16 Aralık 2016 Cuma

EVSİZLER DE VAR



Hava soğudu. Soğumak da laf mı, buzz gibi Ankara'da hava. Sıkı sıkıya giyinip çıkıyoruz sokağa. Ancak mecbursak hem de. Yoksa evden dışarı burnumuzu bile çıkarmak istemiyoruz. Donuyoruz.

Biraz önce alışveriş için çıktık dışarı. Marketin çevresinde, duvar diplerinde yerlerini almıştı yine dilenciler. Bir kadın kucağındaki, ancak birkaç aylık olduğunu düşündüren çocuğunu sarıp sarmalamış, altında bir mukavva parçası oturuyordu. Biraz ilerde de on yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu yine bir mukavva üzerinde. Eğilip yüzüne baktım kızın. Gülümsedi ürkekçe uzun koyu kirpiklerinin aralığından. Makyaj mı yapmıştı ne..? Bu kadar koyu uzun kirpik, böylesi sürmeli göz mü olur..? Eğildim tekrar baktım. Gülümsemedi bu kez. Kabanının yakasına gömdü iyice boynunu. Korkuttum diye düşünüp üzüldüm.

Market çıkışında önlerinden geçerken ne yapabilirim diye düşünüyordum. Marketten çıkanlar poğaça, simit bir şeyler tutuşturmuşlar ellerine. Ama donuyorlar, ölecekler... Bu soğuğa uzun süre oturarak dayanılmaz ki.

Küçük kız mumyalanmış gibi hareketsiz oturuyordu. Duymuyor, görmüyor, ilgilenmiyordu gelip geçenle.
Kucağı çocuklu kadına eğildim. Çok genç görünüyordu. 22-23 yaşlarında var yok. İncecik bir suratı, biçimli ağzı burnu kaşları, iki kaşının ortasında bir dövmesi vardı. "Yavrum donacak çocuğun. Onu bari bir yerde bıraksaydın." dedim, sanki çocuğunu bırakacak bir yeri olur, olmalı, olmazsa olmazmış gibi, düşüncesizce. Yüzündeki; dünyada olup bitenleri umursamıyormuş, hatta, ' yansa kül olsa, yok olup gitse. Amaan sen de, ölümse ölüm, geliverse bir an önce, yaşa yaşa nereye kadar, bu da yaşamak mı ki zaten...' ifadesiyle başını salladı, sen ne demek istiyorsun der gibi. "Ama bu çocuk dayanamaz ki bu soğuğa..." dedim. Omuz silkip, dudak büktü, başını iki yana çaresizce sallarken. Biraz konuşunca anladım ki Türkçe anlıyor ama konuşamıyordu. Suriyeli misin..? dedim. Başıyla "evet..." dedi. Geceleri nerede kalıyorsunuz, bir eviniz var mı..? Hayır yoktu... Sokakta mı kalıyorsunuz..? Evet sokakta kalıyorlardı...

Doğru ya da yanlış bilemem. Ama sokaklarda, yanı başından geçip gittiğimiz, hatta belki vicdanımız içeriden ses verir de rahatsız eder bizi diye, geçerken başımızı öteki yana çevirdiğimiz korkunç dramlar yaşanıyor.

Bireysel olarak yapabileceklerimiz sınırlı. Mesela biz arabaya binerken bir bey yanaştı hem çocuklu kadının hem de küçük kızın yanına. Yanında getirdiği büyük kalın sünger minderleri altlarına koydu. Termosta getirdiği sütlü kahve ve çayı da ellerine verdi. Sırtlarını sıvazlayıp gitti. Allah binlerce kere razı olsun o beyden.

Ankara Belediyesi evsizler için acilen bir çözüm üretmeli... ( Çoktan üretmiştir belki de bilmiyorum. Koskoca BasGan benim gördüğüm manzaraları görüyordur elbette... diye düşünmek istiyorum...)

nurten yiğit tartaç

5 Aralık 2016 Pazartesi

ERKEN YENİ YIL YAZISI


Yılın 340. günüymüş bugün. 26 günlük ömrü kaldı yani tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmasına. Düşünmeden harcadığımız her şey gibi, acımasızca...

Her sene daha büyük bir hayretle " Ne çabuk geçti bir yıl ." diyorum. Ben yavaşladığım için mi öyle sanıyorum, yoksa yıllarda mı daha büyük bir telaş var artık bilmem.

Şunu biliyorum; bıkmadan usanmadan yeni yılın hayatımıza güzellikler saçmasını dilemeye devam edeceğiz.

Kalbimizin kırılan parçalarını yapıştırıp, yaramız aynı yerden de kanatılsa tuz basıp, can kırıklarına basa basa ama sanki toz pembe bulutlarda yürüyor gibi yapıp gülümseyeceğiz, yeni yıla ve hayatın geri kalanına.

Çünkü biliyoruz ki, insan hayal ettiği / umut ettiği/ müddetçe yaşar.

nurten y tartaç