16 Aralık 2016 Cuma

EVSİZLER DE VAR



Hava soğudu. Soğumak da laf mı, buzz gibi Ankara'da hava. Sıkı sıkıya giyinip çıkıyoruz sokağa. Ancak mecbursak hem de. Yoksa evden dışarı burnumuzu bile çıkarmak istemiyoruz. Donuyoruz.

Biraz önce alışveriş için çıktık dışarı. Marketin çevresinde, duvar diplerinde yerlerini almıştı yine dilenciler. Bir kadın kucağındaki, ancak birkaç aylık olduğunu düşündüren çocuğunu sarıp sarmalamış, altında bir mukavva parçası oturuyordu. Biraz ilerde de on yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu yine bir mukavva üzerinde. Eğilip yüzüne baktım kızın. Gülümsedi ürkekçe uzun koyu kirpiklerinin aralığından. Makyaj mı yapmıştı ne..? Bu kadar koyu uzun kirpik, böylesi sürmeli göz mü olur..? Eğildim tekrar baktım. Gülümsemedi bu kez. Kabanının yakasına gömdü iyice boynunu. Korkuttum diye düşünüp üzüldüm.

Market çıkışında önlerinden geçerken ne yapabilirim diye düşünüyordum. Marketten çıkanlar poğaça, simit bir şeyler tutuşturmuşlar ellerine. Ama donuyorlar, ölecekler... Bu soğuğa uzun süre oturarak dayanılmaz ki.

Küçük kız mumyalanmış gibi hareketsiz oturuyordu. Duymuyor, görmüyor, ilgilenmiyordu gelip geçenle.
Kucağı çocuklu kadına eğildim. Çok genç görünüyordu. 22-23 yaşlarında var yok. İncecik bir suratı, biçimli ağzı burnu kaşları, iki kaşının ortasında bir dövmesi vardı. "Yavrum donacak çocuğun. Onu bari bir yerde bıraksaydın." dedim, sanki çocuğunu bırakacak bir yeri olur, olmalı, olmazsa olmazmış gibi, düşüncesizce. Yüzündeki; dünyada olup bitenleri umursamıyormuş, hatta, ' yansa kül olsa, yok olup gitse. Amaan sen de, ölümse ölüm, geliverse bir an önce, yaşa yaşa nereye kadar, bu da yaşamak mı ki zaten...' ifadesiyle başını salladı, sen ne demek istiyorsun der gibi. "Ama bu çocuk dayanamaz ki bu soğuğa..." dedim. Omuz silkip, dudak büktü, başını iki yana çaresizce sallarken. Biraz konuşunca anladım ki Türkçe anlıyor ama konuşamıyordu. Suriyeli misin..? dedim. Başıyla "evet..." dedi. Geceleri nerede kalıyorsunuz, bir eviniz var mı..? Hayır yoktu... Sokakta mı kalıyorsunuz..? Evet sokakta kalıyorlardı...

Doğru ya da yanlış bilemem. Ama sokaklarda, yanı başından geçip gittiğimiz, hatta belki vicdanımız içeriden ses verir de rahatsız eder bizi diye, geçerken başımızı öteki yana çevirdiğimiz korkunç dramlar yaşanıyor.

Bireysel olarak yapabileceklerimiz sınırlı. Mesela biz arabaya binerken bir bey yanaştı hem çocuklu kadının hem de küçük kızın yanına. Yanında getirdiği büyük kalın sünger minderleri altlarına koydu. Termosta getirdiği sütlü kahve ve çayı da ellerine verdi. Sırtlarını sıvazlayıp gitti. Allah binlerce kere razı olsun o beyden.

Ankara Belediyesi evsizler için acilen bir çözüm üretmeli... ( Çoktan üretmiştir belki de bilmiyorum. Koskoca BasGan benim gördüğüm manzaraları görüyordur elbette... diye düşünmek istiyorum...)

nurten yiğit tartaç

5 Aralık 2016 Pazartesi

ERKEN YENİ YIL YAZISI


Yılın 340. günüymüş bugün. 26 günlük ömrü kaldı yani tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmasına. Düşünmeden harcadığımız her şey gibi, acımasızca...

Her sene daha büyük bir hayretle " Ne çabuk geçti bir yıl ." diyorum. Ben yavaşladığım için mi öyle sanıyorum, yoksa yıllarda mı daha büyük bir telaş var artık bilmem.

Şunu biliyorum; bıkmadan usanmadan yeni yılın hayatımıza güzellikler saçmasını dilemeye devam edeceğiz.

Kalbimizin kırılan parçalarını yapıştırıp, yaramız aynı yerden de kanatılsa tuz basıp, can kırıklarına basa basa ama sanki toz pembe bulutlarda yürüyor gibi yapıp gülümseyeceğiz, yeni yıla ve hayatın geri kalanına.

Çünkü biliyoruz ki, insan hayal ettiği / umut ettiği/ müddetçe yaşar.

nurten y tartaç

23 Ekim 2016 Pazar

ARTAN TECAVÜZ VE TACİZ OLAYLARI


Annesinin diz kapağından erkek çocuğun tahrik olmasını normal bulup anneyi kendini korumaya /örtünmeye/ yönlendirenlerin ya da kız çocuğu babasının kucağına oturursa babanın tahrik olabileceğini çok normalmiş gibi açıklayan adamsıların olduğu, küçücük bebeğin babasının yanında külotuyla durmasının caiz olmadığı ve altı yaşında kızla evlenilebilir fetvası verildiği, çalışan kadının her türlü tacize açık olduğu veya mini etekle sokağa çıkan kadın tecavüze razıdır, kadın gece tek başına sokağa çıkıyorsa tecavüz edilebilir düşünce yapısı, babası yaşındaki bilmem kaç kişinin tecavüzüne uğrayan on üç yaşındaki bir çocuğun, gönül rızasıyla birlikte olduğu yönünde çıkan mahkeme kararı varken daha çok duyarız tecavüz ve taciz haberlerini.

 Üstelik tecavüzcüler mahkemede abuk subuk, adice savunmalarla ceza indiriminden yararlanıyorlarsa...

Kadın tecavüz sonrasında bağırmadı. Olayın hemen arkasından değil de bir süre sonra şikayet etti. Bakire değildi. Zaten tecavüz tam gerçekleşmedi. Cilve yaptı. Çok pişmanım şeytana uydum... demek bile ceza indirimine neden oluyorsa ve mahkemeye sakallı sarıklı geldi diye ya da takım elbiseli ve efendi tavırlı diye (hakimin karşısında efendi olmayıp ne yapacaktı, ona da mı saldıracaktı acaba..?)  ceza indirimine uğrarsa tecavüz de artar, taciz de bu memlekette. 

Kadını ikinci sınıf, eksik etek gören ve erkeğin kadın karşısındaki üstünlüğüne inanan bağnaz beyinlerin hüküm sürdüğü, yönetici, karar verici makamlarda olduğu bir toplumda kadına, çocuğa tecavüz ve tacizin artmasına şaşırmamalı. Hatta "Dinimizde bademleme diye bir şey vardır." gibi sapıkça bir açıklamanın şiddetle lanetlenmediği bir toplumda erkek çocuklarına karşı da tecavüz ve taciz olaylarını daha çok duyarız ne yazık ki.

