26 Nisan 2016 Salı

BUNDAN BÖYLE "ANKARA'NIN BAĞLARI..."





Biz olmuşuz artık... Tamamdır.

Hani; Akla mantığa sığmayan gerçeklere körü körüne inanışlara, gerçek gibi yalanlara ve buna da körü körüne inanışlara, tacize, tecavüze, baskıya, talana, çalma, çırpmaya ve bunları görmezden gelişlere, yalan dizileri kendi hayatımızdaki trajedilerden önde algılayıp ağıtlar yakmalara, savaşlara ve bu savaşlarda ölenlere bir filmmiş gibi, birazdan düştüğü yerden kalkacak, üstünü başını silkeleyip oyuna devam edecekmişcesine duyarsızlaşmalara ve daha nice nicelerine rağmen günlük hayatımıza nasıl devam ediyoruz, sanki her şey yolundaymış, dünya güllük gülistanlıkmış gibi..? Diye şaşkınlık içindeydik ya.

Hah! İşte artık meyvesini vermeye başlamış tüm bu absürdlükler. Kısacası dostlar, kafayı yemeye başlamışız. Artık bizden kimseye zarar gelmez. Yok oymuş, yok buymuş, yasasıymış, tasasıymış, rejimmiş, düzenmiş ... Amaan sen de..!

Ver fona, 'Bas bas paraları leylaya... '

Olmadı, ' Ankara'nın bağları...'

Çıkarız yakında sokaklara, meydanlara, ohh! Yandan yandan... Gör sen, şıkıdım şıkıdım nasıl da oynanırmış.

***


Şu hikayeyi bilirsiniz.

Bilmeyenler için kısaca anlatayım.

Ülkelerden birinde astığı astık, kestiği kestik bir kral varmış. Bu kral yaptıkları yetmezmiş gibi zamlarla vergilerle de halkın belini iyice büker olmuş. İllallah dedirtmiş...

Sık sık vezirini halkın arasına yollarmış. "Bak bakalım ne derler, ne düşünürler..?" diye

Vezir her seferinde kralın huzuruna çıkar, "Aman! Haşmetmeapları, halk bıkmış, usanmış, isyan ediyor. Her şeye katlandık da şu zamlar, vergiler yüzünden eve ekmek götüremiyoruz. Çoluk çocuk açız. Biraz insaf! diyorlar." Dermiş.

Kral, "Bre zındık! Benim buyruğuma karşı çıkmak kimin haddine..? İki katına çıkarıyorum hem vergileri, hem zamları." dermiş her seferinde.

Sonunda bir gün vezir yine kralın huzuruna çıkmış, "Haşmetmeapları, halk sokaklara dökülmüş, oynayıp duruyorlar. Delirmiş gibiler."

"Hah!" Demiş kral. "Tamamdır. Artık hiçbirinden zarar gelmez. Bundan sonra ne istersem yapabilirim. Tiz kaldırılsın hem vergiler, hem zamlar."

***
Bugün market alışverişimizi bitirip kasaya yanaştığımızda, önümüzdeki orta yaşlardaki adamın sürekli bir şeyler konuşuyor olması dikkatimizi çekti. Belli ki ruh sağlığı yerinde değil diye düşünüp, ilgilenmemeye çalıştık. Ama bizi ve sıradaki herkesi, kasiyeri, market sorumlusunu muhatap alarak hiç ara vermeden sıraladığı bir çoklarını anlamadığımız konuşmasını dinlememiz için ısrar ediyordu el kol hareketleriyle. Önce kırmamak adına ilgili görünürken birden Alper'le birbirimize bakakaldık. Evet, adamcağız normal değildi ve konuşmasının pek çoğu da anlaşılmıyordu ama anladığımız kadarı ile hiç de öyle anlamsız, saçma sapan şeyler değildi anlattıları/anlatmak istedikleri. "Ekonomi..." diyordu mesela. " Uyusunlar mecliste..." " Zam zam zam..." "Şehit oooo!" "Nasıl geçiniyorlar demiyorlar..." " Metro... Marmaray... Gökçek... Ölelim en iyisi... " "Toma geliyo..." Daha neler neler... Valla, "Anayasa... Başkan..." bile dedi.

Çok hızlı ve sürekli konuşuyordu. Öyle ki kasiyere para uzatırken bile bir saniye susmadı. Kasiyer elinden döküp saçtığı paraları toplayıp içinden kendisi aldı alışverişinin ödemesini. Marketten çıkıp karşı kaldırıma geçtiğinde de hala konuşuyordu.

