30 Nisan 2010 Cuma

zambak susam susam zambak ???

 

image  susam çiçeği (Mavi zambak)

 

zambak çiçeği (lilium)image

 

Ortaokuldaydım sanırım,  Vadideki Zambak’ı  (Honore De Balzac) okuduğumda…

 

 

Romanın konusuyla ilgili hemen hemen hiçbir şey kalmamış aklımda.  Çocuktum  ne kadarını sindirebilmişimdir ki, ne kadarını anlamışımdır.   Ama daha o yaşlarda bile elime ne geçse okurdum .  Annem çok kitap okurdu bu nedenle de kitap mecmua fotoroman (resimli roman) hiç eksik olmazdı evimizden.  Bazılarını  da yasaklardı bana, “bu sana göre değil birkaç yıl sonra okursun”  diye.   O öyle der de ben rahat durur muyum?  İlle de okumalıyım o kitabı kendim görmeliyim nesi bana göre değilmiş.  Annem evden çıkar çıkmaz kitabımı defterimi  bir tarafa fırlatır otururdum yasaklı kitabın başına.

 

 

İşte;  Vadideki Zambak’ı da o yaşlarda okudum…  İçeriğini hiç hatırlamasam da, o zamandan beri,  her bahar  zambaklar açtığında, romanda betimlenen zambaklarla bezeli o tepe  ( romanda öyle bir tepe vardı sanırım:)    ve kendini o tepede hayal eden küçük bir kız gelir gözlerimin önüne;  gözlerini kapatıp, kollarını iki yana kocaman açmış, serin  serin esen, estikçe saçlarını savurup karıştıran,  yüzünü tatlı tatlı okşayan  rüzgara kendini bırakmış,  mis kokulu zambakların arasından, yamaçtan aşağıya uçarcasına koşan o küçük kız…  Her bahar, açmış bir zambak gördüğümde gülümserim;  sisler arasından beliriveren,   beni habersizce bırakıp gitmiş o çocuğa, buğulu kırgın gözlerle…

 

 

Bugün yürüyüşten dönerken zambak gördüm yine.   Naif dilim dilim mavi yapraklarıyla gülümsediler anılardan bana. “Aa zambaklar açmış” dedim yanımdaki arkadaşıma. Tam çocukluğumdaki  aynı manzara gözlerimin önüne gelmiş ben aynı hayale dalacakken… “Olur mu canım?  o susam çiçeği, zambak başka bir çiçek”  dedi…

 

 

Ben şimdi  her bahar susam  (mavi zambak)   gördüğümde ,  o küçük kız gelir mi artık gözlerimin önüne :))  Hain arkadaşım hayallerimi yıktı:))

28 Nisan 2010 Çarşamba

Yağma Yağmur Esme Rüzgar…

 

Yağma yağmur esme rüzgar, yolda yolcum var benim…

 

 

Nicedir, Ediyle Büdüyüz evde.

 

 

Mert Ankara’da ama arkadaşlarıyla öğrenci evinde kalıyor. Arada bir uğrayıp ‘cee’ deyip gidiyor.

 

 

Alper  Çanakkale’de okuyor, tatiller dışında göremiyoruz.

 

 

Ben ne zaman alışmışım bilmem ki; fincan kadar tencerede bir türlü bitiremediğimiz kuş yemi kadar yemekler yapmaya.  Oysa az yemek yapmaya bir türlü alışamadım diye yakınıyordum daha dün arkadaşlarıma.

 

 

Sabah kalkıp, kahvaltıdan sonra bir saat içinde etrafı şöyle bir toparlayıp,

 

 

uzanıp  kanapeye  kitabımı alıp, ohh, sıkılana kadar okumaya.

 

 

Günümü istediğim gibi planlamaya.

 

 

Ne çabuk alışmışım, sakin sessiz yaşama…  ( evin içinde ses ve hareket olmaması anlamında. Yoksa, beni tanıyan Gülen’ciğimin yorumunda uyardığı gibi hayatımın her döneminde ‘çat burda çat kapı ardında’ oldum. Hiç öyle hareketsiz bir yaşantım olamaz.:)))

 

 

23 Nisan nedeniyle Alper geldi.  Kardeşi geldi diye Mert’te evdeydi beş gündür.

 

 

Günlerim mutfakta yemek yapıp,  yıkayıp  ütülemekle, banyo lavabo ovmakla,  koşuştururken arada da oğullarımın peşimde dolanarak anlattıkları  ‘heyecanlı’ hikayelerine  “ yaa!  Aaa! sahi mi?  Eee… diye başlayan cümlelerle ortak olmakla geçti. 

 

 

Birbirleriyle hasretle muhabbet ederlerken, ortamın birden elektriklenmesini yatıştırmak için araya girdiğimde,  ikisinin kenetlenip beni saf dışı bırakmaları var tabii bir de, her zamanki gibi:)

 

 

Nasıl da, yorucu ama cıvıl cıvıl neşe içinde geçiyormuş meğerse günlerimiz, oğullarımız evdeyken.

 

 

Birkaç saat önce Alper Çanakkale’ye hareket etti.

 

 

Mert,  biraz sonra müzik grubuyla İstanbul’a hareket edecek.  Perşembe günü İstanbul’da, Cumartesi İzmir’de sonra da Eskişehir’de konser verecekler.  Kanada’lı bir rock metal grubuyla.