Son on yılda tecavüz ve taciz olaylarında on dört kat artış olmuş. Ki bu istatistiğe, aile korkusu, toplum baskısı nedeniyle açığa çıkmamış pedofili, ensest ilişki dahil değildir.

Anlaşılan o ki; toplumu baskılayarak, kadını eve kapatarak ve erkeğin gerisine iterek daha ahlaklı bir toplum olunamıyor. 

Sanırım bir çok konuda olduğu gibi daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın yolu da, kadını eğitmekten geçecektir. Önce kadını eğitmeli ve aktif biçimde sosyal hayata katılımı sağlanmalı ki; kadın da çocuklarını eğitsin, cinsel konuda da...

nurten y tartaç

1 Eylül 2016 Perşembe

EYLÜL GELMİŞ






Eylül gelmiş...

Yine yapraklar düşecek,

yine rüzgarlar esecekmiş.

Ve rüzgar

sarı yapraklarla beraber

kendine bahar diyen, yaz diyen


mevsimlerin bizden çaldıklarını da takıp peşine

sürükleyecekmiş bir bilinmeyene...


n y tartaç



14 Ağustos 2016 Pazar

DAHA DA BOSCH ALMAM ...



Daha da Bosch almam ...

Bu Bosch'un umurunda olur mu..?

Olmasın...

Ne diyordu Robert Bosch ..?

"İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim."

Ve

" ... çünkü miras bıraktığı bir ilke hep aynı kaldı... " diye devam ediyordu reklam filminde. Bu ilke "GÜVEN" di.

Ben de güvendim bu makinenin kalitesine. 

Çamaşır makinemi değiştirdim bir buçuk yıl kadar önce. En iyisidir diye düşünüp Bosch almaya karar verdim. 

Kısa bir süre sonra yıkadığım çamaşırların kokusunu beğenmediğim için bir terslik olduğunu düşünüp servis çağırdım. 

 Makinenin cam kapağının önündeki lastiğin arasını kurulamak için araladığımda zift gibi bir leke gördüğümü söyledim gelen servise. Baktı... "Bu önemli değil. Kokuyu bu yapmaz ama zaten aradan bir kaç ay geçtikten sonra firma bunu değiştirmez. Islak bıraktığınız için olmuştur. Bunu ilk birkaç gün içinde bildirmeliydiniz..." falan gibi bir şeyler söyledi. 

"Ben yeni aldığım aletin orasını burasını didik didik kurcalamam gerektiğini bilemedim afedersiniz." 

"Tamam temizlik hastası değilim ama eşyalarıma da titizimdir doğrusu."

"Hem ıslak bırakmış bile olsam ( Kullanım hatası )Bosch gibi bir markanın ilk birkaç ay içinde, kapağını açınca burnumun direğini kıracak bir küf kokusu yayması, lastiğinde bu koca lekenin oluşması normal mi..?

ve daha bir yığın dil dökmelerim fayda etmedi. 

Bosch'un internet sayfasına şikayetimi yazmam da durumu değiştirmedi. Tamam, son derece kibar ve hiç bekletmeden geri dönüş yaptılar. Tekrar servis yolladılar. Gerçi " Bana servis göndermeyin lütfen. Çünkü makineyi aldığımdan beri gide gele ezberlediler adresimi. Üstelik sorunumu firmadan kaynaklı bir sorun saymadıklarından her seferinde servis ücret ödemek durumunda kaldım. Artık kesin çözüm istiyorum." demiştim ama neyse... 

Sonuç: sorun benden kaynaklı olduğu için lastiği ücretli değiştirebileceklerini ama  indirim yapabileceklerini söylediler. 

Derdim 150 - 160 tl lik lastiği bedavaya getirmek değildi. Yeni aldığım ve iyi bir marka olduğunu düşündüğüm ürünün kusurlu olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Birkaç ay içinde böyle bir soruna yanlış kullanma sonucunda ben neden olmuş olamazdım.

Ne demişti Robert Bosch :

"İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim."

İnanmadın anlattıklarımın samimiyetine, doğruluğuna. 

Güvenmedin...

GÜVENİMİ KAYBETTİN BOSCH


nurten y tartaç


12 Ağustos 2016 Cuma

BAL ARISI





Ben bir balarısı değilim...
Uçamam da zaten

Hadi uçtum diyelim

çiçekten çiçeğe konsam da
bal yapamam petek petek

Hadi oldu diyelim

iğnem bir deride saplı,
ben ıslak kumsalda karışırken kumlara,
eşek arıları üşüşür bu sefer de hayallerime.


nurten y tartaç

1 Temmuz 2016 Cuma

Bİ ŞEKER ALMAZ MIYDINIZ..? Aa ÇOK GÜZEL AMA ...


                                                         ( Foto internetten )

Zihnime kazınmış en eski bayram hazırlığı anılarım taa 1960 lara ait. (Biraz daha eskiye gitsem Hititler dönemine ait bir anı olacakmış :P ) Herkesin birbirini yakından tanıdığı mahalledeki kadınların tüm becerilerini sergilemelerine ve mahallenin en en en temizi olduklarını gösterme fırsatı yakalamalarına bir vesileydi sanki bayramlar. E bu da az şey değildi :)

Bizim evde önce bayramlık elbiselerimizi dikmekle başlardı Annem bayram hazırlığına. Bazen kendisine diktiğinin aynı kumaş ve deseninden ama çocuk için uygun olan bir modelde elbise dikerdi bana da. Alabildiğine büzgülü, kendi kumaşından kemeri ile arkada kocaman bir fiyonk yapılarak bağlanan ve eteğinin altındaki kat kat jüpon sayesinde kabarık duran o modeli hiç unutamam.

Bayram temizliği ise her bayram öncesi tüm kadınlar için olduğu gibi Annem için de özel ve önemli bir ritüeldi. Koşuşturmaktan saçı başı dağılır, yorgunluktan, sinirden kıpkırmızı kesilerek paralardı kendisini. İçeride ne var ne yoksa bahçeye yığılırdı öncelikle. Ne var ne yok dediysem; yaşantıların şimdiki gibi karmaşık, yıpratıcı olmadığı gibi evlerde de çok ve devasa eşyalar yoktu. Her evde aşağı yukarı aynı; bir iki halı-kilim, dört koltuk, bir sehpa, masa sandalye, belki formika bir büfe (Ki modaydı. Bizimki beyaz - açık yeşil benekli bişiiydi. Kilitli çekmecesindeki hazineye ( Resimli romanlar ) ulaşmak için ne uğraşlar verirdim bir ben bir de Allah biliyor. Sonunda nasıl açacağımı, daha doğrusu onlara nasıl ulaşabileceğimi keşfetmiştim laf aramızda. :))

Tüm eşyaları dışarı çıkartılmış boş evler baştan ayağa çalı süpürgesiyle tozu dumana katarak haşır haşır süpürülür, yerler sıkı sıkıya silinirdi. Mutfakta ne kadar kap kacak, tencere tava, kaşık bıçak varsa yıkanırdı. Öyle yüz bilmem kaç parça yemek çatal kaşık takımlarından bahsetmiyorum tahmin edersiniz ki. Tencere tavalar bakırdı önceleri, sonra aliminyumlar çıkmıştı. Tabaklar nasıldı hatırlayamadım. Melamin tabaklar var mıydı, sonradan mı moda olmuştu bilmem. Ama çok kaliteli /kıymetli/ porselenler vardı, kimseye dokundurulmayan ancak misafirlere çıkarılan. 


