Doktorluk mesleğinin gerektirdiğinin de ötesinde, işini yaparkenki, duygulu sevecen ve birçok zaman, yönetici olarak çalıştığı kurumdaki yaşlıların derdini kendine dert edinen, Sevgili Arkadaşım Gül'ün, Yaşlılar Haftası'nda yazdığı, benim yeni farkedip okuduğum ve çok duygulandığım şu yazısını, arkadaşımın izniyle sizlerle paylaşmak istedim.
18-24 Mart arası yaşlılar haftasıdır.
Bu günlerde huzurevleri ziyaret edilir. O ziyaretler esnasında yaşlılar uzaktan seyredilir. Vah… vah… tüh… tüh… Sesleri arasında biraz gözyaşı dökülür. Ziyaretçiler evlerine döndükleri zaman ise her şey unutulur.
Ne yalan söyleyeyim huzurevinde göreve başlamadan önce ben de yaşlıları köşelerinde oturan, namazlarını kılan, masal anlatan, bazı duygularını yitirmiş olarak görüyordum. Bana göre onlar, zamanını doldurmuş insanlardı. Ben de yaşlanıyordum, ama ben, onlardan farklı bir yaşlı olacaktım zira ben duyguluydum, ben kültürlüydüm, benim dolu dolu bir geçmişim var diye değerlendiriyordum.
Huzurevinde göreve başladıktan sonra, ne kadar yanıldığımı gördüm ve o düşüncelerimden dolayı kendimi yargılamaya başladım. Zira, ben de, onlar gibi olmaya başlamıştım, onlar gibi, geçmişe, özlem duyuyor, çocukluğumu arıyor, annemin sabahları bizi okula ve kahvaltı yapmaya kaldırışını anımsıyor, özlem duyuyor ve ölümün artık yakınlaştığını, onun için her şeyi kendime dert etmemem gerektiğini düşünüyor, kendimce bencillik yapıyordum.
Evet Huzurevi yaşamın, ölümün, neşenin ve hüznün iç içe olduğu bir yer. Kavga, aşk, bencillik, dedikodu, yardımseverlik gibi olayların, bazen traji komik boyutlara ulaştığı bir ortam.
Geçmişte yaşamak istediği halde toplumdan çekindiği için yaşayamadığı, gizli aşkını, artık son günlerinde itiraf eden ve o gizli aşkı için gözyaşı dökerek pişmanlığını dile getiren 97 yaşındaki teyze o aşkının kendisi için söylediği “seni, sesini, gözlerinin rengini, unutabilsem, şu yaralı gönlümü avutabilsem” dizelerini içeren şarkıyı, o yaşlı, titrek sesiyle söylerken, sizin de onunla beraber, o geçmişi yaşayarak, duygulanıp, ağlamamanız mümkün değil.
100 yaşındaki Refakat Teyze: Çok güzel bir ömür yaşamış, kendisini delicesine seven bir eşi varmış. Eski Ankara’da, bahçeli bir evde otururlarmış. Akşamları eşinin eve gelme saatinde, çocuklarını doyurur, odalarına yollar, kendisi süslenir eşini karşılarmış ve bahçeye bir ağacın altına kurduğu çilingir sofrasında eşine eşlik eder ve o içli güzel sesi ile eşine şarkılar söylermiş. Mahalleli, bahçenin duvar dibine saklanır, onları dinlermiş.
Bunları anlatırken, Refakat Teyzem, uzaklara dalar ve yine o titrek içli sesiyle kocasının en çok sevdiği “Bir zamanlar, maziye bak, ne kadar şendik, ikimizin mesut olma emeli vardı” şarkısını söylerdi.
Şeker teyzem ki asıl ismi bu değil, çok şirin olduğu için kendisine huzurevinde şeker denmiş, asıl ismi unutulmuş artık kendisi bile hatırlamıyor. Çok zor hatta korkunç denilecek bir hayat geçirmiş. On senedir huzurevinde, rahata ermiş ama geçmişin acılarından kurtulamıyor, ızdırap çekiyor, ölmek istediğini söylüyor “Hayır, şeker teyze ben seni bırakmam” deyince gülüyor. Aslında kendisini düşünen birini bulduğu için çok mutlu “Senin isteğinle mi yaşayacağım?” ama sen üzülme ben seninle gitmek için Allah’a yalvarırım” diyor. “Aman ne yapıyorsun Şeker Teyze, benim daha yapacak işlerim var” diyorum. Gülüşüyoruz, konuyu değiştirmek için Şeker Teyzem “Mendil aldım on beşe, yudum serdim güneşe, senin yarin gül ise, benim ki de menevşe” manilerini sıralamaya başlıyor.
Bazıları varki onlar bir başka:
Şakir amca, Hüseyin amca, Hasan amca gibi. Onların dedikoduları, kavgaları yoktur. Sessiz oturur, uzaklara dalarlar. Sanki geçmişlerinin geri dönmesini bekler gibi bir halleri vardır.