 

  

Yüreğim bir yandan; onlar için, onlar adına, mutlu ve heyecanlıyken,   bir yanım kaygılı, buruk, özlemekte şimdiden.  Oğullarım, “e…  kadar olduk düşünmeyin bizi”  deseler de, bana sorsanız süt kuzusu daha onlar :)) düşünmeden edemem.

 

 

Dilimde dualar yakarışlar…   Yolunuz açık, geleceğiniz aydınlık, hayalleriniz gerçek olsun, sizin ve herkesin…

 

Güle güle gidin, güle güle gelin canlarım…

22 Nisan 2010 Perşembe

HÜRÜ KADIN ( 6 )



image

  Hiç konuşmadı yol boyunca iki kadın. Eve geldiklerinde Hürü işe koyulmadan önce hep yaptığı gibi uzun eteğinin ucunu toplayıp beline soktu ve  yere, ocağın önüne  oturdu. Büyücek odanın baş köşesinde şimdiki şöminelere benzeyen, içinde hem yemek yapmak, hem ısınmak için ateş yakılan ocaktaki kapkara sacın üstüne, yine dışı ateşin isinden kapkara olmuş bakır tencereyi koydu. Kızının tepsiyle yanına getirdiği, pişireceği yemeğin malzemelerini sırayla soyup doğrayarak tencereye koydu. Sönmekte olan ateşi eline aldığı demir çubukla deşeledi önce. Birkaç kuru ağaç dalıyla ateşi canlandırdıktan sonra ocağın yanındaki tekerlek  biçiminde şekillendirilmiş tezeklerden birini aldı. (Hayvan dışkısının samanla karıştırılıp kurutulmasıyla elde edilen doğal yakıt.) Dizinden güç alarak küçük parçalara ayırıp ocağa atarak ateşin iyice   harlanmasını sağladı.


image

( tezek yapımı )

Hürü etrafa minik kıvılcımlar saçarak çıtır çıtır yanan ateşin alevlerini izledi oturduğu yerden boş gözlerle. Loş odada yüzünde ışıltılı gölgeler oluşturarak kıpırdaşan  alevler, sanki öfkeli gözlerinden saçılıyormuşçasına ürkütücü geldi kumasına. Eline aldığı tahta kaşıkla tencerede pişmekte olan yemeği karıştırdı Hürü. Suratı sıcaktan kıpkırmızı oluca ocaktan biraz daha uzaklaşıp yine aynı şekilde oturmaya devam etti. Ağzını bıçak açmıyordu… Kuması ise ne düşündüğünü, akşam kocası gelince olanları anlatıp anlatmayacağını anlamak için etrafında dolanıp duruyordu ama nafile. Öyle ya da böyle hiç ifade yoktu yüzünde Hürü’nün...   

Neredeyse akşam olmak üzereydi. "Ne zaman gidiyorsunuz?" dedi aniden, tıslar gibi bir sesle ve yüzü yine ateşe dönük.
 "Ne..?" dedi kuması, saatlerdir  ağzından iyi ya da kötü tek kelime alamadığı Hürü’nün tam olarak ne dediğini anlamaya çalışarak. 
"Kaçacağız demedin mi?"
 Sonunu kestiremediği bu konuşmadan kaygılı ama aynı zamanda artık Hürü’nün kendisiyle konuşmaya karar vermiş olmasından duyduğu rahatlamayla bir çırpıda, "Yarın akşam." dedi. Derin bir nefes aldı… "Ahmet’in Ankara’da bir askerlik arkadaşı varmış. Ev ayarlamış bize. Çalıştığı yerde de iş…"
 Dudağının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi Hürü’nün. "Her şey de hazır öyle mi?"
 "Öyle ablam... Hazır…"  

***
Akşam kocası eve geldiğinde, "Anam haber salmış çocukları çok özledim diye. Bizi kasabaya götürsen, bir iki gün kalsak…" dedi kocasına. Uzun süredir hiç olmadığı kadar sevecen, yumuşak bir ses tonuyla. Geri döndüğünden beri sürekli surat asan, homur homur homurdanan, yanına yaklaşamadığı Hürü’nün bu isteğini geri çevirmek işine gelmedi kocasının. İnadını bilirdi. Tam yumuşamışken kocasının onu tekrar küstürmek istemeyeceğini de Hürü iyi biliyordu. 
"Bu ne olacak? Yalnız kalamaz."  dedi adam başıyla genç kadını işaret ederek… Durup dururken Hürü’nün neden kasabaya gitmek istediğini anlayan kuması minnet dolu gözlerle baktı ona.  
"Anam kalır benim yanımda... Siz gidin..."  diye atıldı heyecandan kalbi ağzında atarak... 

***
Kasabaya geldiklerinin ikinci günü erkek kardeşlerini karşısına aldı Hürü ve artık kocasıyla yaşayamayacağını, köye dönmemeye kesin kararlı olduğunu, eğer ona destek olmazlarsa dört çocuğunu da alıp buralardan çekip gideceğini, izini kaybettireceğini söyledi.
 Dimdik ayakta kalıp çocuklarına kendisinin bakabileceğine, köyde çocuklarını okutma şansının bile olmadığına, oysa okumalarını ne kadar çok istediğine ikna etti onları. Geçen sefer kocasını terk ettiğinde olmamıştı, başaramamıştı. Ama şimdi çok daha güçlü ve tüm zorluklara karşı durmaya hazırlıklıydı. Yapabilirdi...  Aksini  düşünmüyordu bile artık…

" Şu sünepe bile neleri göze aldı sevdiğine kavuşmak için. Ben neden başaramayacak mışım? " diye düşündü kendi kendine. Omuzlarını dikleştirdi, "Hadi çocuklar uyku vakti, yatağa..." dedi. 