O minicik nohut oda bakla sofa evler akşama kadar kazıya kazıya temizlendikten sonra dışarıya yığılmış eşyalar içeri taşınarak özenle yerlerine yerleştirilirdi.

Ertesi gün çamaşır günüydü. Evet, çamaşır günü diye bir kavram vardı eskiden. Gün boyunca çamaşır yıkardı kadınlar. Önceleri çamaşırlar elde, kazanda su kaynatarak binbir emekle, eziyetle yıkanırdı. Birçok örtü; koltuk örtüleri, sedir, divan örtüleri, yatak örtüleri vs. ve giysiler hepsi dağ gibi yığılıp yıkanırdı. Yıkadıktan sonra bahçedeki ağaçlar arasına gerilmiş iplere asılırdı. Kar gibi beyazlatılmış olanlar diğer kadınların gizli beğenilerine sunulmak üzere en öne serilirdi. En beyaz çamaşırlara sahip olmaksa kadın için övünç nedeniydi. Çamaşırlar asıldıktan sonra şööyle etrafında gezinilir, elle yoklanır, koklanır, durumdan hoşnut, kendinden emin ve yorgunluğuna değmiş olarak içeri girilirdi. Bu arada karşı komşu Fatmaanım'ın fesat bakışlarını görmüş ve içeri girerken kıs kıs gülüyor olabilirdi belki de, çamaşırlarının en! beyazlığından emin kadın. :P :)

Merdaneli çamaşır makineleri çıktığında ve üstleri dantelli - işli örtülerle örtülüp evleri süslemeye başladığında küçük dillerini yutacaktı neredeyse memleketim kadınları. Artık bu kadarı da olamazdı. Bu bilim adamları uzaydan falan mı gelmişti. Mucize gibi bir şeydi. Atıyordun makineye çamaşırları, bir o tarafa bir bu tarafa kıvırttıra kıvırttıra yıkıyordu. Sadece suyunu değiştiriyordun. Bir de yıkama işi bitip de sıra sıkma işlemine gelince merdanesinin arasına çamaşırları sıkıştırıyordun, sıkıyordu. Tövbe tövbee! Değme maharetli kadın su dökemezdi bu yeni icat makinenin eline. İnsanlık yeni bir çığır açmıştı. Daha fazla ne yapılabilirdi ki bilim ve teknolojide gelişim adına. Ama kadınlar mevzi kaybetmeye başlamışlardı bir kere. Artık en temiz çamaşırı yıkayan kadın olmanın bir önemi kalmamıştı. 'Kimin makinesi daha iyi yıkıyor' ya da ' makinenin yıkadığı çamaşır da çamaşır mıymış, hıh!' sohbetleri başlamıştı artık. Tam otomatik çamaşır makineleri çıktığında da aynısı olmuş, zavallı makinelere beceriksizlikleri konusunda söylenmedik söz, atılmadık çamur kalmamıştı. Aslında "Tüfek icat olmuş, mertlik bozulmuştu..." kadınlara göre. İlk kaset çalar, ilk elektrik süpürgesi, ilk tv, ilk buz dolabı vs. evleri süslemeye başladığında da önce üvey evlat muamelesi görmüş, horlanmış ama sonraları onlarsız olunamayacağı anlaşılmamış mıydı..?.

Neyse... Yatak, yastık, yorgan, divan, koltuk, sehpa, vitrin, radyo, sandık, mutfak rafları ve dolapları ve daha aklınıza gelebilecek her yer dantelli, işli beyaz, ütülü örtülerle örtülmüş, günlük perdeler bile dantelli-işli misafirlik! perdelerle değiştirilmiştir. Artık evler tertemizdir ve görücüye çıkacakmış gibi bayram konuklarını ağırlamaya hazırdır.

Sonra tatlı ve börek yapma faslına geçilirdi. Biz çocuklara bayram başlayana kadar dokunmak, yemek yasaktı ama. Yetişemeyeceğimiz yerlere saklanmış şekerlemelere de dokunamazdık tabii. Anne-Babalarımız öyle sanırlardı daha doğrusu. Şeker ve çikolatanın yerini çoktan bulup tırtıklamaya başlamış olurduk bayramdan önce. :P Mahalledeki çocuklar arasında çikolata jelatini değiş tokuşu bile başlamıştı gizliden.

Bütün bayram hazırlığı bitmiştir ve her gün gördüğümüz komşuları veya her dakika dip dibe olduğumuz akrabaları bayram boyunca ağırlanmak üzere hazırdır artık ev. İşte o saatten sonra biz evin evlatçıkları için işkence başlardı. Milimetrik hesaplarla eşyaların üstüne örtülen örtüleri yerinden kımıldatmak hatta dokunmak bile yasaktı bayram sonuna kadar. "Oraya oturma, ona dokunma, bunu yerinden oynatma, elini sürme kirlenecek..." diye hop oturup hop kalkardı Annem, beraberinde biz de. Ama mutlaka ya örtülerden birini kirli elimizle lekeler, ya da sadece bayramlarda ortaya çıkan, başka zamanlarda görmediğimiz bir biblo aşırı ilgimiz (!) nedeniyle kırılırdı. Ahh! Artık Annemi kim tutabilirdi ki..? :)

Son yıllarda, küçük yerleşim yörelerinde, köy ve kasabalarda bayramlar yine benzer hazırlıklarla karşılanıp, gelenek ve göreneklerimize uygun kutlanmaya devam ediliyorsa da büyük ölçüde, şehirlerde yaşayanlar için bayram, şehrin karmaşasından, yorucu temposundan, gürültüsünden kaçmak için  iyi bir fırsat olarak değerlendiriliyor kimilerince... Ve bu durumda bayram hazırlığından anlaşılan; gidilecek yerleri araştırmak, seyahat çantası hazırlamak, tatil için mevsimine göre alış veriş yapmak anlamına gelebiliyor... Bazen bizim için de olduğu gibi...


nurten y tartaç






19 Haziran 2016 Pazar

DÜN GİBİ HALA GİDİŞİN






Biliyorum oralarda bir yerlerdesin. Gözlerin üstümde, ömrünce hep olduğu gibi. Şu bulutların ardından parmağını uzatmış, "Sakın!!!" diyorsun yanlışımı görüp. Rüzgar olmuş saçlarımda dolanıyor parmakların, "Üzülme, geçecek!" diye okşayarak. Yağmur senin gözyaşların olmalı...Gözlerimden damlıyorsun. Belli, benden çok yanıyor yüreğin. Ne zaman tökezlesem, ne zaman ağır gelse şu hayatın yükü, "Kalk! Bu kadar kolay mı pes edeceksin..?" diye uzanır gibi ellerin. Şimşek şimşek çakan gözlerin beliriyor sanki gözlerimin önünde. Sesin fırtına etkisinde... Yeniden dikleştirip omuzlarımı, doğruluyorum düştüğüm yerden. Yaşlı başlı kadınım hala manevi desteğine muhtacım.