Cümleler tam anlaşılmasa da anlatmak istediği konu gayet açıktı. Ülke siyasetinden bahsediyordu. Belli ki, çok yakından takip etmişti gündemi. Ve oldukça zeki biriydi muhakkak bu duruma gelmeden önce. Bu nedenle olmalı; yaşananlar aklını, mantığını, vicdan sınırlarını çok zorlamış, sonunda kafatasından firar edip diline dolanmıştı kelimeler olarak zavallı adamcağızın.



nurten y tartaç

11 Nisan 2016 Pazartesi

MELEKLER KORUSUN

 Nostaljik Pazartesi



Ne zaman Ali 'yi hatırlasam; siyah, uzun kirpiklerle çevrili iri mavi gözleri gelir aklıma; mavinin en güzeli, en derin, en anlamlı bakan o gözleri... Ve o gözlerin ateş saçan bakışlarının, bakıcısının zehirli dilini delen oku... Oysa küçücüktü Ali. Ağzı süt kokuyordu daha.  Ne zaman, hangi kahrolasıca katran karası yürekler öğretmişti O'na nefret etmeyi..? 

Üç yaşlarında falandı sanırım. Aradan çook uzun yıllar geçti, tam hatırlamıyorum... Daha küçük bebeciklere biraz önce mamalarını yedirmiştik odalarında. Kimisini yatağına bırakmış, kimisini bakıcılarına teslim etmiştik. Yatağında olanlar başlarını sağa sola, yerde oturanlar öne arkaya sallayıp duruyorlardı. Durmaksızın. Sonradan öğrenmiştim; bu davranış, sevgiye açlıktanmış. 

Altı-yedi yaş ve üstü çocuklarla daha yuvaya gelir gelmez kapıda karşılaşıyorduk. İlk gelişimizde elimizdeki pakete atılmıştı hepsi birden. Kuru pastalar yerlere saçılmış, tozun toprağın içinden toplamışlardı. Kendimi tutamayıp hıçkırıklara boğulmuştum. Henüz acemiydim o zaman. Sonra anladm onların yiyecek içecekten daha çok sevgiye, ilgiye, onları saran sıcacık kollara hasret ve muhtaç olduklarını. Hepsinin annesiydim. Uzaktan görür görmez koşarak üstüme atlarlardı "Annee! " diye. Kimisi kucağıma oturmak ister, kimisi en çok o okşamak ister, bazısı sadece kendisi sevilsin ister diğerlerini itelerdi. Biraz büyük kızların en çok ilgi duydukları şey ise takılarımızdı. " Anne ! yüzüğünü bana versene." "Kolyeni de bana versenee! " Daha yirmi - yirmi iki yaşında falandım. Çok gençtim ama hepsine yetmek çabasıyla onlarla olduğum o bir kaç saat içinde ne mümkünse yapmaya çalışıyordum.

Ali yaşındakilerle ancak bakıcıları da yanımızdayken ilgilenebiliyorduk. O gün bakıcıları bir kabın içine salatalık doldurmuş, sekiz-on çocuk ve biz, bahçeye çıkıp, ağaçlık gölge bir yere, çimenlerin üstüne örtümüzü yayıp oturmuştuk. Küçücük pamuk elini elimin üstüne koymuş, Kafasını koluma, yumuşacık bedenini bedenime yaslamıştı Ali. Bakıcının uzattığı salatalığı almadı."İstemem!" anlamında omuz silkti. Bir daha ısrar etti bakıcı ama yine istemedi Ali. Daha bir sokuldu koltuğumun altına. Kinle bakıyordu kadına. O kadar güzel bir çocuktu ki, içim sızladı minik yüzüne hiç yakışmayan o ifade dikkatimi çektiğinde. "Canı istemiyor herhalde. Israr etmeseniz..." Kadın beni duymamıştı sanki. Rakibine, düşmanına bakar gibi nefret kusan gözlerini dikti Ali'nin gözlerine. " Bunun anası var ya, bunun anası..." dedi, salatalık kemiren ağzından köpükler saçarak. "Kocasını arkadaşıyla aldatmış. Adamı bırakıp kaçmış aşığına. O... bunun anası. İşte biz de böyle bunların bebesini avutuyoz." Allah'ım, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. "Bu çocuğun ne günahı var..?" demek istedim ama Ali'nin öfke saçan minicik suratına bakınca orada konuşmak yerine müdüre durumu anlatmanın daha uygun olacağını düşünerek yerimden kalktım. Arkamı dönüp gidiyordum ki, Ali'nin çığlıklarıyla geri döndüm. Bakıcısının elinden kurtulmuş, "Anne! Gitmee! " diyerek bana doğru koşmaya başlamıştı minik çocuk. Ve yüzükoyun kapaklandı toprağın içine. Bakıcı onu yerden kaldırırken bana seslendi. "Geri dönme git. Gelirsen bir daha susturamayız, bırakmaz seni..."  Bakıcı bu arada çocuğu kucaklamış odasına götürüyordu. Olduğum yerde kalakaldım. Gözyaşlarım sel gibi akıyordu, gözümün önünü göremiyordum. Hırsla müdürün odasına daldım. "Ne vardı..?" dedi. Durumu anlattım. Bakıcının duyarsızlığını... "Sen niye ağlıyorsun?" "Ali'nin yanına gitmek istiyorum." dedim. "Şimdi sen evine git. Tekrar geldiğinde gör Ali'yi. Şu an çok sinirli görünüyorsun." dedi.