Büyük kızı gülümseyen Annesinin huzurlu yüzüne baktı. Nasıl da güzel oluyordu Annesi gülerken...

 ***
Önce biraz tatlı dille, sonra biraz tehdit ve o da olmayınca birazcık da zor kullanarak gönderdiler köye Hürü’nün  kocasını. Tek başına… 
Adam köyün girişinde almıştı diğer  karısının da başka bir erkekle kaçtığı haberini…

SON

nurten y taraç

22.04.2010

17 Nisan 2010 Cumartesi

HÜRÜ KADIN ( 5 )



Hürü bir ağacın arkasına sinmiş, nefesini tutmuş, gözlerini kırpmadan yamaçtaki koca çamın altında sarmaş dolaş oturan iki gence bakıyordu gizlice. Öfke, şaşkınlık ve korkuyla karışık duygular içindeydi…

Kumasını hiç böyle gülerken görmemişti. O sessiz,  durgun hatta sünepe halinden eser yoktu. Bambaşka birisi oluvermişti kadın. 'Ne kadar mutlu...' diye düşündü...  Gözlerindeki ışıltıyı bulunduğu yerden görebiliyordu sanki. Ya delikanlı... Narin bir çiçeği okşar gibi okşuyordu genç kadının saçlarını. Bu dünyadan çok uzak, apayrı bir alemde yalnızca ikisi var gibiydiler. Ne yapacağını bilemeden, birbirinin gözlerinin içine bakan iki genci izledi sessizce.

Delikanlı genç kadınla bir süre de ayakta, el ele, fısır fısır konuştuktan sonra vedalaşıp, koşarak uzaklaştı. Hürü saklandığı ağacın arkasından çıkıp bir panter gibi 
atladı; yazmasını bağlayıp, üstünü başını çırpıştırarak düzeltmeye çalışan kumasının üstüne.

 "Seni şırfıntı seni! Yürü..." diyerek  kolundan yakaladığı gibi peşinden yokuş aşağı sürüklemeye başladı. Neye uğradığını şaşıran kuması bir taraftan ağlıyor, bir taraftan yalvarıyordu. 

"Ablam kurban olayım, biraz dur. Bir anlatayım. Bildiğin gibi değil. Kötü bir şey yapmadım ben."
 "Kocan olacak o p… anlatırsın yürü." 
Kadını peşi sıra sürüklerken bir yandan da, kaderine, başına gelenlere söylenip isyan ediyordu. Derenin kenarına geldiklerinde soluk soluğa kalan Hürü duraksadı. Derin bir nefes aldı. Elini beline koyup, ağlamaya devam eden kumasına baktı gözlerinden ateş saçarak. 
"Kes artık ağlamayı. Utanmıyorsun değil mi?" dedi. 
"Gözünü seveyim ablam, bir otur şuraya. Anlatırsan öldürür beni o herif. Babamın evine yollasa, babam öldürür."

 Hürü eteklerini toplayıp bir taşın üstüne bıraktı kendini. Yüreği göğüs kafesini parçalayacakmış gibi atıyordu soluk alıp verirken. Kendine gelip, sakinleşene kadar karşı kıyıdaki sazlıkların, ağaçların derenin üstüne uzanan gölgelerine dikti gözlerini. İki kadının ruhunda kopan fırtınalara tezat bir dinginlikle akıp gidiyordu nehir. Sonunda denizine kavuşacaktı, biliyordu... Hiç acelesi yoktu. Ya da buhar olup karışacaktı bulutlara. Farklı bir şey yapması gerekmiyordu, akmaktan başka...

Öylece hiç kımıldamadan oturdu uzun süre Hürü. Baş ucunda ürkek, dal gibi titreyip duran kuması da oturdu neden sonra dizinin dibine. Başını yerden kaldırmadan, başladı anlatmaya. 
"Ben... Senin bu kocana gönül rızasıyla varmadım abla. Babam zorla verdi. Ben Ahmet’i çok önceden beri seviyorum." 
 Hürü öfkeyle, "Tuu! Utanmaz... Seviyormuş."
" Askere gitmeden önce kavilleştik, dönünce beni isteyecekti." diye devam etti duymazdan gelerek. 
"Ondan başkasına yar olmayacağıma yemin etmiştim giderken ama senin kocan olacak it, orada burada yolumu çevirip beni babamdan isteyeceğini söylüyordu. Nereye gitsem peşime düşer oldu. Senin bir şeyden haberin yok. Fadik Teyze’ye, benim O'nda gönlüm olduğunu söyletmiş Babama. Yalan... Anama, yalan söylüyor, benim gönlüm Ahmet’te desem de lafımı dinletemedim… Biliyorsun ağzı iyi laf yapar kör olasıcanın. Babamı kandırdı. Sulaktaki tarlayı da başlık parası olarak verince Babam ne gözümün yaşına, ne öldürürüm kendimi tehditlerime aldırmadı bile. Zorla, bu babam olacak yaştaki adama sattı beni. Senin canın ne kadar yandıysa, ben o eve gelin gelince benim canım da o kadar yandı Abla. Ya Ahmet... O'nun canı hiç yanmadı mı sanırsın. Askerden geldiğinde, ben senden geçmem kaçıracağım dediydi ama hamileydim yüz vermedim. Ben evliyim artık. Bırak peşimi dedim. Mendebur herif  o gece beni dövdüğünde çocuğumu düşürdüğümü duymuş Ahmet… Kaçmaya karar verdik Abla. Engel olma. Biz sevdalıyız birbirimize..."  
Hürü’nün önünde diz çöktü genç kadın. Gözlerini gözlerine dikti. Sicim gibi yaşlar döküyordu. 
"Sen de bilirsin sevdalanmak nasıl bir şeydir. Ananı Babanı hiçe saymış kaçmışsın buna." 
"Hıh!" dedi Hürü "Kaçtım da iyi halt ettim. Hem… Daha çocuktum ben, biliyor muydum neyin ne olduğunu sanki..."
 "Şu haline bak be ablam... Daha otuzunda bile değilsin. Suratın kurak tarlaya dönmüş. Daha kendin bebeyken elin iki tane bebesini büyütmüşsün, dört tane de kendinin… Ben de mi gireyim kara toprağa yaşarken..?"