Biliyorum bir yerdesin. Belki kapının hemen ardında. Zile basar basmaz açacaksın kapıyı. "Nerede kaldın..? " Dudaklarından yüzüne yayılan gülümsemen, elinde minicik sarı bir çiçek. "İki kaldırım taşı arasından çıkıvermiş meydan okurcasına hayata." diyerek, çoktan boynunu bükmüş çiçeği uzatacaksın, "Çiçeğime kopardım bunu..." diye. Sanki dünyanın en değerli şeyini sunar gibi gururla tutuşturacaksın solmuş çiçeği elime. Ömrüm boyunca aldığım en değerli armağandı o çiçek.

Uzun zaman olmuştu ziyaretine gitmeyeli. Affet Babacığım. Yaşlanmıştın sanki... Baş ucundaki çam ağacı yaşlanmıştı. Toprağın çatlak çatlak. O da yaşlanmış. Ama sarı çiçekler açmıştı üstünde. Hoş geldin der gibi salınıyorlardı hafif esen rüzgarla...

Saymıyorum artık yılları. Sen gittikten sonra kaç yaprak düşmüş takvimden ne fark eder. Dün gibi değil mi gidişin..? Hiç gitmemiş gibisin hatta; her biri altın değerindeki sözlerin, öğütlerinle ve bizde bıraktığın izlerinle.

Nur içinde uyu Babacığım.

Sevgili Eşim Merih'in, baba ya da baba adayı olan eş, dost ve arkadaşlarımın


BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN

24 Mayıs 2016 Salı

AMAAN SEN DE !!!



Memleketin hali gibi halimiz. Bir yanımız düğün bayram, diğer yanı hiç sormayın. Ki soran da yok ya zaten. Varsın taa uzaklarda bir yerlerde incecik bedenler uzansın kendi kan göllerinin ortasında. Adını bilmediğimiz, şimdilerde artık sayı bile olamayan gencecik bedenler... Umutları gözlerinde donup kalmış genç bedenler...

Gerçeğin, Truva'nın tahta atında saklı olduğu bir garip oyun içindeyiz. Gündem çok ağır. Gelişmelerin mantıksızlığıyla ya hepten delireceğiz ya da ne söylenir, ne yapılırsa inanıp böylelikle aklımızı, ruhumuzu yormadan çıkarlarımız doğrultusunda rahatımıza bakacağız.

Ateş olmuş ama cürmümüz kadar bile yer yakamamışız. Üstelik bakmışız ki, kendimizi yakmak üzereyiz çıkardığımız bu yangında. Sonunda vicdanları susturmakta bulmuşuz anlaşılan çareyi; kalmışsa eğer derinlerde bir kırıntısı... "Amaan! Duymak istemiyorum artık, dayanamıyorum yaşananlara..." demek çıkar yolumuz olmuş, kaybedip doğru yolu, daldığımızdan beri karanlıklara. Baktık olmuyor, boyumuzu aşmış, boğmuş bizi günlük gerçekler, o halde demişiz; kayıp geleceğimize kadeh kaldıralım biz de.

Sonunda vicdan da isyan etmiş. Kapatıp kapısını, paslı kilit vurmuş üstüne. Boş vermiş o da olan bitene, tıkamış kulaklarını dışarıdan gelen her sese.

Anlık mutluluklarla avutalım gitsin gönlümüzü. Hiç haberimiz olmasın geleceğimizi beş paraya sattığımızdan. Anlamsız heveslere tapınalım bundan böyle de, bundan önce hep yaptığımız gibi.

Kağıt kesiği, arada bir incecikten sızlayarak kendini hatırlatan, kapanmaz yaralar biriktirelim içimizde. İyileştirmek yerine, sızladıkça kaşıyıp kanattığımız yaralarımızı büyütüp duralım kinlendikçe. Dindiririz acısını bir avuç tuz basarak üstüne. Öğrendik yolunu nasıl olsa (!)

Yeter ki tıkayalım kulaklarımızı vicdanlarımızın kısık sesine; o uyanırsa, biz de uyanırız çünkü tatlı uykularımızdan sonunda diye...


nurten y tartaç

8 Mayıs 2016 Pazar





VATAN UĞRUNA GENCECİK KUZULARINI TOPRAĞA VERMİŞ ŞEHİT ANNELERİNE SONSUZ SAYGI VE MİNNETLERİMLE SABIRLAR DİLİYORUM.

SADECE EVLADI OLAN KADINLARIN DEĞİL, YÜREĞİNDE BİNLERCE SEVGİ BARINDIRAN KOCA YÜREKLİ TÜM KADINLARIN ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN...

EBEDİYETE YOLCU ETTİĞİMİZ ANNELERİMİZE ALLAH'TAN RAHMET DİLİYORUM. MEKANLARI CENNET OLSUN.


Ne güzel bir enerjiyle açtım gözlerimi. Özenle hazırlanıp, sevgiyle donatılmış kahvaltı masama yerleştim kraliçe edasıyla ve yüzüme yaydığım gülümsemeyle. "Ohh be! işte bu! Bir gün yetmez, her gün  anneler günü olmalı..." derken...

O şarkıyı duydum...

Olmuyor annem... Yalanmış... Zaman ilaç olmuyor yürekte açtığın yaraya... "Üzülmeyeceksin söz ver..." demiştin ya..." Yine tutamadım sözümü... Başaramadım yine...


7 Mayıs 2016 Cumartesi

ANALI KUZU, KINALI KUZU



Ne yazar, ne söylerse insan içindeki anne özlemini anlatabilir tam anlamıyla bilemiyorum. "Analı kuzu, kınalı kuzudur." bunu biliyorum. 

Birgün;

yaşamın doğası gereği Annenden ayrılacaksın, bir kez daha görmemek üzere... O'nsuz devam etmek zorunda kalacaksın hayatının geri kalanına. - Aksini yaşamak bu dünyadaki acıların en büyüğü. Evladını kaybetmiş tüm annelere sabır ve dayanma gücü diliyorum Yaradan'dan ve saygıyla ellerinden öpüyorum.-

Annen yanındaysa her şey daha kolaydır. Dik durabilirsin hayatın güçlüklerine karşı. Nerede tökezlesen, ne zaman umudunu yitirsen, çaresiz kalıp üzülsen bir şekilde imdadına yetişip seni o durumdan kurtaracak, en azından bunun için ne mümkünse yapacaktır çünkü Annen. Karşılıksız, beklentisiz üstelik. Tüm gücüyle... Yeri geldiğinde hayatı pahasına siper edecektir bedenini sana gelecek kötülüklere karşı. Bilirsin...

Kayıtsız şartsız sever seni. Tüm kaprislerine, şımarıklıkarına rağmen. İncitsen, üzsen, ya da her kime kızıp sinirlendiysen, stres topu gibi tüm hırsını O'ndan çıkarsan da, sevgisi azalmayacaktır.  En kırıldığı, hırpalandığı anlarda bile gözyaşlarını yumruk gibi dizip boğazına, içinden dua edecektir senin için. Her şeyin gönlünce olması, tırnağına taş değmemesi için. Bunu da bilirsin...

Ne yazık ki Annen de bir gün, o dönüşü olmayan yolculuğa çıkmak zorunda kalacak bütün canlılar gibi. Tabii ki bilirsin aslında, bilirsin ama O'nun seni bırakıp gideceğini, seni Annesiz bırakacağını aklına getirmek istemezsin. Bilinç altında hep bu korkuyu duysan da, düşüncesine bile dayanamazsın bu kaçınılmaz sonun. Zaman zaman rüyasını gördüğün, uyandığında kalbini yerinden söküyorlarmış gibi hisettiğin bu acıyı yaşamayı beynin reddeder... Annen son nefesini verirken bile.

