31 Temmuz 2011 Pazar
SICAK ÇOK SICAK
Sıcak çok sıcak
daha da sıcak olacak
Kavruluyor Ankara
Bastığımız yer, soluduğumuz hava sıcak
Bir ateş çemberinin ortasında
sıkışmış kalmışız sanki...
Sesimiz çıkmıyor nefesimiz kesilmiş ...
Takatsiz
çaresiz
yorgun
umutsuzuz
Hani, bir yağmur yağsa şöyle diyorum
bardaktan boşanırcasına
yıkasa
serinletse
tüm pislikleri akıtsa mazgallara
temizlese Ankara'yı
Ahh ! Ne güzel olurdu ...
27 Temmuz 2011 Çarşamba
YAŞLI GİTTİM GENÇ GELDİM
Yaşlı beyler ve bayanların - yaş almış, deneyim biriktirmiş, görmüş geçirmiş - oldukça çok olduğu Kuşadası'nda bir sitede, kuzen eşi arkadaşım ve oğullarımızla birlikte hem eğlenip hem hayat dersi aldığım bir tatil geçirdim. Baharda da İstanbul'un altını üstüne getirmiştik yine aynı kadro. Bu kez de eşlerimiz işleri nedeniyle ancak hafta sonları katılabildiler bize.
Hayat dersi aldım diyorum çünkü; biz alışmışız toplum olarak yaşlıların tonton tonton bir köşede oturup suyunu bile ayağına istemelerine, kendilerini ikinci plana çekip hayatın akışını geriden izlemelerine. Burada böyle değildi. Yaş ortalaması seksenin üstündeki gençler (!) hayatın tam da merkezinde ve gayet enerjiktiler. Hala hayalleri, geleceğe ait planları, umutları vardı yarına dair.
92 yaşındaki Robert Koleji'nde okumuş ömrünün yarısı Amerika'da geçmiş eski yüzme hocası amcayla ( hayatının yarısını anlattı :)) deniz içi sohbetimiz ilginçti mesela. Yüzerek açılmak istediğini ama genç karısının (!) ( 83 yaşındaymış karısı ve O'nunla yüzmek yerine arkadaşlarıyla briç oynamayı tercih ediyormuş) kendisine refakat etmediği için kızgın olduğunu ve O açılırken bizim O'nu gözetmemizi rica etti ama bizim gözetemeyeceğimiz kadar açılması epeyce telaşlanmamıza neden oldu.
83 yaşındaki Hadiye teyze tam bir fıstıktı :) Ruhunun tazeliğine ihanet edip yıllara boyun eğmiş cildini saymazsak, mini şortuyla genç kızlara taş çıkartıyordu valla. Sabah yedide kalkıp, bikinisini giyip bir saat yüzüyor, kahvaltısının ardından güzellik uykusunu da alıp, akşama doğru çay bahçesine geliyordu okey partisine katılmak üzere. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş ve oyunu kaçırma telaşıyla gözlerimin faltaşı gibi açılmasına neden olan o kıvrak yürüyüşüyle.
84 ve 82 yaşlarındaki iki kızkardeşin paşayı paylaşamamaktan kaynaklanan kavgalarının detayını özellerine saygısızlık olmasın diye anlatamıyorum :))
Ahh! bir de Atatürk Amca vardı ki hayran bıraktı beni kendine. Tıpatıp Atatürk. O kadar benziyor yani. Profilden, önden sürekli inceledik ( umarım farkına varmamıştır :)) Sanırım O da 90 yaşının üstündeydi. Ayaklarını sürükleye sürükleye çay bahçesine geliyor ve hep aynı masaya oturuyordu. Tek başına, gözlerini uzak bir noktaya kilitlemiş öylece hareketsiz oturuyordu uzun süre ve arada uyuklayarak. Ne zaman ki masasına arkadaşları geliyor - bir süre sonra mutlaka birileri geliyordu. - Atatürk Amcanın denetiminde doyumsuz bir sohbet başlıyordu. Kurtuluş savaşı hikayelerinden tutun, Ergenekon davasıyla ilgili siyasilerin gerçek amacına, Deniz Feneri davasının suni gündem yaratılarak nasıl örtbas edildiğine, üst düzey subayların neden teker teker tutuklandığına varıncaya kadar her konuda bilgisi vardı ve etrafındakiler de arada kendi fikirlerini anlatarak saygıyla dinliyorlardı O'nu. Sanırım saygın bir konumu vardı arkadaşları arasında. O'nunla tanışmayı ve derin bilgilerinden faydalanmayı, sohbetini dinlemeyi çok istedim ama ayıp olur diye frenlediler beni yanımdakiler. :( ( Sanki yan masadan kulak misafiri olmak daha az ayıp olmuş gibi :))
Benzeri diğer örneklerle de bir kez daha anladım ki; İnsan, ruhu yaşlandığında yaşlanıyor ve umutlarımız hayallerimiz öldüğünde ölüyoruz ancak. Gelecekle ilgili planlarımız bittiğinde biz de bitiyoruz bir anlamda. İşte bu nedenle sıkı sıkı sarılmak gerek hayata. Sevmeliyiz hayatı ki, sevsin hayat ta bizi.
