm neşe ve mutluluk gördüm yüzlerinde, caddede koşuşturan yılgın bezgin, asık suratlı bunca kalabalıktan farklı olarak. Bir de; onları  sınırlarla yasaklarla biçimlendirmek isteyen kurallara isyan gördüm ışıl ışıl gözlerinde, masumca.  Saçlarını açmıştı mesela hepsi de.  Salıvermişlerdi omuzlarından aşağıya özgürce.  Hafifçe fön çekmişti galiba bazıları. Bugün okul açılmıştı, yapmaları gereken okula gitmekti.  Onlarsa okulu asmaya karar verdiler büyük ihtimal.  Hangimiz yapmamıştık ki..? Biz kötü müyüz şimdi..? "


diyecektim ki yan masadaki bey garsonu tastik eder eleştiriler sıralamaya başlayınca, usulca toparlanıp çıktım kafeden...

17 Eylül 2011 Cumartesi

TATİLE DEVAM

  


 Alper'in öğrenci evine beş altı dakikalık yürüyüş mesafesinde olan bu plajda,  deniz kum ve güneş bu yaz sonunda bize beklemediğimiz kadar cömert davrandı. E tabii biz de bunu sonuna kadar değerlendirdik haliyle.


Sevgili Sünter'le bayram sonunda Çanakkale'de buluşmak üzere sözleşmiştik telefonda.  O Almanya'dan gelecekti ben Ankara'dan, ortada   buluşup hasret giderecektik.:)  Öyle de yaptık.  Çanakkale'nin meşhur Donanma Çay Bahçesinde, virgülsüz noktasız, biri bitmeden diğeri başlayan konudan konuya atladığımız ve saatler süren harika sohbetimizden ancak, ağzımız kurudukça garsona birşeyler sipariş etmek için başımızı kaldırabildik.  Yanımızda Sünter'in bir yazısında  anlattığı aşk hikayesinin kahramanı Gabi de vardı. Sabrına hayran kaldığım Gabi ...  İnsan hiç mi sıkılmaz?  Türkçe bilmediği için sohbete katılamayan Gabi'nin varlığı aklımıza geldikçe Sünter,  Almanca, konu hakkında özet geçiyor ya da ben, aradan geçen yıllar boyunca kullanılmamaktan unutulmuş parça pinçik ingilizcemle birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama hemen ardından biz yine kendi konularımızda kayboluyor O'nu unutuyoruz. Gabi saatler boyunca sandalye tepesinde hareketsiz, yüzünde tatlı bir tebessüm etrafı izledi  ve halinden hiç te şikayetçi olmadı.  


Eceabat'a giden son feribotu kaçırmamak için kalktıklarında Sünter;  bir gün daha kalmamızı, bize doğduğu köyü ve şehitlikleri gezdirmek istediğini söyledi.  Ayy kalmaz mıyım ? Bahaneye bakıyorum tatilimizi uzatmak için.  Üstelik sohbetini kişiliğini ve arkadaşlığını - artık dostum -çok sevdiğim Sünter'le bir gün daha geçirmek ne hoş olur ama Merih tam bir işkoliktir.  Zaten uzatmış olduğu tatili birgün daha uzatır da kalır mı ki ..?  Eve dönerken Merih'i ikna planları geliştirdim kafamda eni konu... Başardım :)


Ertesi gün Sünter'in doğduğu, ilkokulu okuduğu köydeydik. 


Ama öyle sıradan bir köy değil.  Çanakkale Savaşı sırasında Atatürk'ün bir ay misafir edilip ağırlandığı bir köy burası.  Herbir köylü,  dedelerinden ninelerinden dinledikleri Atatürk'le ilgili gerçek hikayelerle büyümüş ve  hala yaşıyormuş hala başkomutanmış gibi saygıyla,  dipdiri tutulan bir Atatürk ruhu barındırıyorlar yüreklerinde. 






Sünter'in ilkokulunun yerinde bugün Atatürk heykeli var.  Her ne kadar okulunu yerinde bulamamaktan kaynaklı bir burukluk yaşasa da Atatürk'ün gölgesi bile O'nu ne kadar mutlu ediyor bakın :)













Büyük bir kısmı restore edilmiş köyden birkaç manzara


Sünter'in doğduğu ev hediyelik eşya satan minik bir dükkan olmuş.  





Atatürk'ün kaldığı ev müze yapılmış. Bu ev aynı zamanda Sünter'in sağdıcının dededisin evi imiş. Köyde aynı gün doğan bebekler birbirlerinin sağdıcı olurmuş ve kardeş gibi büyürlermiş. ( Umarım doğru hatırlıyorumdur :)




Bugün müze olan bu evde çocukken koşup oynarmış Sünter ve sağdıcı :)


Atatürk'ün misafir edildiği evden birkaç kare ( Restore edilmiş hali )





Atatürk'ün yatağı





Köydeki birçok ev gibi burası da terkedilmiş şehre göç nedeniyle. Kimbilir ne zamandır açılmayan bu tahta kapının önünde,  bir nar ağacı hayat bulup meyve vermiş. 



Anzak Koyu'nda gün batımında son buldu gezimiz.  

Gezimiz son bulmuştu ama sürprizler bitmemişti.  Dönüşte,  Sünter'in  güleryüzlü misafirperver Anneciğinin hazırladığı nefis sofrada bulduk kendimizi.  Uzun bir günün ardından nasıl da iyi gelmişti bu nefis ikram anlatamam.  Hepsi birbirinden güzeldi yediklerimizin de, adını unuttum ne yazık ki;  içinde bulgur ve tavuk parçacıkları olan bir börek yapmıştı teyze.  Onun tadı damağımda kaldı.  Hani diyorum ki, bir daha gitsem... acaba..:))  Ben de çok mu oluyorum ne :))  Ellerin dert görmesin,  teşekkürler teyzeciğim. 

Ayrıca kendisini evinde bulamadığımız ama bahçesinde bol bol incir, dağ eriği, elma, tarlasında nefis domatesler bulduğumuz Sünter'in Amcasına da çok teşekkürler :))

Yeniden buluşmak, daha uzun birlikte olmak umuduyla Canım Arkadaşım ...

13 Eylül 2011 Salı

GİTTİM GEZDİM GELDİM


Hergün,  bir gün daha uzattığımız, beş gün yerine ondört gün yaptığımız  tatilimizden nihayet döndük. Gönlümüzü ve aklımızı  yeniden gitmek umuduyla orada bırakarak ...

Güzeldi...  Dinlendik, eğlendik.


Karga karga gak demiş de,  budala falan değilmiş. Bu insanların uydurmasıymış sadece. Hatta kuşlar arasında en akıllısı da kargaymış bir iddiaya göre.


Miskin kedi derler ya...  Bakın işte bu doğru olabilir.  Baksanıza şu şirin tembellere


Bozcaada'da bağbozumu festivali


Bu minik kuçu kuçu sebzeleri bekliyor olmalı sahibine yardım olsun diye :)


Ayazma plajında Mert


Bulduğu avuçiçi kadar gölgeye kıvrılıp uyuyan bu kedinin keyfine bakar mısınız ?


Bu evin sahibi kapının önüne saksı koyuyor da kendisi nereden eve giriyor acaba?


Bozcaada sokakları ve bizimkiler :)

( Sevgili Sünter'cim le gezi fotoğraflarımız daha sonra )