O'nu kaybettiğinde şu koca dünyada hiç kimsesiz gibi oluverirsin. Her ne yaşarsan yaşa, artık yalnız başına, savunmasız, çırılçıplak gibisindir. Koruyucu meleğin yoktur artık.

Zamanla alışırsın; başkalaşarak, olgunlaşarak, büyüyerek... On yaşında da olsan, kırkında da; saçını okşayan, göz yaşlarını silen bir Annen yoksa, büyürsün.

Her şeyde ve her yerde O'ndan izler arasın. Akşam rüzgarının perdeni aralayıp içeri kadar taşıdığı nergis kokusunda Annenin kokusu vardır. Kırlarda açmış narin gelinciğin bükük boynu sızlatır içini, kim bilir hangi anıyı hatırlatıp. Karşıdan gelen teyze tıpatıp O'dur, hiç benzemediği halde. Yemek kokuları taşan mutfaktan sesi gelecektir şimdi neredeyse, "Yemek hazır hadi gelin!!!" diye. Kokusu sindi üstüne diye yıkayamazsın yıllarca yastık kılıfını...

Henüz Annesi yanındayken her dakikasını değerlendirmeli insan bu ayrıcalığının... Sonra binlerce pişmanlıklar yaşamamak için. O'nu ne kadar sevdiğini her fırsatta söylemeli. Sarılıp boynuna, çekmeli o cennet kokusunu içine. Konuşmak için zaman ayırmalı...Varsın işler geciksin biraz. Arkadaşlar beklesin.

Bir gün; O'ndan bir iz, bir koku taşıyorlar mı diye, bir toprak yığınının üstünde açmış çiçekleri, hatta kuru otları okşayıp, sevmek... Ahh!

Keyfini çıkarmalı anneyle olmanın her anının...


nurten y tartaç


26 Nisan 2016 Salı

BUNDAN BÖYLE "ANKARA'NIN BAĞLARI..."





Biz olmuşuz artık... Tamamdır.

Hani; Akla mantığa sığmayan gerçeklere körü körüne inanışlara, gerçek gibi yalanlara ve buna da körü körüne inanışlara, tacize, tecavüze, baskıya, talana, çalma, çırpmaya ve bunları görmezden gelişlere, yalan dizileri kendi hayatımızdaki trajedilerden önde algılayıp ağıtlar yakmalara, savaşlara ve bu savaşlarda ölenlere bir filmmiş gibi, birazdan düştüğü yerden kalkacak, üstünü başını silkeleyip oyuna devam edecekmişcesine duyarsızlaşmalara ve daha nice nicelerine rağmen günlük hayatımıza nasıl devam ediyoruz, sanki her şey yolundaymış, dünya güllük gülistanlıkmış gibi..? Diye şaşkınlık içindeydik ya.

Hah! İşte artık meyvesini vermeye başlamış tüm bu absürdlükler. Kısacası dostlar, kafayı yemeye başlamışız. Artık bizden kimseye zarar gelmez. Yok oymuş, yok buymuş, yasasıymış, tasasıymış, rejimmiş, düzenmiş ... Amaan sen de..!

Ver fona, 'Bas bas paraları leylaya... '

Olmadı, ' Ankara'nın bağları...'

Çıkarız yakında sokaklara, meydanlara, ohh! Yandan yandan... Gör sen, şıkıdım şıkıdım nasıl da oynanırmış.

***


Şu hikayeyi bilirsiniz.

Bilmeyenler için kısaca anlatayım.

Ülkelerden birinde astığı astık, kestiği kestik bir kral varmış. Bu kral yaptıkları yetmezmiş gibi zamlarla vergilerle de halkın belini iyice büker olmuş. İllallah dedirtmiş...

Sık sık vezirini halkın arasına yollarmış. "Bak bakalım ne derler, ne düşünürler..?" diye

Vezir her seferinde kralın huzuruna çıkar, "Aman! Haşmetmeapları, halk bıkmış, usanmış, isyan ediyor. Her şeye katlandık da şu zamlar, vergiler yüzünden eve ekmek götüremiyoruz. Çoluk çocuk açız. Biraz insaf! diyorlar." Dermiş.

Kral, "Bre zındık! Benim buyruğuma karşı çıkmak kimin haddine..? İki katına çıkarıyorum hem vergileri, hem zamları." dermiş her seferinde.

Sonunda bir gün vezir yine kralın huzuruna çıkmış, "Haşmetmeapları, halk sokaklara dökülmüş, oynayıp duruyorlar. Delirmiş gibiler."

"Hah!" Demiş kral. "Tamamdır. Artık hiçbirinden zarar gelmez. Bundan sonra ne istersem yapabilirim. Tiz kaldırılsın hem vergiler, hem zamlar."

***
Bugün market alışverişimizi bitirip kasaya yanaştığımızda, önümüzdeki orta yaşlardaki adamın sürekli bir şeyler konuşuyor olması dikkatimizi çekti. Belli ki ruh sağlığı yerinde değil diye düşünüp, ilgilenmemeye çalıştık. Ama bizi ve sıradaki herkesi, kasiyeri, market sorumlusunu muhatap alarak hiç ara vermeden sıraladığı bir çoklarını anlamadığımız konuşmasını dinlememiz için ısrar ediyordu el kol hareketleriyle. Önce kırmamak adına ilgili görünürken birden Alper'le birbirimize bakakaldık. Evet, adamcağız normal değildi ve konuşmasının pek çoğu da anlaşılmıyordu ama anladığımız kadarı ile hiç de öyle anlamsız, saçma sapan şeyler değildi anlattıları/anlatmak istedikleri. "Ekonomi..." diyordu mesela. " Uyusunlar mecliste..." " Zam zam zam..." "Şehit oooo!" "Nasıl geçiniyorlar demiyorlar..." " Metro... Marmaray... Gökçek... Ölelim en iyisi... " "Toma geliyo..." Daha neler neler... Valla, "Anayasa... Başkan..." bile dedi.

Çok hızlı ve sürekli konuşuyordu. Öyle ki kasiyere para uzatırken bile bir saniye susmadı. Kasiyer elinden döküp saçtığı paraları toplayıp içinden kendisi aldı alışverişinin ödemesini. Marketten çıkıp karşı kaldırıma geçtiğinde de hala konuşuyordu.

Cümleler tam anlaşılmasa da anlatmak istediği konu gayet açıktı. Ülke siyasetinden bahsediyordu. Belli ki, çok yakından takip etmişti gündemi. Ve oldukça zeki biriydi muhakkak bu duruma gelmeden önce. Bu nedenle olmalı; yaşananlar aklını, mantığını, vicdan sınırlarını çok zorlamış, sonunda kafatasından firar edip diline dolanmıştı kelimeler olarak zavallı adamcağızın.



nurten y tartaç

11 Nisan 2016 Pazartesi

MELEKLER KORUSUN

 Nostaljik Pazartesi



Ne zaman Ali 'yi hatırlasam; siyah, uzun kirpiklerle çevrili iri mavi gözleri gelir aklıma; mavinin en güzeli, en derin, en anlamlı bakan o gözleri... Ve o gözlerin ateş saçan bakışlarının, bakıcısının zehirli dilini delen oku... Oysa küçücüktü Ali. Ağzı süt kokuyordu daha.  Ne zaman, hangi kahrolasıca katran karası yürekler öğretmişti O'na nefret etmeyi..? 