Hayat dersi aldım diyorum çünkü; biz alışmışız toplum olarak yaşlıların tonton tonton bir köşede oturup suyunu bile ayağına istemelerine, kendilerini ikinci plana çekip hayatın akışını geriden izlemelerine. Burada böyle değildi. Yaş ortalaması seksenin üstündeki gençler (!) hayatın tam da merkezinde ve gayet enerjiktiler. Hala hayalleri, geleceğe ait planları, umutları vardı yarına dair.
92 yaşındaki Robert Koleji'nde okumuş ömrünün yarısı Amerika'da geçmiş eski yüzme hocası amcayla ( hayatının yarısını anlattı :)) deniz içi sohbetimiz ilginçti mesela. Yüzerek açılmak istediğini ama genç karısının (!) ( 83 yaşındaymış karısı ve O'nunla yüzmek yerine arkadaşlarıyla briç oynamayı tercih ediyormuş) kendisine refakat etmediği için kızgın olduğunu ve O açılırken bizim O'nu gözetmemizi rica etti ama bizim gözetemeyeceğimiz kadar açılması epeyce telaşlanmamıza neden oldu.
83 yaşındaki Hadiye teyze tam bir fıstıktı :) Ruhunun tazeliğine ihanet edip yıllara boyun eğmiş cildini saymazsak, mini şortuyla genç kızlara taş çıkartıyordu valla. Sabah yedide kalkıp, bikinisini giyip bir saat yüzüyor, kahvaltısının ardından güzellik uykusunu da alıp, akşama doğru çay bahçesine geliyordu okey partisine katılmak üzere. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş ve oyunu kaçırma telaşıyla gözlerimin faltaşı gibi açılmasına neden olan o kıvrak yürüyüşüyle.
84 ve 82 yaşlarındaki iki kızkardeşin paşayı paylaşamamaktan kaynaklanan kavgalarının detayını özellerine saygısızlık olmasın diye anlatamıyorum :))
Ahh! bir de Atatürk Amca vardı ki hayran bıraktı beni kendine. Tıpatıp Atatürk. O kadar benziyor yani. Profilden, önden sürekli inceledik ( umarım farkına varmamıştır :)) Sanırım O da 90 yaşının üstündeydi. Ayaklarını sürükleye sürükleye çay bahçesine geliyor ve hep aynı masaya oturuyordu. Tek başına, gözlerini uzak bir noktaya kilitlemiş öylece hareketsiz oturuyordu uzun süre ve arada uyuklayarak. Ne zaman ki masasına arkadaşları geliyor - bir süre sonra mutlaka birileri geliyordu. - Atatürk Amcanın denetiminde doyumsuz bir sohbet başlıyordu. Kurtuluş savaşı hikayelerinden tutun, Ergenekon davasıyla ilgili siyasilerin gerçek amacına, Deniz Feneri davasının suni gündem yaratılarak nasıl örtbas edildiğine, üst düzey subayların neden teker teker tutuklandığına varıncaya kadar her konuda bilgisi vardı ve etrafındakiler de arada kendi fikirlerini anlatarak saygıyla dinliyorlardı O'nu. Sanırım saygın bir konumu vardı arkadaşları arasında. O'nunla tanışmayı ve derin bilgilerinden faydalanmayı, sohbetini dinlemeyi çok istedim ama ayıp olur diye frenlediler beni yanımdakiler. :( ( Sanki yan masadan kulak misafiri olmak daha az ayıp olmuş gibi :))
Benzeri diğer örneklerle de bir kez daha anladım ki; İnsan, ruhu yaşlandığında yaşlanıyor ve umutlarımız hayallerimiz öldüğünde ölüyoruz ancak. Gelecekle ilgili planlarımız bittiğinde biz de bitiyoruz bir anlamda. İşte bu nedenle sıkı sıkı sarılmak gerek hayata. Sevmeliyiz hayatı ki, sevsin hayat ta bizi.
