30 Haziran 2009 Salı

BİR ANI…





  Hışımla girdi içeri Kemal. Doğruca Anneannemin yanına gitti. 

"Aşkolsun Anneanne! Namusumu iki paralık ettin."

 Anneannem yine bağdaş kurmuş, kollarını önünde çapraz bağlamış oturuyordu garibim, kanepede. 

 " Ben ne yapmışım?"  Çakır gözlerini kocaman açmış, yumuk yumuk, yumuşacık yanaklarını titreterek Kemal’e bakıyordu endişeyle. Ne yaptığından habersiz.

 " Şerefimi iki paralık ettin Anneanne." dedi gene.  Gayet ciddi,  güya öfkeli bir sesle. Kadıncağız hala şaşkın şaşkın bakıyor.

Biz anladık tabi. Gene bir hinlik peşinde. Annem bir taraftan yalvarıyor.  

"Oğlum yapma..! Ciddiye alıyor. İnanıyor zavallı."  

 Ben hem kıkır kıkır gülüyor hem de Anneannemi üzdüğü için kızıyorum  kardeşim'e. Bir taraftan da meraktan ölüyorum, yine ne yumurtlayacak diye. Hep yapar böyle şeyler. Bayılır Anneanneme takılmaya. Her seferinde de annem yalvarır Anneanneme.

"Anneciğim şaka yapıyor işte. Bir türlü alışamadın. Hep inanıyorsun."

 "Yalan mı söyleyecek koskoca oğlan..?" derdi zavallı Anneanneciğim.  Bir türlü şaka yaptığına inandıramazdık.

 Bu kadar yaşlanmadan önce de biri yanında bir şey söylese, en olmadık ortamda pat diye;

 " Bilmem kim de sana böyle demişti... "  der çıkardı işin içinden.  Annem ortalığa dökülüp saçılan pirincin taşını ayıklayacağım diye epey bir uğraş verirdi.  

" Niye böyle yapıyorsun Anne, onların yanında böyle konuşulur mu?" dese,

" E  kız yalan mı söyleyim ?" derdi en masumane ifadesiyle, çakır gözlerini çipil çipil kırpıştırarak. Yalan söylememek demek, ne olduysa söylemek anlamına geliyordu onun mantığına göre. Yani sussa, bişiicik demese olmazdı. İşte bu düşünce sisteminden olsa gerek, Kemal’in de yalan söyleyeceği ya da şaka yapıyor olması ihtimalini hiç aklına getirmezdi.

 Kemal Hala köpürüyor, "Namusum da namusum..." diye, ben meraktan çıldırıyorum, " Konu ne ola ki..? " diye. Annemse kıpkırmızı olmuş yalvarıyor oğluna, "Yapma..! Üzme..!" diye.
       
 Anneannem; "Oolum valla bir şey yapmadım... " diye suçsuzluğu üzerine yeminler ediyor.

 Kemal; " Ya sen biraz önce balkonda değil miydin..?"

Hah! Şimdi anlaşılıyor... Eve gelirken Anneannemi görmüş balkonda demek ki. Ve hemen bir senaryo hazırlamış olmalı. Beşinci kata çıkana kadar.

Anneannem; "Ee balkondaydım, noolmuş..?"

 Kemal; " Hah işte!  Sen öyle balkonda edalı edalı sağa sola bakınırken aşağıda bir hacı amca seni görmüş beğenmiş. Gelirken yolumu çevirdi."

" Oğlum şu balkon sizinmiş. Öyle söylediler. 
" Evet ! "dedim. 
"Ben orada yaşlı güzel bir kadın gördüm. Pek beğendim. Neyin olur..?"
 " Anneannem..."  
" Ben ona talibim oğlum. Niyetim ciddi. Evlenmek istiyorum. Sen bilirsin, ocağına düştüm. Şu işe bir önayak olsan Allah rızası için dedi."
  Annemle yerlere yatıyoruz gülmekten. Annem bir taraftan da yine kıpkırmızı olmuş yalvarıyor. 