Üç yaşlarında falandı sanırım. Aradan çook uzun yıllar geçti, tam hatırlamıyorum... Daha küçük bebeciklere biraz önce mamalarını yedirmiştik odalarında. Kimisini yatağına bırakmış, kimisini bakıcılarına teslim etmiştik. Yatağında olanlar başlarını sağa sola, yerde oturanlar öne arkaya sallayıp duruyorlardı. Durmaksızın. Sonradan öğrenmiştim; bu davranış, sevgiye açlıktanmış. 

Altı-yedi yaş ve üstü çocuklarla daha yuvaya gelir gelmez kapıda karşılaşıyorduk. İlk gelişimizde elimizdeki pakete atılmıştı hepsi birden. Kuru pastalar yerlere saçılmış, tozun toprağın içinden toplamışlardı. Kendimi tutamayıp hıçkırıklara boğulmuştum. Henüz acemiydim o zaman. Sonra anladm onların yiyecek içecekten daha çok sevgiye, ilgiye, onları saran sıcacık kollara hasret ve muhtaç olduklarını. Hepsinin annesiydim. Uzaktan görür görmez koşarak üstüme atlarlardı "Annee! " diye. Kimisi kucağıma oturmak ister, kimisi en çok o okşamak ister, bazısı sadece kendisi sevilsin ister diğerlerini itelerdi. Biraz büyük kızların en çok ilgi duydukları şey ise takılarımızdı. " Anne ! yüzüğünü bana versene." "Kolyeni de bana versenee! " Daha yirmi - yirmi iki yaşında falandım. Çok gençtim ama hepsine yetmek çabasıyla onlarla olduğum o bir kaç saat içinde ne mümkünse yapmaya çalışıyordum.

Ali yaşındakilerle ancak bakıcıları da yanımızdayken ilgilenebiliyorduk. O gün bakıcıları bir kabın içine salatalık doldurmuş, sekiz-on çocuk ve biz, bahçeye çıkıp, ağaçlık gölge bir yere, çimenlerin üstüne örtümüzü yayıp oturmuştuk. Küçücük pamuk elini elimin üstüne koymuş, Kafasını koluma, yumuşacık bedenini bedenime yaslamıştı Ali. Bakıcının uzattığı salatalığı almadı."İstemem!" anlamında omuz silkti. Bir daha ısrar etti bakıcı ama yine istemedi Ali. Daha bir sokuldu koltuğumun altına. Kinle bakıyordu kadına. O kadar güzel bir çocuktu ki, içim sızladı minik yüzüne hiç yakışmayan o ifade dikkatimi çektiğinde. "Canı istemiyor herhalde. Israr etmeseniz..." Kadın beni duymamıştı sanki. Rakibine, düşmanına bakar gibi nefret kusan gözlerini dikti Ali'nin gözlerine. " Bunun anası var ya, bunun anası..." dedi, salatalık kemiren ağzından köpükler saçarak. "Kocasını arkadaşıyla aldatmış. Adamı bırakıp kaçmış aşığına. O... bunun anası. İşte biz de böyle bunların bebesini avutuyoz." Allah'ım, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. "Bu çocuğun ne günahı var..?" demek istedim ama Ali'nin öfke saçan minicik suratına bakınca orada konuşmak yerine müdüre durumu anlatmanın daha uygun olacağını düşünerek yerimden kalktım. Arkamı dönüp gidiyordum ki, Ali'nin çığlıklarıyla geri döndüm. Bakıcısının elinden kurtulmuş, "Anne! Gitmee! " diyerek bana doğru koşmaya başlamıştı minik çocuk. Ve yüzükoyun kapaklandı toprağın içine. Bakıcı onu yerden kaldırırken bana seslendi. "Geri dönme git. Gelirsen bir daha susturamayız, bırakmaz seni..."  Bakıcı bu arada çocuğu kucaklamış odasına götürüyordu. Olduğum yerde kalakaldım. Gözyaşlarım sel gibi akıyordu, gözümün önünü göremiyordum. Hırsla müdürün odasına daldım. "Ne vardı..?" dedi. Durumu anlattım. Bakıcının duyarsızlığını... "Sen niye ağlıyorsun?" "Ali'nin yanına gitmek istiyorum." dedim. "Şimdi sen evine git. Tekrar geldiğinde gör Ali'yi. Şu an çok sinirli görünüyorsun." dedi.

Eve gittim. Gidene kadar gözyaşı döktüm. Birkaç gün yemeden içmeden kesildim. Sonunda Babam; " Henüz çocuk yuvasına gidecek olgunlukta değilsin. Her çocuğu ayrı ayrı dert ediniyorsun. Bu şekilde bir faydan olamaz onlara. Böyle devam edersen hasta olacaksın. Biraz daha büyüyüp, olgunlaşana kadar ara ver." demişti.

Sonra... Hayat bir telaşla aktı gitti, seline bizi de katarak. Daha dün dediğimiz, çeyrek asrı çoktan geçti. Bir daha gidemedim o yuvaya. İçimde hep ukde kaldı. Yapmam gereken bir işi yarım bırakmış gibi...

Ali hiç aklımdan çıkmadı ama. Hayat ona nasıl davranmıştı acaba..? Daha kaç kere düşmüş kalkmıştı..? Kapanmış mıydı yara izleri..? Düştükçe doğrulmuş, güçlenmiş yoluna devam edebilmiş miydi..? Yoksa her düşüş O'nu daha da derine mi çekmişti? 

Belki yüreği sevgi dolu bir aile kucak açmış, yaralarını sarmıştır Ali'nin. Şimdilerde çocukları, eşi ile mutlu bir ailesi bile vardır belki de. 

Ahh! Ali ... umarım başlangıçta  onca acımasız davranan hayat, yüzünü güldürmüştür sonunda.

Dilerim melekler korusun tüm masum, günahsız, kimsesiz çocukları.

nurten y tartaç



6 Nisan 2016 Çarşamba

Ne oldu bizim değer yargılarımıza..?



Bazen ikileme düşüyorum gerçekten, nasıl davranmam gerektiği konusunda. 

Bugün dolmuşta yaşadığım olay beni böyle bir kararsızlıkta bıraktı mesela. Ne yapılması gerektiği konusunda bir kararsızlığım yok elbette. Beni çevredekilerin tutumu duraksattı aslında.

Ön çaprazımdaki koltukta oturan 13-14 yaşlarında bir erkek çocuğa arkamdaki bayan seslendi.

 " Neden uzattığım parayı şoföre vermedin..?"

"Ben para falan almadım." dedi çocuk önce.

" Sana iki kişilik para verdim ya!"

" Verdim Şoföre..." dedi bu kez.

"Vermedin. Cebine koyduğunu gördüm."

 "Ha! parayı bana verdin sandım." 

Kadın, " Neden sana para verecek mişim ki..? dedi.

Çocuk gayet pişkin kalktı, cebinden parayı çıkarıp uzattı şoföre.