Ani bir hareketle yerinden kalktı Hürü, “yürü” dedi, sakin incinmiş bir ses tonuyla... İki kadın hiç konuşmadan başları önde yanyana geldiler köye…

nurten y tartaç

17.04.2010

DEVAMI VAR…

15 Nisan 2010 Perşembe

HÜRÜ KADIN ( 4 )







Çocuklar gaz lambasının titrek ışığından duvara yansıyan, ışığın azalıp artmasıyla oynaşan gölgeleri yakalamaya çalışıyorlardı. Ellerini değişik şekillere sokarak değişik gölge oyunları yapıyor, gölgeleri ya kanat çırpan bir kuşa ya bir kediye ya da başka bir şeye benzetip kıkır kıkır gülüşerek kendi aralarında eğleniyorlardı, büyükler her biri bir tarafta suratlarını sarkıtmış, sessizce otururlarken.

Kocası kumasıyla odalarına çekildikten sonra Hürü kendisi ve çocukları için yer yatağı hazırladı. Onları yatırıp lambanın ışığını iyice kıstı. Tam yatağına girmişti ki, odadan gelen seslerle irkildi. Genç kadının feryatları artınca, yataklarından korkuyla doğrulan çocuklarına bir el hareketiyle yatmalarını işaret edip odaya daldı. Hamile kadını tekme tokat döven kocasının üstüne atıldı hışımla. İncecik elleriyle vurdu da birkaç kez ama aldığı darbenin şiddetiyle odanın bir köşesine savruldu o da. Adam iyice hırsını aldıktan sonra, ağzından köpükler saça saça küfrederek kapıyı çarpıp çıktı gitti gecenin karanlığında.

Hürü kumasını yerden kaldırdı. Koluna girerek balkona çıkardı ve ibrikten su dökerek, yüzünü yıkamasına yardım etti... Öylece bir süre oturdular balkonda. Köpek ulumaları ve arada bir, bir kurbağanın vıraklamasının geceyi yırtan sesine sessiz hıçkırıkları karışıyordu iki kadının. Gökyüzünde bir tek yıldızın olmadığı zifiri karanlığa bıraktılar kendilerini.

Kadın sancılar içinde kıvrandı durdu o gece. Ertesi gün köyün ebesini çağırdılar ama yapılacak bir şey kalmamıştı. Genç kadın bebeğini kaybetti. Adamsa hiçbir şey olmamış gibi sırıta sırıta geldi akşama doğru. Mindere bağdaş kurup oturdu. "Karnım aç, yemek hazırlayın.” dedi…

***

Hürü bir süredir kumasında anlam veremediği bir değişiklik gözlemliyordu. Kadın duvardaki kırık aynanın karşısına geçiyor, kimsenin görmeyeceği siyah uzun saçlarını dakikalarca tarayıp, örgü yapıyor sonra yazmasını özenle bağlayıp, uzun uzun kendini seyrediyordu. Evde su biter bitmez testileri kaptığı gibi köyün pınarına koşuyordu. Eskiden hiç sevmediği tarlada çalışanlara yiyecek (azık) götürme işini bile zevkle üstleniyordu. Yanakları al al, gözleri ışıl ışıl olmuş, pek güzelleşmişti son zamanlarda.

Kadın o gün de tarlaya, çalışanlara azık götürmek için hazırlanıyordu. Düğüne gidercesine özenle saçlarını taradı, yazmasını itinayla bağladı başına. Hürü'nün "Çocuklardan biri gelsin seninle...” ısrarlarını ustaca geri çevirip aceleyle çıktı evden. İyice kuşkulanmıştı Hürü. Küçük kızını ablasına emanet edip peşine takıldı kumasının.