"Ne olur yapma oğlum, inanacak, üzülecek diyorum! "

  Anneannem bir bize, bir Kemal’e bakıyor.

" Ne diyo bu ooğlan böyle..?

 Annem: " Şaka yapıyor sana Anne."

  Kemel’e dönüyor. "Şaka yapıyomuşun işte, öyle diyo bak."

  Kemal; " Bak şimdi! Böyle bir konuda şaka mı olurmuş?  Hacı amca sana talip diyorum. Balkonda görmüş beğenmiş diyorum. Ee sen de ona bakmışsın işte."

   Anneannem: "Oğlum ben bir şey yapmadım. Ne bakacam elin herifine. "

  Kemal; "Ben anlamam. Hacı, Anneannen diyor başka bir şey demiyor."

 Annem; " Oğlum çık git şuradan. Yeter artık! "

Bana dönüyor canım Anneanneciğim; "Doğru mu söylüyor?"

 "Yalan... Şaka yapıyor Anneanne. "

"Koca oğlan niye yalan söylesin yaa?"

 Ne yapsak olmuyor. Anneanne’min lügatinde yok yalan. Sonu nereye varırsa varsın dümdüz doğruyu söyler ya kendisi.

 Biz yalvarırken yapma diye, Kemal hikayeye devam ediyor. 

" Hacı amcanın evi, yazlığı varmış. Sen ”He!” dersen seni HACCA da götürecekmiş.

 Hacca götürecek... Hacca... Eyvahh !!!  Yandık. Şimdi  Anneannemi ikna imkanı tamamen yok oldu.

Hayatı boyunca hacca gitmek istemiş, olmamış bir türlü. O da bunu biliyor ya, özellikle bastı bu en hassas noktaya vicdansız :)

 Tabii Kemal konuyu soğutmuyor günlerce.

 "Gene kesti yolumu hacı."
 " Oğlum şu işimizi hayrına yapıver. Altına bir araba çekmezsem..." Biz artık Anneannemi şaka, yalan olduğuna ikna çabalarımızdan bıkıp vazgeçtik.  Hacı bir kere " Hacca götüreceğim. " demişti. (güya) Yalan olduğuna inandırmak ne mümkündü.

Günlerce ara ara balkona çıkıp etrafa bakındı. Canım Anneanneciğim. " Kimimiş kız bu hacı..?" diye.  Aradan epeyce bir zaman geçmesi gerekmişti  konuyu unutması için.

 Bu  olay  olduğunda 78 - 80 yaşında falandı Anneannem.   Alzheimer (bunama) başlamıştı hafiften. Normal düşünemiyordu. Sanırım O sadece ömrü boyunca hep istediği ama gerçekleşmeyen 'hacca gitmek' kısmına takılmıştı. Belki bu nedenle bu şakanın gerçek olduğuna inandırmıştı kendisini. Bilemiyorum.

  Belki de insan kaç yaşına gelirse gelsin sahiden de gönlü yaşlanmıyor. Kim bilir..?

     Artık yoklar... Ne Annem, ne Teyzem, ne halalarım, ne Anneannem. Babaannemi zaten hiç tanıyamadım, ben bebekken ölmüş. Bazen özlemleri dayanılmaz oluyor bırakıp gidenlerin ve öyle zamanlarda gülümseten anılara sığınıyorum… Avunuyorum.


n y tartaç



28 Haziran 2009 Pazar

İmdatt Kelebekk !!!

 

 

Evde birkaç gündür kelebek (?) avındayız. Kelebek dediysem bu bildiğimiz rengarenk sevimli narin kelebeklerden değil. Ne olduğunu biz de anlamadık.

 

Mutasyona uğramış, hormonlu güve de diyebiliriz. Zaten başlangıçta güve mi bu diye düşündük. Ama güve küçücük birşeydir bu onun sekiz on kat büyüğü. Sert (Işığın etrafında uçarken kendini ordan oraya çarpıyor ve çat çut sesler çıkarıyor.Burdan biliyoruz sert olduğunu) koyu renkli.  Kocaman ayakları ve anteni olan birşey.