Sonra sakince yerine oturdu, hiçbir şey olmamış gibi yolculuğuna devam etti. 

Yolcular da öyle... Sanki anormal bir durum yaşanmamıştı. Çocuk hırsızlık yapmamıştı. Kimse konuyla ilgilenmedi bile. Parayı uzatan kadın bile yanındakiyle başka bir sohbete daldı. 

Aklım karıştı... Hırsızlık doğallaşmaya mı başlamıştı bu ülkede. Bir ben mi yanlış düşünüyordum, ortada bir yanlışlık yoktu da...

Yoksa insanlar inanılmaz derecede hassaslaşmış, çocuk/genç/ ruhundan anlar olmuş, onu incitmek istemedikleri için mi konuyu görmemezlikten gelmişlerdi..?

Acmasızca mı düşünüyordum bilmiyorum ama içimden, " Bu bir hırsızlık olayı. Birinin ikaz etmesi gerekir. Kalk çocuğun yanına otur ve bak oğlum! Sen biraz önce çirkin bir şey yaptın. Böylesine doğal davranabildiğine göre bu ilk de değil. Belki yetiştiğin çevrede sana kimse hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu söylemedi şimdiye kadar. Belki de seni bu yola iteleyen bir çevrede yaşamak zorundasın. Benim seni ikaz etmemin, öğüt vermemin de bir faydası olmayacak belki. Ama çok yanlış yapıyorsun çocuğum. Bir daha böyle bir şey yapma e mi..?"  demek istedim en azından. Bu konuşma çocuk için bir anlam ifade etmese bile.

 Olay doşmuştakiler tarafından sıradan, önemsiz hatta hep olagelen bir şeymiş gibi karşılandığı için, sesimi çıkaramadım. 

Ne zaman değişti bu toplumun değer yargıları..? Hırsızlığı ne zamandan beri içselleştirip, normalleştirip, kabullenir olduk..?

Oysa biz kendimizi bildik bileli, ailemizde, okulumuzda,  çevremizde, bir tek kalem ya da kasalar dolusu para çalmanın aynı olduğunu, hırsızlığın büyüğü küçüğü olmayacağını, kötü hatta adi bir davranış biçimi olduğunu, asla kimsenin malına el uzatmamız gerektiğini öğrenmiştik...


nurten y tartaç




15 Şubat 2016 Pazartesi





Bu sabah farklı düşünüyordum ama yanılmışım. Dayanamayacağım.

Mola vermek en doğrusu.

Aydınlık yarınlarda ve güzelliklerde buluşmak umuduyla...


Sevgi ve dostlukla kalın

14 Şubat 2016 Pazar

NOSTALJİK PAZARTESİ ETKİNLİĞİ



Sevgili EQ  Ayşe Arkadaşımızın başlattığı - günün anlam ve önemini vurgulayan - şu Nostaljik Pazartesi Etkinliği yazımı bir gün önceden paylaşmak istedim.

7 Şubat 2016 Pazar

ÇOOK ÇOK YILLAR ÖNCEYDİ


( Uzun yazdığımın farkındayım. Durduramadım ellerimi. Ama  okumalısınız bence ;) Bir daha kim size taaa 1960 lardan bahsedebilir ki di mi..? :) ) 

Geçen haftaki Nostaljik Pazartesi yazımda şu komşuların birbirleriyle yarışarak örgü örmelerini anlatırken 1960 larda daha ben küçücük bir çocukkenki anılarımı hatırlamıştım... 

 İçinizden pek çoğunuz o yıllarda henüz doğmamıştınız bile. Ben anlatırken siz, ilkel bir çağdan bahsediyormuşum gibi düşünüyor olabilirsiniz. Ama inanın yanılıyorsunuz... Çok daha güzeldi o yıllar. İç içeydi hayatlar. Herkes birbirini özeline kadar bilir, ihtiyacı olana bütün mahalle yardıma koşardı. Paylaşmayı bilirdi büyükler de, çocuklar da. Benim 10-12 yaşıma kadar yaşadığım o Orta Anadolu kasabasında bile ülkenin bugünkü haline bakıldığında bazı şeyler daha moderndi. Bugün kaz ayaklarım, karlar yağmış saçlarım ve acımasız yer çekiminin izleriyle yaşlılık tüm benliğimde bütün ihtişamıyla hüküm sürüyor olsa da; evet, bir zamanlar ben de çocuktum. Hem de ele avuca sığmayan, ağaç tepelerinden inmeyen, istediği olmayınca ter ter tepinerek ağlayan bir çocuk.

O yıllarda çocuklar sokakta oynardı. Evde oturan çocuk olmazdı. Hiç. Evde zaman geçireceği ne TV ne de bilgisayarları vardı çünkü. Mahallenin bütün çocukları toza toprağa bulanmış bir şekilde cıyak cıyak bağırarak oyun oynarlarken, anneler de ellerine el işlerini, koltuk altlarına minderlerini alır, o gün hangi komşuyu gözlerine kestirmişlerse ya da kim buyur etmişse onun kapısının  önünde, düz ayak balkonunda otururlardı. Kimi dantelini, kimi örgüsünü, kimi de işlengisini yaparken, hem sohbet eder, hem de çocuklarını gözetim altında tutarlardı. Arada bir de bağırarak ikaz ederlerdi "Yapmaa! " diye, o günkü ev sahibi komşunun yaptığı çayları yudumlarken. Çay yanına bir ikramları olur muydu bilmiyorum. Ama öyle eni konu misafir hazırlığı olmazdı sanırım. Eğer olsaydı koca mahallenin onlarca çocuğu üşüşürdü başlarına her halde. Oysa oyunu bırakıp eve girmemekte direnen çocuklarına yeter ki doysunlar diye bir dilim ekmek üstüne yağ - reçel sürüp verirdi anneler. 

Bütün mahallenin kadınları oturup el işlerini örerlerken arada başlarını kaldırıp dedikodu yapmaktan da geri durmazlardı elbette. Biliyorum... Çünkü oyun arasında onlara yanaşıp bu dedikodulara kulak misafiri olmak en büyük zevkimdi, Annem fark edip de azarlayarak uzaklaştırana kadar.

Mahallenin kadınları arasında el işlerini en hızlı kim yapacak yarışı olurdu bir de. Dantel veya işlengi işlerken iplerini eşit uzunlukta ölçerek o ipi kim önce bitirecek diye yarışırlardı. Öyle dudak bükmeyin, oldukça önemliydi ipi önce bitirip yarışı kazanmak. Yarış halindelerken kadınların yüz ifadelerini, gayretli çabalarını görseydiniz hak verirdiniz bana. Fidan Teyze vardı mesela... İşine öyle bir odaklanırdı ki, pabuç kadar sakızını hırsla çiğnerken otuziki dişi birden çıkacak sanırdınız ağzından sakıza yapışıp. Sakız da şimdikiler gibi değil hani... Kenger sakız. Bunu da bilmiyor olabilir pek çoğunuz. Şu kadarını söyleyeyim; sert, kaya gibi bir şeydi bakkaldan alındığında. Yumuşaması için bütün gün aralıksız çiğnemeniz gerekirdi. O günün sonunda yatağa girdiğinizde ise çenenizin ağrısından uyuyamazdınız. Ama yumuşayınca da bir o kadar nefis bir tadı ve kokusu vardı. Fidan Teyze bir yandan sakızını şakırdatarak, yarısını ağzından taşıra taşıra çiğnerken, gözünü işlengisinden bir saniye ayırmadan kavgaya tutuşmuş oğluna, " Muhsinn! Muhsin! Allah canını alsın oğlumm, başka bişiicikler demem." diye bağırırdı.