Bir tarlanın ortasında şaşkın bezgin, uzun ince bacaklarını çarpık çarpık atarak dolanıp duran bir leylek gördüm yaz başında. Belli ki yolunu şaşırmış ya da sürüden ayrılmıştı. "Ayy! tüh, keşke havada görseydim diye de hayıflandığımı hatırlıyorum" Neyse ki havada görmemişim. Evin yolunu iyiden iyiye şaşıracak mışım yoksa. Elimde bavulum bahardan beri yollardayım.
Birkaç gün önce de Kuşadası'ndan döndüm güzel Elçin'imizin nişan törenine katılmak için tatilimi yarıda keserek. Telefonda, gelmezsem olacaklarla ilgili yaptığı tehditvari baskılarına dayanamadığımdan demem daha doğru olur sanırım :)
Birkaç gün önce de Kuşadası'ndan döndüm güzel Elçin'imizin nişan törenine katılmak için tatilimi yarıda keserek. Telefonda, gelmezsem olacaklarla ilgili yaptığı tehditvari baskılarına dayanamadığımdan demem daha doğru olur sanırım :)
Kısa süre önce tanıştılar
Aşık oldular
Hemen nişanlandılar
Duramazlarmış artık ayrı
Bir ay sonra da düğünleri var
Ne denir ki;
Dede olsunlar nine olsunlar
ama
Hep aynı aşkla baksın gözleri
ve
BİR ÖMÜR MUTLU OLSUNLAR
25 Temmuz 2011 Pazartesi
SEVGİ NEDİR Kİ..?
Özlemekmiş sevmek.
her şeye rağmen özlemek...
kırılsan da,
hatta kahrolsan da geriye baktığında,
sızlamasıymış yüreğinin gizli bir köşesinin
adını andıkça...
Beklemekmiş bir de sevmek,
umut etmek...
Hırslarından sıyrılmasını,
pas tutmuş kalbinin arınmasını beklemek...
Bilirsin... öl desen ölürmüş...
Ama
Yalanmış... Eskidenmiş...
O kalp çoktan diken tarlasına dönmüş.
Dili çatallanmış, gözler yabancı bakarmış.
Sevgi iki haris el tarafından hunharca boğulmuş.
Yokmuş artık...
Belki de hiç olmamış...
Yine de ummakmış sevgi...
Bir gün... belki diye...
her şeye rağmen özlemek...
kırılsan da,
hatta kahrolsan da geriye baktığında,
sızlamasıymış yüreğinin gizli bir köşesinin
adını andıkça...
Beklemekmiş bir de sevmek,
umut etmek...
Hırslarından sıyrılmasını,
pas tutmuş kalbinin arınmasını beklemek...
Bilirsin... öl desen ölürmüş...
Ama
Yalanmış... Eskidenmiş...
O kalp çoktan diken tarlasına dönmüş.
Dili çatallanmış, gözler yabancı bakarmış.
Sevgi iki haris el tarafından hunharca boğulmuş.
Yokmuş artık...
Belki de hiç olmamış...
Yine de ummakmış sevgi...
Bir gün... belki diye...
12 Temmuz 2011 Salı
ZAMAN TÜNELİ
Zaman tünelinden geçtik bir kumsala düştük. Hem de 1970 lerde bir kumsala
Yetmişli yılların başında henüz süslü dev canavarları andıran beton binalar dikilmemişti kumsallar boyunca. Oteller, babalarının malı gibi sahilleri çevirip kendi müşterileri dışındakilere kapatmamışlardı daha. Alabildiğine bakir kumsallar herkese açıktı. Kolunun altına güneş şemsiyesini havlusunu alan, istediği yere uzanır, güneşin ve denizin keyfini istediği gibi çıkarırdı. Pansiyonlar vardı o zamanlar, aile pansiyonları. Evinin bir katını, birkaç odasını kiralayan, müşteriyi konuk sayan, yeri geldiğinde yemeklerini paylaşan pansiyon sahipleri vardı.