 

   Her ihtimale karşı evdeki bütün dolap çekmece ne varsa boşaltıp havalandırdım. Kullanılmayan giyecekler, erzak dolabı elden geçti. Öyle güve oluşacak bir durum yok ortada.

 

Tam oturmuş şöyle bir keyif yapacağız başlıyor tepemizde serseri mayın gibi dolaşmaya. Yakalayıp atıyoruz , birazdan birtane daha başlıyor  çatur çutur ışığın etrafında uçuşmaya. Ne yapacağımızı bilemedik.

 

  Ankara’da Yazın, rahatça kapımızı penceremizi açar otururuz. Öyle sıcak bölgelerde olduğu gibi tel falan gerekmez. Sinek sivrisinek çok nadir görünür çünkü.  Ama şimdi sıkıca perdeleri kapatmadan kapı pencere açamıyoruz.  Ailece tırstık yani.  Evde herkes yatak odasının kapısını sıkı sıkı kapatır oldu, kelebek girecek korkusuyla.

 

  Ben bu da nerden çıktı şimdi  böyle diye düşünürken , bugün büyük oğlum arkadaşlarında da bu kelebeklerden (?)  olduğunu,  küçük oğlum da resim atölyesinde dört beş tane öldürdüklerini söyledi.  Kiminle konuşsam bunlardan şikayetçi.

 

Anlayacağınız, Ankara istila altında…

 

Sitede iki gündür yoğun ilaçlama yapılıyor. Umarım kurtuluruz bu kelebek-güve benzeri şeyden…

 

Bakın resmini koyuyorum aşağıya korkmakta haksız mıyız?

 

 

SDC10163

20 Haziran 2009 Cumartesi

Yaptıkların İçin Hiç Teşekkür Etmiş miydim Babam? Ya Da Yaptıklarım İçin Özür Dilemiş miydim Hiç..?

hasan_yigit


Sanmıştım ki sen hep olacaksın. Babamsın ya, mecbursun... Hep yanımda kalacaksın. Ben ne zaman güçsüz hissetsem yaslanacağım omuzlarına. Bana destek olacaksın.
Nereden bilirdim, daha 57 yaşında gideceksin aramızdan.
Bildiğim tüm doğrular tüm inançlar yeni baştan şekil almak zorundaydılar senin ardından...

***


Benim doğum günüm bugün diye, sınıf arkadaşlarımı eve çağırmıştım. Çağırmıştım ama evdekilerin haberi yoktu. Üstelik doğum günüm de değildi zaten. Doğum günüm Ocak ayında kış ortasında. Oysa şimdi mevsim yaza yaklaşıyordu. Nereden çıkarmıştım bilmiyorum. Yedi ya da sekiz yaşındaydım. Birinin doğum günüydü de ona mı heveslenmiştim? Hiç hatırlamıyorum… Sekiz on kişi vardı sanırım gelenler. Ağlamaya başlamıştım şimdi ne yapacağız? diye. Kimse gelmez diye mi düşünmüştüm acaba..? Babam ” Hadi çocuklar size bir masa hazırlayalım...” demişti. Onları da hazırlığa ortak ederek. Evimizin yanındaki meyve bahçesinin ortasına masa ve sandalyeler koymuş, hemen bakkala giderek bisküvi falan almıştı. O zamanlar şimdiki gibi çeşit çeşit pastalar, börekler bulunmazdı her istediğiniz anda. Bir mahalle bakkalı vardı. Orada ne varsa artık… Evde annemin aceleyle hazırladıklarıyla da, güzel bir doğum günü yapmıştık o gün.