Ağaçların arasından dans edercesine süzülerek, dereden karşı kıyıya geçmek için sıra sıra dizilmiş kayalara basa basa, sekerek geçti karşıya kuması. Hürü görünmemek için otların arasına, ağaçların arkasına sinerek sessizce ve uzaktan takip ediyordu onu. Genç kadın, patika yola çıktıktan sonra tarlalara giden yola değil de, tepedeki sık ağaçlığa yöneldi… Hürü tepeye vardığında, bir ağacın altında kuması ve bir delikanlıyı el ele, diz dize otururlarken gördü. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Bağırmamak için elleriyle ağzını kapattı. Ağzı bir karış açık öylece kalakaldı olduğu yerde. Ne yapmalıydı şimdi..? Saçlarından yakalasa, sürükleye sürükleye köye getirse,"al!" dese kocasına "Üstüme getirdiğin kumanın yediği haltı gör.” dese…

Delikanlı kadının başından yazmayı sıyırdı aldı. Saçlarını okşamaya başladı sevgiyle. Hırsla ileri atılacaktı ki duraksadı Hürü.

nurten y tartaç

15.02.2010

DEVAMI VAR…

13 Nisan 2010 Salı

HÜRÜ KADIN ( 3 )



Koca bir boşluk vardı içinde nicedir. Gittikçe büyüyen, büyüdükçe derin, karanlık dehlizlere dönüşen ve her çırpınışta onu daha da dibe çeken koca bir boşluk... Bir tarafı isyankar, bir tarafı çaresiz boyun eğen kadının yüzünde genç yaşta, yaşlı çizgiler belirmişti çoktan…


Kocasını ilk görüp gönül verdiğinde...Gönül vermiş miydi gerçekten..? Emin değildi. Çocuktu daha. Belki böyle bir şey değildi sevdalanmak da, o kalbindeki kıpırtıyı, onu gördüğünde yüzüne kan üşüşmesini sevda sanmıştı. Belki kısacık hayatında duyduğu ilk güzel bir kaç kelime sürüklemişti onu bu cehenneme.

" Olmaz!" demişti ailesi oysa. " Koca adam. Üstelik iki tane de çocuğu var. Sen kendin çocuksun daha…"

Henüz on üçünde ama yaşıtlarından daha uzun, gösterişli, güzel bir kızdı Hürü. Ailesinin tüm baskılarına, karşı koymalarına rağmen bir gece bohçasını kapıp kaçtı bu ağzı laf yapan yakışıklı adama. On üç yaşında küçük bir kızken bir anda iki çocuk annesi bir kadın olmuştu. Çabuk söndü gönlünde sevda ateşi. Kocası ilk kez hoyrat, nobran yüzünü gösterdiğinde. Belki ilk gün.

***

Balkonda tahta parmaklıklara dayanıp oturmuş, evlerine kavuşmanın neşesi içinde koşuşturan küçük oğluna bakıyordu Hürü dalgın, dolu dolu gözlerle. Çocuk elindeki sopayla yine horozun peşine düşmüş, oradan oraya kovalayıp duruyordu zavallı hayvanı, hep yaptığı gibi. Büyük kızı karşısına oturmuş ağlamaklı gözlerini Annesinin hüzünlü suratına dikmiş, bir şey sormaya korkan ama olup bitenin farkında olduğunu belirten bir ifadeyle, suratını asmış, dudağını sarkıtmış öylece hareketsiz duruyordu. Hürü’nün kucağında henüz bir yaşındaki küçük kızı meme emerken uyuyakalmıştı.

Evin taş merdivenlerinden,"Hürü Ablamm! Geldiğini duyar duymaz koştum." diyerek çıkmakta olan üvey kızının heyecanlı sesiyle kendine geldi. Sarılıp ağlaştılar. Aralarında yalnızca yedi - sekiz yaş fark vardı. Kocasının iki çocuğuna annelik yapmaya başladığında kendisi de henüz çocuk yaşta olduğundan, kardeşleri gibi görmüştü üvey çocuklarını. Birlikte büyümüşler, arkadaş, sırdaş olmuşlardı. Zamanı geldiğinde de evlendirmişti onları.

Kuması usulca seslendi kapının ağzından "Abla yemek hazır, karnınız acıkmıştır."

Kadının yere serdiği örtünün üstündeki geniş bakır tabağın içindeki bulgur pilavının etrafına oturdu çoluk çocuk. Yufka ekmekten kopardıkları parçaları kaşık gibi yaparak daldırdılar aynı kaba, aynı kaderi paylaşan çocuklar ve kadınlar.

nurten y tartaç


13 04 2010

Devamı var…

10 Nisan 2010 Cumartesi

HÜRÜ KADIN ( 2 )






Hürü bir süredir yatağa mahkum olan komşu kadının evine gitmişti yine o gün de çamaşırlarını yıkamak için. 



***

( Ufak bir açıklama: Öykü 1940 ların başında geçiyor. 1940 lı yıllarda bırakın Anadolu'nun bu küçük kasabasını, Türkiye bile çamaşır makinesiyle tanışmamıştı henüz. Birisi çıkıp gün gelecek çamaşırları makine yıkayacak deseydi o yıllarda, deli damgası yerdi herhalde. Çamaşır yıkamak bütün günü alan ve uzun uğraş gerektiren bir işlemdi. Ben de 60 lı yıllarda küçük bir çocuk olarak, çamaşırların elde yıkandığı o yılları hatırlarım. Oysa bugün milattan öncesiymiş gibi geliyor... :) )