Alanya'ya ilk kez gidişimizi hatırlıyorum. Muz bahçeleri uzanıyordu yol boyunca. Bir tarafta uçsuz bucaksız deniz, diğer tarafta muz bahçeleri... Bir keresinde; bir muz bahçesine dalmıştık güle oynaya arkadaşlarla. Yalnızca bir tane alacaktık, dalından koparmanın hazzını yaşamaktı maksadımız sadece. Arkamızda duyduğumuz sesle irkilmiş, utanıp kıpkırmızı kesilmiştik. Oysa yaşlı amca, koca bir muz demeti uzatıyordu bize gülümseyerek. Öylesine toktu yerli halkın gözü.
Geceleri kumsalda ateş yakardık bir de, tanışıp kaynaştığımız diğer pansiyoner gençlerle birlikte. Ateşin etrafında bağdaş kurup otururduk. Mutlaka gitar çalıp şarkı söyleyen biri olurdu aramızda, grubun gözdesi ilahı aynı zamanda. Gitarın romantik ezgileri gecenin karanlığında yankılanırken her gönüle bir kıvılcım düşerdi gizliden gizliye. Karanlık kumsalda nice sevdalara şahitlik etmişti kimbilir dalga sesleri, milyonlarca parlak yıldızla birlikte. Ve ilk kızıllık düştüğünde ufka, sözler verilmişti belki sonsuza dek sürecek ama şehrin ilk gürültüsünde unutuluverecek.
***
Çanakkale'deydik. Yine telaş vardı, çok yorulduk yine. Bir o kadar da gezdik dinlendik, henüz görmediğimiz yeni yerler keşfettik. O gün de akşama kadar Alp'in evini temizleyip yerleştirmekten harap ve bitap düşmüş, gene de uzanıp dinlenmek yerine sokaklara atmıştık kendimizi. "Sizi değişik bir yere götüreceğim ama beğenir misiniz bilmiyorum. Biraz farklı bir yer." dedi oğlum. Yeni bir yer göreceğiz ya atladık hemen " Hadi götür beğenmezsek döneriz noolcek :) " dedik.
Kumsalda, hemen denizin dibinde tahta sandalye ve masaların olduğu sıra sıra, gösterişten uzak sade çay bahçeleri, kumların üstüne yayılmış oturanlar, başka bir köşede arkadaşlarının gitarla çaldığı müziğe eşlik eden neşeli bir grup genç, çoluklu çocuklu aileler, etrafta koşuşturan minikler, fonda Raw raw Rasputin olmasa da bana onu anımsatan bir müzik, Masaların arasında dolaşan kuruyemiş- çekirdek satıcıları, denizde boyaları dökülmüş nazlı nazlı sallanan iki taka...
Sanki zaman tünelinden geçmiş ve 1970 lerde bir kumsala düşmüştük. Modernleşme adına beton yığınlarının arasında boğulmadan, insan ve doğanın özgürce kucaklaştığı bir kumsaldı. Ve biz bunu çok sevdik...
Yetmişli yılların başında henüz süslü dev canavarları andıran beton binalar dikilmemişti kumsallar boyunca. Oteller, babalarının malı gibi sahilleri çevirip kendi müşterileri dışındakilere kapatmamışlardı daha. Alabildiğine bakir kumsallar herkese açıktı. Kolunun altına güneş şemsiyesini havlusunu alan, istediği yere uzanır, güneşin ve denizin keyfini istediği gibi çıkarırdı. Pansiyonlar vardı o zamanlar, aile pansiyonları. Evinin bir katını, birkaç odasını kiralayan, müşteriyi konuk sayan, yeri geldiğinde yemeklerini paylaşan pansiyon sahipleri vardı.
Alanya'ya ilk kez gidişimizi hatırlıyorum. Muz bahçeleri uzanıyordu yol boyunca. Bir tarafta uçsuz bucaksız deniz, diğer tarafta muz bahçeleri... Bir keresinde; bir muz bahçesine dalmıştık güle oynaya arkadaşlarla. Yalnızca bir tane alacaktık, dalından koparmanın hazzını yaşamaktı maksadımız sadece. Arkamızda duyduğumuz sesle irkilmiş, utanıp kıpkırmızı kesilmiştik. Oysa yaşlı amca, koca bir muz demeti uzatıyordu bize gülümseyerek. Öylesine toktu yerli halkın gözü.