Sana o gün teşekkür etmiş miydim Babam? Beni arkadaşlarımın yanında mahcup etmeyip , sanki gerçekten doğum günüm o günmüş gibi davrandığın için…


Annem yine acılar içinde kıvranıyordu. Teyzem ve anneannem vardı yanında . Üzüntüyle ve ne yapacaklarını bilmez bir durumda aralarında konuşuyorlardı “ Bu sefer daha şiddetli oldu ağrısı, ne yapmalı ki? ” falan diye. (Annemde, FMF- Akdeniz Ateşi - hastalığı vardı. Yıllarca bilememişlerdi ama. Şiddetli ağrılar içinde kıvranırdı sık sık. Üç dört gün sürer, sonra hiçbir şeyi kalmazdı.) Küçüktüm. Bu konuşmalar beni çok korkutmuştu. Bu sefer ölecek annem diye düşünmüş olmalıyım ki, gözyaşlarımı tutamadım. Kiler olarak kullandığımız gözden uzak bir odamız vardı. Ağladığımı kimse görmesin diye oraya koştum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Ellerimi gözlerimden çektiğimde babamı gördüm karşımda. Önümde diz çökmüş, öylece bana bakıyordu. Ellerimi tuttu, başımı göğsüne bastırdı. Ağlıyordu babam...  Babamı hep sert, güçlü görmeye alışmıştım. Böyle sarsıla sarsıla ağlarken görmek beni ürküttü. Korktum sanırım. Babamın yüzüne bakamıyordum. Hızla kaçtım odadan.


O gün çok üzülmüştün değil mi babam? Senden özür dilemiş miydim, acılarını deştiğim için..?


Annem hasta olduğu zamanlar ev işleri bana kalıyordu. Dersim çok da olsa, ya da sınavım olsa da durum değişmiyordu. Önce ev işlerini halletmem gerekiyordu. Tabii bir taraftan temizlik yaparken bir taraftan söyleniyordum. “Benim dersim var. ” diye. Sinirden kıpkırmızı olduğum o zamanlarda, o sert adamın içindeki naif, duygulu kişi ortaya çıkar, ” Yanakların kızardığı zaman ne kadar güzelleşiyorsun hiç haberin yok.  Git bak şu aynaya ne güzel olmuşsun “ derdi. 


En sinirli olduğum anlarda buna benzer davranışlarınla beni mutlu eder ve iyi hissetmemi sağlardın ya…


Kendimi tüm sıkıntılı ve acılı durumlarda bile prenses gibi hissettirdiğin için sana hiç teşekkür etmiş miydim Babam..?


Anneler gününde anneme hediye alırken beni de ihmal etmezdin. Bir keresinde bir parfüm almıştın anneler gününde. Daha sonra aldığım hiçbir parfüm o kadar güzel kokmadı Babam…


Eve gelirken, kaldırım taşının arasından çıkan minicik bir papatyayı koparıp getirmiştin ” Çİçeğime çiçek getirdim” diye.


Beni her zaman özel hissettirdiğin için sana teşekkür etmiş miydim..?


Kilo aldım diye  rejime girdiğim dönemlerde Annemle didişirdim, "yaa niye mantı yaptın? biliyorsun rejimdeyim. Ben yemiycem." diye. Böyle kapris yaptığımda, hiç fark ettirmeden ve hiç üşenmeden beş kat inip sevdiğimi bildiğin şeyi getirirdin ya…


Babam, bunun için teşekkür etmiş miydim sana..?


İş yerindeki arkadaşlarım arasında Annemin yemekleri meşhurdu. Hepsi de bize gelmiş, annemi de babamı da tanıyan seven insanlardı. Bizimkiler de onları çok severlerdi. Ben telefonla konuşurken; Annemin yaprak sarması, gözleme, bazlama, mantı börek (özellikle kol böreği) gibi yemeklerinden birini yaptığını duyduklarında “Ayy ! Kimbilir ne güzel olmuştur. Biz de isteriz “ derlerdi de, sen hiç üşenmez, iş yerime kadar getirirdin ya Annemin yaptıklarından…


Ya da evlendikten sonra dolmuşlarla, üstelik rahatsızken bana yiyecek taşırdın ya…


Seni oralara kadar yorduğum için hiç teşekkür etmiş miydim Babam..?