***

Bahçede üç ayaklı, üçgen demir çubuktan yükseltinin (sacayağı) altına odunları yığarak ateş yaktı önce. Bir kenarda hazırladığı çamurla ateşin isinden kararmasın diye çamaşır kazanının dışını bir güzel sıvadı. İyice harlanmış ocağın üstüne koyduğu kazanı, kuyudan çektiği suyla doldurdu. Dağ gibi yığdığı çamaşırları renklerine göre ayırdı. Önce beyazları çamaşır leğenine koydu. Uzun eteğinin ucunu toplayıp beline soktu. Kollarını sıvadı, sonra oturdu leğenin önüne. Kazandan aldığı sıcak suyla leğendeki çamaşırları iyice ıslatıp sabunladıktan sonra, başladı tek tek çitilemeye. Yeterince temizlediğinden emin olduklarını, çamaşır sodası da ilave ettiği kaynamakta olan suya bastırdı. Bir süre kaynattıktan sonra kazandan çıkardı ve yanı başındaki dikdörtgen biçiminde, eğimli yerleştirilmiş çamaşır taşının üstüne koydu. Eline aldığı tokaçla ( Uzun saplı yassı kalın tahta.) çamaşırların bir o tarafını bir bu tarafını iyice dövüp, yine leğene koydu. Soğuk suyla birkaç su değiştirerek duruladı. Aynı işlemi kaynatma işlemi hariç renkli çamaşırlarda da tekrarladı. Bahçedeki ağaçlar arasına birkaç sıra halinde gerilmiş iplere çırparak asmaya başlamıştı, evin beyinin soluğunu ensesinde hissettiğinde…

"Abi! Ne yapıyorsun?" diyebildi yalnızca. Bağırmak istedi. Sesi çıkmıyordu. Dili ağzının içinde şişmiş gibiydi. Kalbi göğüs kafesini zorluyor, çıkmak için çırpınıyordu sanki. Kulakları uğulduyordu. Beline dolanmış elleri tırmalamaya başladı çaresizce.


"Ne debelenip duruyorsun kız..?" tıslar gibi bir sesle, soluk soluğa konuşuyordu adam. " Bak, çoluğunla çocuğunla perişansın ananın yanında. Bir elin yağda bir elin balda yaşatırım seni. Ne var bunda kız..? Ben de erkeğim. Bana da yazık değil mi ? Görüyorsun ablanın halini... Kıpraşma o... düzgün bir şey olsan kocan atmazdı başından. Nazlanmaa..!"

Gözleri karardı Hürü'nün Biraz önce ipe serdiği çarşaflara dolanarak yere düşerken, gözüne çamaşır tokacı ilişti. Son ve ümitsiz bir gayretle yakaladı ve tüm gücünü toplayıp adamın kafasına indirdi ağır tahtayı...

***
Yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlatmamıştı ama anlattığı kadarı bile yetmişti. "Ablanın kocası evdeyken rahatsız oluyorum. Bir daha temizliğe gitmeyeceğim oraya..." demişti. Aile meclisi kurulmuş, Hürü’nün kocasına dönmesine karar verilmişti.

" Dul kadına iyi gözle bakılmaz. Adın o… ya çıkacak. Gençsin, yarın öbür gün başına kötü bir şey gelecek. Başımızı belaya sokacaksın. Kocana, evine döneceksin.” demişlerdi. Dik kafalı, dediğim dedikti Hürü ama çocukları vardı, onları düşünmesi gerekiyordu. Artık kimseye çalışmaya da gidemezdi. Çok korkmuştu. Çaresiz geri döndü.

" Sana geri geleceksin demiştim, nasılmış..? Çocukları da sefil ettin onun bunun yanında." diye sırıtıyordu kocası. Yemekten kalkıp ağzının kenarındaki yağları elinin tersiyle silerek yanı başında dikilmişti. Yer sofrasındaki babalarından kalan yemek artıklarını didiklemeye başlamıştı bile çocuklar.

" Hıh!" diye öfkeyle omuz silkti Hürü.
Eliyle kapının kenarında, başı önünde, süklüm püklüm duran kumasını göstererek;

" O kadın bu evden gitmezse gene giderim.” diye bağırıyordu, suratına inen tokatın şiddetinden yere yığılmadan önce. Kapıyı çarpıp giden kocasının arkasından ağzına gelen küfrü, bedduayı sıralayarak, dövüne dövüne ağlarken, yerden kalkması için ona elini uzatan kumasını gördü...Ters ters, gözlerinden ateşler saçarak baktı kadına.

" Abla hamileyim. Nereye gideceğim? " dedi kadın ürkek, kısık bir sesle. İçinde bir şeyler koptu sanki Hürü’nün. Boğazı düğümlendi. Kızmak, bağırmak, hatta saçını başını yolmak istedi kadının. Sustu… Elinin tersiyle gözlerini, yazmasıyla burnunu sildi. Kendine uzatılan eli tutarak ayağa kalktı…

nurten y tartaç

( 10.04.2010 )


Devamı var…

9 Nisan 2010 Cuma

Bir, Evimin Soyulmadığı Kalmıştı :(((

 

 

Şimdi, blogumu sürekli takip eden arkadaşlarım diyecek ki,   “mıknatıs gibi çekiyorsun, her bela da seni buluyor”

 

 Kabus gibiDolandırıcıma   postlarımdaki gibi…   “E haklılar buluyor valla ne diyebilirim..?”

 

Cenazeye gitmiştik çarşamba  günü, sadece iki buçuk saat yoktuk evde.

 

 

Döndüğümüzde,  kapıyı  açmak isterken kilit yuvası elimize geldi.  Alttaki ikinci kilidi açmak istediğimizde de oldu aynısı .