Eve gittim. Gidene kadar gözyaşı döktüm. Birkaç gün yemeden içmeden kesildim. Sonunda Babam; " Henüz çocuk yuvasına gidecek olgunlukta değilsin. Her çocuğu ayrı ayrı dert ediniyorsun. Bu şekilde bir faydan olamaz onlara. Böyle devam edersen hasta olacaksın. Biraz daha büyüyüp, olgunlaşana kadar ara ver." demişti.

Sonra... Hayat bir telaşla aktı gitti, seline bizi de katarak. Daha dün dediğimiz, çeyrek asrı çoktan geçti. Bir daha gidemedim o yuvaya. İçimde hep ukde kaldı. Yapmam gereken bir işi yarım bırakmış gibi...

Ali hiç aklımdan çıkmadı ama. Hayat ona nasıl davranmıştı acaba..? Daha kaç kere düşmüş kalkmıştı..? Kapanmış mıydı yara izleri..? Düştükçe doğrulmuş, güçlenmiş yoluna devam edebilmiş miydi..? Yoksa her düşüş O'nu daha da derine mi çekmişti? 

Belki yüreği sevgi dolu bir aile kucak açmış, yaralarını sarmıştır Ali'nin. Şimdilerde çocukları, eşi ile mutlu bir ailesi bile vardır belki de. 

Ahh! Ali ... umarım başlangıçta  onca acımasız davranan hayat, yüzünü güldürmüştür sonunda.

Dilerim melekler korusun tüm masum, günahsız, kimsesiz çocukları.

nurten y tartaç



6 Nisan 2016 Çarşamba

Ne oldu bizim değer yargılarımıza..?



Bazen ikileme düşüyorum gerçekten, nasıl davranmam gerektiği konusunda. 

Bugün dolmuşta yaşadığım olay beni böyle bir kararsızlıkta bıraktı mesela. Ne yapılması gerektiği konusunda bir kararsızlığım yok elbette. Beni çevredekilerin tutumu duraksattı aslında.

Ön çaprazımdaki koltukta oturan 13-14 yaşlarında bir erkek çocuğa arkamdaki bayan seslendi.

 " Neden uzattığım parayı şoföre vermedin..?"

"Ben para falan almadım." dedi çocuk önce.

" Sana iki kişilik para verdim ya!"

" Verdim Şoföre..." dedi bu kez.

"Vermedin. Cebine koyduğunu gördüm."

 "Ha! parayı bana verdin sandım." 

Kadın, " Neden sana para verecek mişim ki..? dedi.

Çocuk gayet pişkin kalktı, cebinden parayı çıkarıp uzattı şoföre.

Sonra sakince yerine oturdu, hiçbir şey olmamış gibi yolculuğuna devam etti. 

Yolcular da öyle... Sanki anormal bir durum yaşanmamıştı. Çocuk hırsızlık yapmamıştı. Kimse konuyla ilgilenmedi bile. Parayı uzatan kadın bile yanındakiyle başka bir sohbete daldı. 

Aklım karıştı... Hırsızlık doğallaşmaya mı başlamıştı bu ülkede. Bir ben mi yanlış düşünüyordum, ortada bir yanlışlık yoktu da...

Yoksa insanlar inanılmaz derecede hassaslaşmış, çocuk/genç/ ruhundan anlar olmuş, onu incitmek istemedikleri için mi konuyu görmemezlikten gelmişlerdi..?

Acmasızca mı düşünüyordum bilmiyorum ama içimden, " Bu bir hırsızlık olayı. Birinin ikaz etmesi gerekir. Kalk çocuğun yanına otur ve bak oğlum! Sen biraz önce çirkin bir şey yaptın. Böylesine doğal davranabildiğine göre bu ilk de değil. Belki yetiştiğin çevrede sana kimse hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu söylemedi şimdiye kadar. Belki de seni bu yola iteleyen bir çevrede yaşamak zorundasın. Benim seni ikaz etmemin, öğüt vermemin de bir faydası olmayacak belki. Ama çok yanlış yapıyorsun çocuğum. Bir daha böyle bir şey yapma e mi..?"  demek istedim en azından. Bu konuşma çocuk için bir anlam ifade etmese bile.

 Olay doşmuştakiler tarafından sıradan, önemsiz hatta hep olagelen bir şeymiş gibi karşılandığı için, sesimi çıkaramadım. 

Ne zaman değişti bu toplumun değer yargıları..? Hırsızlığı ne zamandan beri içselleştirip, normalleştirip, kabullenir olduk..?

Oysa biz kendimizi bildik bileli, ailemizde, okulumuzda,  çevremizde, bir tek kalem ya da kasalar dolusu para çalmanın aynı olduğunu, hırsızlığın büyüğü küçüğü olmayacağını, kötü hatta adi bir davranış biçimi olduğunu, asla kimsenin malına el uzatmamız gerektiğini öğrenmiştik...


nurten y tartaç