Ölümünden bir hafta önceydi. Mert’i parka götürmek istemiştin. İki buçuk yaşındaydı Mert ve ele avuca sığmaz bir çocuktu. Ben bile zor kontrol ediyordum yolda. Elini tutturmaz oradan oraya koşardı. Rahatsızdın, Seni parkta çok üzecekti Babacığım. Bu nedenle demiştim, "Ben de geleyim sizinle " diye. Kırılmışsın bana “Bana güvenemedi” demişsin Anneme. Bilemedim. Affet beni babacığım. Yıllardır bunun pişmanlığını yaşıyorum içimde …


Bu olaydan sonra senden özür dileme şansım olmadı. Bir daha görüşemedik…


En son Anneler gününde ziyaret etmiştim mezarını. Otlarını temizledim. Her zaman olduğu gibi yanımdakileri uzaklaştırdım ve uzun uzun sohbet ettik seninle. Nasıl mutlu oluyorum bir bilsen, toprağını sulayıp, kuşlara su koyduktan sonra seninle konuşmaktan, dertleşmekten, anlatmaktan sevinçlerimi, kederlerimi sana.


***

Keşke keşke sevgilerimizi ertelemesek. Doya doya sarıp sarmalasak sevdiklerimizi. Henüz vakit varken.  İş işten geçmeden…


Başta sevgili eşim Merih'in ve tüm baba ya da baba adayı arkadaşlarımın babalar gününü kutlarım…



15 Haziran 2009 Pazartesi

TİN TİN TİNİ MİNİ HANIM…

  AYSECIK-ZEYNEP-DEGIRMENCIOGLU-FOTOGRAF__8258854_0
     Dün oğlumun üniversite sınavına girdiği okul, tek katlı eski evlerin bulunduğu bir semtteydi. 
    Evler eski ,bakımsız ama yemyeşil bahçelerin ortasındaydı. Bahçelerde Üstü çağlalarla dolu kayısı, meyveleri  yeşilden kırmızıya dönmeye başlamış kiraz ağaçları vardı. Dalları  bahçelerden sokaklara  taşan dut ağaçlarının altı, çoktan olgunlaşıp dökülen dutlarla doluydu ve hemen her evin bahçesinde ceviz ağaçları, koca koca ceviz ağaçları vardı.
    Vakit geçirmek için sokak aralarında dolaşıyordum. Dalından kopardığım bir ceviz yaprağını elimde hafifçe ezerek burnuma götürdüm... Bu koku…?   Bu koku…? 
     Ve… Bir anda kendimi yine çocukluğumda, koskoca bir ceviz ağacının tepesinde, köye konser verirken buldum… Ağaç bir evin önünde (sanırım muhtarın eviydi) geniş bir alanın ortasındaydı …
      Bu köye yeni gelmiştik. Çok da kalmadık. Öyle anımsıyorum.  Benim Canım Babacığım yine Don Kişot’luk yapmış, yel değirmenlerine yalnız başına saldırmıştı… Okulda kabul edemediği bir haksızlık olmuş. Ve tabi Babam yine susamamış, karşı koymuştu. Sonuç: Bu köye sürülmüştü. Aslında bunu tam anımsamıyorum. Sinirlenip kendisi  tayin dilekçesini vermiş de olabilir. Aklımın erdiği sonraki yıllarda da, buna benzer davranışları olmuştu çünkü…
      .Ben yukarıda cıyak cıyak şarkı söylerken, Annem yine aşağıda bağırıyordu, ağaçtan ineyim diye…
      ”Gözü kör olmayasıca, in aşağıya rezil ettin beni”… Niye rezil etmişim ki? Şarkı söylüyorum şunun şurasında…
 
                        
                    Şeftali ağaçları, şeftali ağaçlarııı
                 
                    Türlü Çiçek Başları, türlü çiçek başlarıı

                    Yaktı Yandırdı Beni , yaktı yandırdı beniii
                     Yarin Hilal Kaşlarııı, yarin  hilal kaşlarııı

                    Tin Tin Tini mini Hanım, tin tin tini mini hanımm

                    Seni Seviyor Canım, seni seviyor canımmm
                     Bahçelerde İdrişah, bahçelerde idrişahhh
                     Boyu Uzun Kendi Şah, boyu uzun kendi şahh
                    