 

 

“Hırsız  uğraşmış ama açamamış, bir ses duydu kaçtı herhalde”  diye düşündük.  Kapı kilitliydi ve  herhangi  bir zorlama izi  de yoktu çünkü.   Yönetime haber  verelim sonra da   çilingir çağırıp açtıralım dedik.   Bu arada; biz güvenlik görevlisi olan bir sitede oturuyoruz güya…

 

 

“Polis çağırmamız gerekiyor, girmiş olabilirler” dedi yönetimdekiler.  Bir saatten fazla kapının önünde polisin gelmesini bekledik. Polis gelince, çilingir kapıyı açtı.

 

 

O ana kadar hala, girmiş olabileceğini kabul etmiyordum.  Öyle ya;   kapıda herhangi  bir iz yok,   hem neden geri kilitlesinler ki kaçarken…

 

 

 

SDC11399

 

 

 

Öyle değilmiş işte.  Artık kapıyı zorlamak falan gerekmiyormuş tertemiz çalışıyorlarmış (!) Kilit yuvasını yerinden çıkarıyor, sonra  da, küçük bir maymuncukla açıveriyorlarmış.  Giderken de saygılarından olsa gerek, kapıyı tekrar kilitliyorlarmış.  Hırsız  girmesin diye herhalde (!)

 

 

Kapı açıldığında,  antrede yere atılmış paltoyu gördüğümde şok geçirdim. Bir süre kapının önünde öylece kalakaldım.

 

 

Mutfak ve salon hariç  (salonda sadece bir çekmece ve bir dolabı karıştırmış. ) evde karıştırıp dağıtmadık yer bırakmamışlar.  Mert’in odasındaki kitaplık bile dağıtılmıştı,  Alper’in odasında  gardrobu karıştırmışlar.

 

 

Yatak odamızda   gördüğüm manzara dehşet vericiydi.  Açılmadık dolap, yerlere fırlatılmamış hiç  bir eşya  kalmamıştı. Herbir çekmece yerinden çıkarılmış içi yerlere saçılmıştı.  Önemli evrak ve belgeleri dosyalarından çıkarıp herbirini başka bir tarafa atmışlar.  Neler hissettiğimi anlatamam…

 

 

Polislerin dediğine göre; eğer altın ya  da başka  kıymetli ziynet bulsalarmış bu kadar dağıtmazlarmış. Bulamayınca, sinirlenenip  bu hale getiriyorlarmış.

 

 

Yalnızca beş altı tane altın zincir ucuyla iki yüzük bulabilmişler ziynet olarak, neyse ki. İmitasyon takı çekmecemi yere boşaltmışlar, onlara tenezzül etmemişler tabii ama onların arasındaki zinciri gözden kaçırmışlar.

 

 

Yeni aldığımız, 22 inch bilgisayar monitörü ve  en çok üzüldüğümüz de, üniversitede okuyan  bir kız öğrenciye vereceğimiz laptopu çalmışlar.

 

 

Önce polisler tutanak tuttu ve hiçbir şeye elimizi sürmememizi, olay yeri inceleme ekibi geleceğini  söyleyip gittiler.

 

 

Yaklaşık iki saat sonra olay yeri inceleme ekibi geldi. Bizim parmak izlerimizi aldı. Bazı eşyalarda da parmak izi tespit etmek için inceleme yaptı.

 

 

 SDC11409 

 

 

 

SDC11411

 

 

Onlar da gittikten sonra karakola gittik.  Bir saat te orda,  ifade vermek için bekledik. Gece 10 da eve döndük.

 

 

Madur edilmiştik, incinmiş zarara uğramıştık, üstüne bir de saatlerce bürokratik işlemler için yorulduk.  Bunun dışında;  polisin, kibar anlayışlı güler yüzlü yaklaşımını belirtmeden geçemeyeceğim…

 

 

Beni en çok ne yaraladı biliyor musunuz..?  Çalınan eşyalarımız nedeniyle uğradığımız zararın çok çok ötesinde;  kendimi en güvencede hissettiğim yere, evime, yabancı birilerinin,  rızasız hoyratça girmiş ve en özelime, en mahremime tecavüz etmiş olması…  İşte bunu hazmedemiyorum…

6 Nisan 2010 Salı

HÜRÜ KADIN




Güneşin iyice ısıttığı kerpiç duvara sırtını dayayarak çömelmişti. Belki yüzünü güneşten korumak için belki de beynine üşüşen sorunlarına çözüm ararken destek olsun diye dirseğini dizine dayamış, elini alnına koymuş oturuyordu genç kadın. Kerpiç duvarın yumrularından rahatsız olan sıska sırtının kemiklerini rahatlatmak için pozisyonunu bozmadan, arada bir iki minik hareketle kıpırdanıyordu yalnızca. Uzun süre böylece oturdu olduğu yerde. Arada bir yeşil gözlerinden kara bir bulut geçiyor, bu bulutun gölgesi kemikli, ince yüzüne düşürüyordu. Bu ılık bahar gününün kendinden beklenmedik sıcaklıktaki güneşiyle iliklerine kadar ısındığını hissetti. Neden sonra, çocukların içeriden gelen  feryat figan kavga sesleriyle irkilerek kendine geldi. Ve soğuk, güneş görmeyen, izbe evine girdi aceleyle.

Annesinin ve erkek kardeşinin de oturduğu, aynı avlunun içindeki bu karanlık, bir odası ve aynı zamanda mutfak olarak da kullanılan bir antresi olan, iki göz ‘ev’ de oturuyordu, dört çocuğu ile Hürü.