Taşkentli Şakir amca, yüz yaşını geçmiş. Geçmişte kütüphane müdürü imiş. Tarihi bilgisinin çok fazla olduğu söyleniyor. Ama ben kendisini tanıdığımda hafıza dağınıklığı vardı, kulağı çok az işitiyordu, son günlerinde, Taşkent’ten gelmesini beklediği, arzu ettiği kişileri etrafında görür gibi oluyor, birden ayağa fırlayıp “Taşkent’ten hoş geldiniz” diye bağırıyordu.
Hüseyin amca. Hiç evlenmemiş, kimsesiz biri. Çok şirin bir yüzü var, devamlı gülüyor, bana “anne” diye hitap ediyor. Huzurevinin penceresinden görünen tarlaların, kendisine ait olduğunu hayal ediyor “Anne bak bu tarlaların bir kısmını sana vereceğim” diyordu.
Hasan amca: Bütün gün, karanlık çökünceye kadar pencerede, eşi Hacı Hanım’ın eve dönmesini bekliyor, “Allah Allah, akşam oldu, Hacı Hanım niye gecikti?” diye hüzünleniyordu.
Hastalanıp hastahaneye yatırmamız gerektiğinde “Hacı hanım eve gelip beni bulamaz” diye feryat etmesi hepimizi ağlattı.
Diğer bir Hasan amca, çok renkli bir kişilik, kendini bazen mühendis, bazen paşa, bazen tarih hocası olarak tanıtır, aslında hayatında hiç çalışmamış, eşi çalışmış, onun maaşıyla geçinmişler, ama eşi Hasan Amca’yı çok sevmiş olacak ki halinden hiç şikâyetçi olmamış, ona bakmış, ondan yedi çocuk sahibi olmuş.
Hasan Amca çok zeki ve bilgili, onun için onu ilk tanıdığınızda söylediklerine inanıyorsunuz…
Mesela:
“Ben makine mühendisiyim, zamanında rahmetlik Menderes, beni çağırdı “ Bana öyle bir araç yap ki herkes faydalansın” dedi, ben de asansörü icat ettim ve asansörü yaparken gelip görenler, Menderes’e bu ne diye soruyorlardı. O da “Hasan’a sor” diyordu. Hasan’a sor… Hasan’a sor… Derken zamanla o oldu asansör yani asansör ismini oradan aldı.” Gibi kurnaz buluşları vardı. Damara göre şerbet vermeyi bilirdi. Benden bir şey isteyeceği zaman odama gelir, bana “Ayın on beşi” diye hitap eder ve istediği şeyi dile getirirdi.
Her biri ayrı bir renk, her biri ayrı bir sevgi. Bir gurup hüzünlü ve geçmişleriyle yaşarken, diğer gurup geçmişi bir tarafa itip, bugünü neşe ile yaşama gayretinde. Bir gurup “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” dizelerini söylerken öbür gurup “ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına” dizelerini söylüyor.
Onlarla her şeyi konuşuyoruz, yaşamı, ölümü, hatta siyaseti bile. Onlar olayları bizden farklı yorumluyorlar mesela: “Başbakan yolsuzlukları bitirdiklerini söylüyor, Allah aşkına, yolsuzluk bitti mi” dediğinizde yaşlımızın biri “Baksanıza, bilmem kaç yüz bin kilometre bölünmüş yol ağı yapılmış, bu kadar yol yapılırken siz hala yolsuzluktan şikâyet ederseniz nankörlük edersiniz” diyor.
Diğer bir yaşlı “Benim Başbakanım ekonomist, heykeltıraş, ressam, doktor, savcı, gazeteci, hatta İbrahim Tatlıses’in söylediği gibi delikanlı. Böyle bir başbakan bulduğumuz için gururluyuz” diyor ve ayağa fırlayıp “Türkiye onunla gurur duyuyor” diye bağırıyor. O sırada sakin, sessiz bir yaşlı “Öyle diyorsun ama memlekette özgürlük kalmadı, aleyhte konuşan herkes içeri atılıyor” diyor, diğeri yine cevap veriyor “Amma yaptın kardeşim, en büyük Başbakan bizim Başbakan diyene, Türkiye seninle gurur duyuyor diyene, çiçek atana, çok şükür memleket güllük gülistanlık diyene bir şey yapılıyor mu? İşte özgürlük dediğiniz şey bu, daha ne istiyorsunuz? Siz de muhalefet yapmayın”
Belki de haklı.
İşte böyle, huzurevi bir başka. Onlarla yaşamak, çoğu zaman hüzünlü ama onların dilinden ruhundan anlayarak, onları mutlu etmeye çalışmak son derece haz verici bir olay.
Yaşlılar haftasını kutluyor, ebediyete göç edenlere rahmet diliyor, Allah herkese sağlıklı yaşlanma nasip etsin diyorum.
En güzel Armağan
Hayatın Kendisidir.