                     İki Gönül Bir Olsa, iki gönül bir olsaa

                     Ayıramaz Padişah, ayıramaz padişahh

                     Tin Tin Tinimini Hanım, tin tin tini mini hanımmm

                     Seni Seviyor Canım,seni seviyor canımmm

                ***

          O yıllarda Ayşecik ( Zeynep Değirmencioğlu)  filmleri pek revaçtaydı.
          Küçücük çıtı pıtı bir kız çocuğunun bütün aileyi, köşkte  çalışanları, hatta kasabı, bakkalı ve de şişman manavı, yaramazlıklarıyla canlarından  bezdirdiren ama sonunda verdiği mesajla (!) mutlaka herkesi hizaya sokmayı başaran afacan bücürün hikayesini anlatırdı filmler. Bazen de fakir çocuk olurdu Ayşecik. Yüklendiği misyon aşağı yukarı  aynıydı. Daha sonra bu kadroya Ömercik de eklenecekti.
         Babam bizi, gelen her Ayşecik filmine götürürdü. Sıkı takipçisiydik bu filmlerin. Başka bir eğlence de yoktu zaten. Bir radyo bir sinema.
        İşte ağacın tepesinde avazım çıktığı kadar bağırarak söylediğim bu şarkı, bir filminde Ayşeciğin söylediği şarkıydı.
        Filmde 7-8 ( tam anımsayamıyorum) yaşlarında bir kız kısacık, alabildiğince bol büzgülü eteğinin altından fistolu jüponu görünen, belinde elbisesinin kumaşından kalın bir kemerle arkada kocaman fiyonk yapılmış kıyafetiyle şarkı söylüyordu. Elinde çok süslü küçük bir şemsiye vardı.”Tin tin tini mini hanımmm” dedikçe şemsiyeyi çeviriyordu başının üstünde…
        Ben kendimi her filmden sonra, oradaki çocuğun yerine koyar, tek kişilik piyeslerde hem kendimi, hem karşısındakini oynar ve konuştururdum. Ayşecik bile bu kadarını yapamazdı herhalde :)
       “canımın içi babacığım, doğru mu söylüyorsun?”
       “canımın içi kızım,  sana yalan söyler miyim?”
        Sonraa… Yakalıyor Ayşecik babasının yalanını…

        Ben evde aynanın karşısında, bu sahnelerin tekrarını 'oynarken' nasıl ağlıyorum nasıl ağlıyorum, görseniz içiniz parçalanır. Sanırsınız soygunculuk yapan benim Babam ve benim oyuncak ayımın içinden çıkmış elmaslar… O kadar etkilenirdim yani…

****
       İşte böyle canım oğlum... Ben bu yemyeşil daracık sokaklarda, yüzümde geçmişimden çaldığım çocuksu gülücükle dolaşırken, sen içeride kan ter içinde, diğer şıkları eleyip de, o iki şıktan hangisinin doğru olduğuna karar verme konusunda gel gitler yaşıyorsun büyük ihtimal. Ki, o iki şık hep tereddütte bırakır insanı. İkisi de doğru gibi durur, çok emin değilsen cevabın hangisi olduğundan…
      Senin için her şeyi yaparım biliyorsun. Keşke beni oturtsalar senin yerine o sıraya ve izin verseler de bari Türkçe sorularını ben cevaplasam :) Ama olmaz. Yapamam.
      Bu senin yapmak zorunda olduğun bir şey.  Sen şimdi diyeceksin ki, ben sanatçı olmak istiyorum ne işim olur benim trigonometri ile..? Evet ama Türkiye’de bunu anlatacağın bir makam yok. Zaten bu stres ve baskı altında yapılan 3 saatlik sınav da ne denli gerçeği yansıtıyor ki? Bu nu da anlatacak bir makam yok. Ne çıkarsa bahtına artık…
       Canım Alp’im, senin ve tüm öğrencilerin sınavdan istediğiniz sonucu almanızı dilerim…

10 Haziran 2009 Çarşamba

Nur Topu Gibi Bir Boyun Fıtığım Oldu:(((

 