***

Kuma getirmişti üstüne köyde kocası. “Hayır!” demişti Hürü “Durmam kumayla...” Toplamış bohçasını, almış yanına boy boy dört yavrusunu, kasabaya Anasının yanına gelmiş sığınmıştı. Ne bir işi ne de başka bir güvencesi vardı. Ama olmazdı, yapamazdı... Kadınlık gururu kabul etmedi kumayı ve kumayla paylaşacağı bir kocayı. Döner sandı kocası. Başka ne yapabilirdi ki..? Ne gücü vardı, neye güvenerek baş kaldırıyordu bu kadın..?  Kaç gün sığardı anasının yanına. “İt gibi kuyruğunu kıstırarak döneceksin nasıl olsa. Git bakalım…” demişti…

 Hemen pılısını pırtısını toplayıp terk etmemişti evini elbette Hürü. Direndi önce. Konuştu olmadı. Bağırdı, kavga çıkardı olmadı. Dayak yedi her isyanında. Oturdu bir köşeye ağladı kendi kendine kadere isyan ederek. Bir köşede o ağladı, bir köşede kuması. Zorla vermişti onu da babası evli ve yaşlı bu adama kuma olarak. O da ağlayıp duruyordu sessiz sessiz.

***

“Kader...” demişti Hürü’nün Annesi.  “Ne yapalım, paylaşırız ekmeğimizi, aşımızı…” Ama beş boğaz artmıştı yaşlı kadının başında. Ne kazancı vardı ki, ne kadar destek olabilirdi kızına..?  Kardeşi desen... Beş çocuk da onda vardı. Kendi ailesine zor bakıyordu, kaldı ki Hürü ve çocukları…

Aylarca yarı aç yarı tok yaşadılar. Akrabaların arada bir gönüllerinden koparak verdikleri ufacık desteklerle ailesini ayakta tutamazdı. 

Bir süre sonra konu komşunun işlerine yardım etmeye başladı Hürü. 
 O tarihlerde insanlar evlerini temizletmek için kadın çağırmazlardı. Buna gerek yoktu. Kimsenin şimdiki gibi ağır mobilyaları, halıları, dolapları falan yoktu çünkü. İki sedir, birkaç kilim, mutfakta bir tel dolap, rafta üç beş tabak olurdu evlerde. Zenginle fakir arasındaki uçurum da şimdiki kadar derin değildi. Hayatlar mütevaziydi. Burası ufacık bir kasabaydı zaten ve köy yaşantısından pek farkı yoktu buradaki yaşantının da. Evlerinin yakınındaki bağ ya da sebze bahçesi olan komşulara çapa yapmaya gidiyordu arada Hürü. Aynı mahallede çocukları olmayan bir karı koca vardı. Kadın yıllardır hastaydı ve bir süre önce de yatalak olmuştu. Bazı günler onun ev işlerine yardım ediyordu bir de. Gün sonunda avucuna sıkıştırdıkları parayla çocuklarını doyurmaya çalışıyordu…


nurten y tartaç

( 06.04.2010 )

DEVAMI VAR…

4 Nisan 2010 Pazar

Bir İlkbahar Günü

 

Pırıl pırıl güneşli bir güne uyandık bugün.  Çimlerin üzerine halı gibi yayılmış sarı papatyalar bile, daha bir parlaktı sanki.

 

 

Nicedir, Edi’ yle Büdü kalmışız evde, çoluk yok çocuk yok.  E öyle evde yapılacak pek birşey de yok.  Ofladım pofladım, tv izleyeyim diye kanalları  zapladım durdum bir süre.  Hatta iki el tavla da oynadım Merih’le (yendi tabii beni :()   ı ıh duramıyacağım içerde.  “Hadi”  dedim  “sıkıldım şöylee uzanalım kırlara.”

 

 

Aldık suyumuzu kuruyemişimizi bir de gazetemizi, düştük yollara.  E Ankara burası, öyle hemencecik yemyeşil, dinlenip piknik yapacak bir alan yok yakınlarda.  Kilometrelerce gittik gönlümüzce bir yer bulmak için. Aşağıdaki ağaçları gördüğümüzde “işte” dedik  “burası” açtık masamızı, sandalyelerimizi yemyeşil çimenlerin üzerine,  bıraktık kendimizi doğanın kucağına… 

 

 

Kuşlarda bir coşku bir heyecan.  Şarkılar söylediler tepemizdeki dallarda, bir biri bir öteki. Yumduk gözlerimizi, dinledik, hem kuş seslerini,  hem doğanın sesini.

 

 

  Ya ağaçlar… Gelinlik giymiş kızlar gibiydiler.  Zarif, bembeyaz...

 

SDC11375

 

 

 

 

SDC11380

 

 

 

SDC11381

3 Nisan 2010 Cumartesi

KİŞİSEL BLOG ÖDÜLÜ

 

image

 

 

 

Değerli blog arkadaşım  HAYKIRIŞ,   emek vererek, özenle hazırladığı bu güzel ödülü bana da vermiş.

 

İşlerimin yoğunluğu nedeniyle, bu aralar, dost blogları sık ziyaret edemediğim için ödülümü geç farkettim,  özür dilerim.

 

Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Bu manevi değeri büyük ödüle çok çok teşekkürler.

 

Sevgili arkadaşım Haykırış’a  ve ailesine  sevgi ve  saygılarımla…