Geceleri kumsalda ateş yakardık bir de, tanışıp kaynaştığımız diğer pansiyoner gençlerle birlikte. Ateşin etrafında bağdaş kurup otururduk. Mutlaka gitar çalıp şarkı söyleyen biri olurdu aramızda, grubun gözdesi ilahı aynı zamanda. Gitarın romantik ezgileri gecenin karanlığında yankılanırken her gönüle bir kıvılcım düşerdi gizliden gizliye. Karanlık kumsalda nice sevdalara şahitlik etmişti kimbilir dalga sesleri, milyonlarca parlak yıldızla birlikte. Ve ilk kızıllık düştüğünde ufka, sözler verilmişti belki sonsuza dek sürecek ama şehrin ilk gürültüsünde unutuluverecek.
***
Çanakkale'deydik. Yine telaş vardı, çok yorulduk yine. Bir o kadar da gezdik dinlendik, henüz görmediğimiz yeni yerler keşfettik. O gün de akşama kadar Alp'in evini temizleyip yerleştirmekten harap ve bitap düşmüş, gene de uzanıp dinlenmek yerine sokaklara atmıştık kendimizi. "Sizi değişik bir yere götüreceğim ama beğenir misiniz bilmiyorum. Biraz farklı bir yer." dedi oğlum. Yeni bir yer göreceğiz ya atladık hemen " Hadi götür beğenmezsek döneriz noolcek :) " dedik.
Kumsalda, hemen denizin dibinde tahta sandalye ve masaların olduğu sıra sıra, gösterişten uzak sade çay bahçeleri, kumların üstüne yayılmış oturanlar, başka bir köşede arkadaşlarının gitarla çaldığı müziğe eşlik eden neşeli bir grup genç, çoluklu çocuklu aileler, etrafta koşuşturan minikler, fonda Raw raw Rasputin olmasa da bana onu anımsatan bir müzik, Masaların arasında dolaşan kuruyemiş- çekirdek satıcıları, denizde boyaları dökülmüş nazlı nazlı sallanan iki taka...
Sanki zaman tünelinden geçmiş ve 1970 lerde bir kumsala düşmüştük. Modernleşme adına beton yığınlarının arasında boğulmadan, insan ve doğanın özgürce kucaklaştığı bir kumsaldı. Ve biz bunu çok sevdik...
1 Temmuz 2011 Cuma
DARISI BEKARLARIN BAŞINA
Genç, hatta yaşlı, tanıdıklar akrabalar sıraya girmişler, herbiri birer aşk böceği olmuş pır pır uçuşuyor. Çevremizde kim varsa bekar, hepsinde bir evlilik telaşıdır gidiyor.
Hayır anlamadım gitti. Eros okunu fırlattı da bizimkiler toplu halde isabet mi aldı nedir..? Hepsi aynı anda atağa kalktı:)
Bir koşuşturma bir koşuşturma, kime yetişeceğimizi şaşırdık. Bizi düşünen yok tabii bu arada. Giyim kuşam telaşı bir tarafa, hediye almaya yetişemez olduk. İnsan biraz acır da azıcık ara verir di mi..? Bu ne aceledir böyle..? Üstelik, hemen her törenin baş danışmanları- bilirkişileri olarak baş köşede yerimizi almak durumunda da kalıyoruz. Bu kadar yaşlandık mı biz yahu..:)
Yalnızca O' mu.. ? "Aşık oldum Çınar'cım. Gerçekmiş, varmış aşk diye birşey" derken, ağzından çıkan herbir "aşk" sözcüğü kanatlanıp, rengarenk kelebekler gibi ahenkle dansediyor adeta :) O konuştukça ben kalbinin mutluluk tiktaklarını dinliyorum zevkle.
Ee iş böyle olunca da, biz büyüklere düşen iki sevdalı yüreği bir yastıkta buluşturmaktı elbette.
Ve... cuma günü sözümüz var.
Tabii ki son değil. Haftaya başka bir kuzenin düğünü var. Buyrun sizi de bekleriz :))
Not: Bu koşuşturmaca arasında blog dostlarımı ihmal ettim istemeden. Herkes bi evlensin :) ortalık durulsun, herbir dost blogu uzun uzun ziyaret edip güzel yazılarını zevkle sindire sindire okuyacağım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)