       On gündür şiddetli baş ağrısı çekiyorum.   Boynum tutuldu sanmıştım.    Düğünü vardı bir yakınımızın. E haliyle biraz hoplayıp zıpladık .   Sandım ki ,terledim üşüttüm ve boynum tutuldu. O da başağrısı yapıyor.    Geçecek diye 5 gün bekledim ağrıyla.   Baktım hiçbir hafifleme yok.   “ Bunda başka bir iş var” dedim ve doktora gittim.   Böyle böyle dedim”boynum tutuldu. Dayanamıyorum baş ağrısına” "Migren ağrısı sanırım"     “sana öyle geliyor”  dedi,gülerek.   “Bu migren değil.  Boyun tutulması da değil.   MR çektirelim…”

  

   Sonuç:   Bel fıtığıma kardeş geldi.  Şimdi, bir de boyun fıtığım var. 

  

    Şimdi boyunluk takıyorum.   İğrenç birşey. Boyunduruk gibi.   Tamamen kısıtlıyor özgürlüğümü:(   15 gün takacakmışım.   Gerçi , sürekli takmıyorum kaytarıyorum.  Böyle sıkıya gelemem ben.

   

   Yalnız ;   İtiraf etmeliyim ki, çok iyi bir tarafı da oldu bu rahatsızlığımın. Pazar günü evdeki 3 bey (2 oğlum ve eşim), beni kanepeye yatırdılar.    İş bölümü yaptılar aralarında.   Eşim ütü işini üstlendi.   Büyük oğlum mutfağa geçti ve şahane bir pizza yaptı.   Küçük oğlum da elektrik süpürgesini açıp bir güzel süpürdü her yeri.   Bana da kanepeden, şöylee işaret parmağımı uzatıp,  gerekli malzemelerin yerlerini söylemek düştü.

  

    Evde beyler çalışırken,  öylee upuzun uzanmak, pek güzelmiş:)   Ahh !!!   Arada, ensemden başlayıp , başımın sol tarafını matkapla deliyorlarmış gibi olan o ağrıda olmasa, keyfime diyecek yoktu…

 

     Neyse şimdi ağrım yok ama bu yazıyı yazarken zorlanıyorum…   Eh!   buna da şükür.   Allah beterinden saklasın.

5 Haziran 2009 Cuma

Bir Dostluk ve Vefa Örneği..!

İki genç, yavru bir aslanı yetiştirmek için yanlarına alır ona Christian adını koyarlar. Fakat büyüyünce doğal hayat alanına geri götürmek zorunda kalırlar. Bir sene sonra görmek isterler ve Afrika'ya, yaşadığı araziye giderler. Aslanın onları hatırlamasının imkansız olduğu söylenir fakat tarafların karşılaşmaları tam tersini göstermektedir. İzleyelim...




2 Haziran 2009 Salı

Geçmiş zaman olur ki,hayali cihan değer


   

Çağlalar ,erikler yenecek duruma geldiğinde, Anneannem teakkuza geçerdi, torunlar ağaçlara saldırmasınlar diye. Namazını pencerenin önündeki sedirde kılardı, bir taraftan da göz ucuyla bahçeyi kolaçan etmek için :) Biz de bir çözüm bulmuştuk tabii. Anneannem ne zaman secdeye varsa, o birkaç dakikalık zamanı değelendirir, birimiz gözcü olur, diğerlerimiz Anneannem ayağa kalkana kadar, ne kadar koparabilirsek toplardık ağaçlardan. Bazen de, cebimiz çağla doluyken yalvarırdık Anneanneme “Ne olur sadece bir avuç ver” diye. Kıyamazdı tabii. ” Yavrum hasta olacaksınız, yoksa niye vermeyeyim.” Söylene söylene erik ve kayısı çağlası doldururdu avcumuza.

Anneannem’in, iki dayımın ve teyzemin oturduğu evler birbirine bitişik tek katlı eski Anadolu evlerindendi. Bir tarafından bir caddenin, diğer tarafından başka bir caddenin geçtiği koskacaman bir bahçenin ortasındaydı. Her iki caddeye de açılan iki kapısı olan bir avluyla çevriliydi.

Bahçenin ortasında kayısı, kiraz, vişne, erik ağaçları , evlerin önünde sıra halinde kavak ağaçları vardı. Kavak ağaçlarının devamında sebze yetiştirilen bir alan bulunuyordu... Anneannemin oturduğu evden bahçeye birkaç basamak merdivenle inilirdi ve hemen bahçenin başladığı yerde ,önünde bir yalak olan bir çeşme vardı. Burada Anneanne'min ve teyzemin çamaşır yıkadıklarını hatırlarım. O zamanlar evlerde çamaşır makineleri yoktu. Ya da çok yaygın değildi hatırlayamıyorum. Ağaçların ortasındaki boş alanda bir kuyu vardı. Üstündeki makarasına sarılı kalın ipin ucunda bir kova bağlı dururdu. Makaranın yanındaki kol çevrilerek kuyudan su çekilirdi. Buraya yaklaşmak bize yasaktı.

Bizim evimiz iki sokak uzaktaydı. Kuzenlerimizle oyun oynamak için daha kahvaltıyı bitirmeden sofradan kalkar, “Anneannemde yiyeceğiz” diye oraya koşardık. Onunla kahvaltı yapmak çok hoşuma giderdi . Oysa çayı duru sudan bir parça koyu olur, kahvaltılık olarak ta pek birşeyi olmazdı ama onun sofrasında bulduğum lezzeti hala özlerim. Belki de sevgisini hissetiğim içindi.

Bu sevgiyi özellikle kardeşim (benden bir yaş küçük) çok “güzel”kullanırdı. “Anneanne biliyomusun? Babam bana hiç para vermedi. Çok dondurma istiyo canım! Bana para verir misin?” Oysa evden çıkarken Babamdan para almış olurdu . Kadıncağız söylene söylene “Oğlum zikke mi kesiyom (para mı basıyorum) ben” der ama bir taraftan da elini koynuna atıp, küçük bir kese çıkarır ,içini görmeyelim diye yan dönerek parayı çıkarıp verirdi kardeşime.

Oyun oynamak için her fırsatta oraya koşmakta hiç haksız sayılmazdık. On tane kuzenimiz vardı. Bizden birkaç yaş küçük ya da birkaç yaş büyük. Ve hepsi de ordaydılar.

Bahçede oynamakla yetinmez caddeye çıkıp orada oynardık. Vızır vızır arabalar yoktu o zamanlar. Tek tük araba geçerdi. Çokça da faytonlar. Faytonların sesi de Arnavut kaldırımı caddelerde bir kilometre uzaktan duyulurdu. Tak tuk tak tuk… Yani caddeler gayet emniyetli oyun alanlarıydı . Yalnız birgün benim yaptığım gibi, körebe oynarken yoldan geçen bir adama “Yakaladım yakaladım” diye sarılmak gibi riskler vardı tabii… İp atlamak, top oynamak için de caddeyi kullanırdık.

Bugünkü çocuklar gibi bigisayar başında değildik. Biz hep sokakta oynardık. Şimdi çocuklara bakıyorum da, arkadaşları yok, oyun oynamayı bilmiyorlar… Harika besleniyorlar. Tertemiz suratlı ,temiz giysili ama yalnızlar.

Oysa ne güzel oyunlarımız vardı bizim. Şimdi birçoğunun adı bile unutuldu … Birgün eski oyunlarımızı hatırlatan bilmeyenlere anlatan bir yazı yazacağım, hatırladığım kadarıyla…

Bugün kahvaltıda, şimdi yerinde dayımın apartmanı olan o bahçeyi, oyunlarımızı ,Anneannemi anlattım oğullarıma…Onun çakır gözlerini, yumuk yumuk yanaklarını, dişleri olmadığı için ağzını titrete titrete gülüşünü ne çok özlediğimi fark ettim anlattıkça. O'nu, Annemi, Teyzemi özlediğimi…Onlarsız eksik olduğunu birçok şeyin…