Biz kız çocukları da tuttururduk bazen, saklambaç, körebe, dalya, yakan top, evcilik vs gibi oyunlardan sıkıldığımızda biz de işlengi yapacağız diye. Küçük bir patiskanın üzerine işleyeceğimiz model kadar boyda ve ende, elek gibi delikli ipliklerden oluşan kanaviçeyi teğelleyip, modeli örnek olarak başlar, elimize verirdi annelerimiz. Ve yarışırdık acemice de olsa ipliklerimizi ölçerek. Ahh! o Türkan yok mu, o Türkan. Anacım her şeyi mi sen en iyi yaparsın...? Hep O birinci olurdu yaa! Süpürge yaparken de O en temiz süpürürdü bahçeyi. Annem öyle söylerdi.:) Hele bağıra bağıra ders çalışması yok mu..? Evde yer ahşap, 'çıt!' desen duyuluyor zaten, niye bağırıyorsun ki? Ev sahibimizin kızıydı. İki katlı evimizin üst katında otururlardı. Bağırmasa da olurdu yani ama o bağırarak ders çalışırdı. Çarpım tablosunu bu şekilde öğrendim :P Canımız hiç çalışmak istemese de Annem, Babam; "Bakın! Türkan nasıl da ders çalışıyor. Çok çalışkan çocuk çook." diye başlayacaklar şimdi diye mecburen ders çalışır görünürdük Türkan ders çalıştığı sürece. Gerçi kitaplarımızın içinde Teksas, Tommiks, Zagor falan olurdu ama :P  (Şarkıdan esinlenerek Türkan demiyorum, ismi sahiden de Türkan'dı. Bu Türkanlar fena mıymış neymiş :))

İşlengi mi ne demek..? Bu sanırım o Orta Anadolu kasabasındaki yöresel adıydı. Bilinen adı kanaviçe. Kanaviçenin ne demek olduğunu biliyorsunuzdur değil mi..? Hiç kaneviçe işlemediyseniz bile adını duymuş olmalısınız. Hani şu şimdilerde annelerin, anneannelerin sandıklarından, bohçalarından çıkartılıp motiflerinin etrafından kesilip, başka kumaşların üstüne işlenerek modernleştirilen el işleri. :)

Aşağıdaki kanaviçe örnekleri bilmeyenler için bir fikir verir sanırım.






                                          ( Görseller internetten )
  
                nurten y tartaç     

                               

4 Şubat 2016 Perşembe

YANILSAMALAR




Bir günlük mutluluklara aldanıp,

yüreğinden kelebekler uçurdu sonsuzluğa.

Hiç görmediği uzak şehirlerin ışıklarını,

yaz gecelerinin ışıltısı ateş böcekleri sandı.

Dokununca sönüveren sabun köpükleri gibiydi,

bahar dallarında açan yalancı çiçekler.

En güzel yerindeyken düşlerin,

uykudan karabasanla uyanmaktı gerçek.

Şeytan uçurtması yapıp uçurdu gökyüzüne,

rüzgarlarla kucaklaşsın diye...

O gidip yağmur yağdırdı kızdırıp kara bulutları.

Uzun bir yol var sandı önünde.

Oysa ilk durakta inecekti.

Hayat bir an, o da şu andı...

Yaşamak o anın, hangi anında saklıydı..?


nurten y tartaç

31 Ocak 2016 Pazar

NOSTALJİK PAZARTESİ



Sevgili EQ Ayşe' nin başlattığı Nostaljik Pazartesi Etkinliği.
***
Biliyorsunuzdur belki Çanakkale'deki soba yakma / yakamama maceramı.

Dönem dönem kıyıda köşede birikmiş, unutulmuş ıvır zıvırı ayıklayıp atmak, attıkça azalmak yerine bir şekilde daha da çoğaldığını görüp küplere binmek işlemlerimden biri sırasında, "Çağdaş odun-kömür..." yazılı olan bir kart geçti elime.

Hani şu "Seni Seviyorum Çanakkale" yazımda anlattığım, bana soba yakmayı tarif eden komşular vardı ya... Kartı görünce o komşular geldi aklıma. Komşular aklıma gelince de başka bir anımı hatırladım gülümseyerek, onlarla ilgili.
Yine bir şey sormak için komşulardan birinin kapısını çalmıştım...

 İçeri buyur etti. Girdim. Ohh! Baktım soba çıtır çıtır yanıyor kıvılcımlar saçarak ve oda sıcacık olmuş, oturma ve çay ikramı teklifine 'hayır' diyemedim. 

Komşu; "Karşıdaki öğrencinin annesi geldi, hadi gel!" diye başka bir komşuyu aradı telefonla. Üç komşu birden geldi biraz sonra. :)

Ayak üstü 'hoş geldiniz' muhabbetinden sonra karşı kanepeye sıralandı üç konuk komşu. Ve aceleyle, süslü el işi torbalarından allı yeşilli morlu rengarenk yünler çıkardılar. Ve şişlerini... Kimi ipi eline doladı, kimi boynuna, sonra kafalarını boyunlarına gömüp, gözleri örgülerine kilitli başladılar haldır haldır, yetişecekleri bir yer varmış, ya da ne bileyim yarın gelin gideceklermiş de çeyiz yetişmemiş gibi bir telaşla örmeye. Tekli koltukta oturan ev sahibi komşum kafasını bir ara örgüsünden kaldırıp 
" Çay getireyim..." dedi. 
"Zahmet etmeseniz..." dememe kalmadı çıktı odadan. Biraz sonra da elinde tek bardakla döndü.
 "Aa! siz içmeyecek misiniz..?"

Kanepede oturan komşulardan biri başı örgüsünde, gözleri ilmekleri takipte "Bende çarpıntı yapıyor akşamları." dedi.

Ortada oturan komşu "Cık..!" dedi kısaca. Onun işi daha acele olmalıydı. 
Üçüncüsü; "Ben sevmem çayı." derken, başını kaldırıp gülümsedi bir an. 
Ev sahibi de gülümsedi. "Siz için için üşümüşsünüzdür." diye. Soba yakamıyorum, üşüyoruz demiştim ya... Ahh! Bir an kendimi sokağa terk edilmiş, üşümüş, acıkmış, zavallı bir kedi yavrusu gibi acınası durumda hissetmemi sağlamıştı ses tonu.

Komşular arasında en hızlı kim örecek, örgüsünü önce kim bitirecek yarışması vardı kesin. Bu belki sözle dillendirilmemişti ama örgüsünü en hızlı bitirenin diğerleri gözündeki prestiji daha yüksek olacağı açıktı.

Bir yandan çayımı yudumlayıp, bir yandan da kalksam mı, oturmalı mıyım arasında gel gitler yaşarken, komşuların şişlerle - yünlerle, dizlerinin üstüne doğru uzayan örgüleriyle gayretkeş ilişkilerini izledim sessizce. Ve arada içlerinden birinin diğerinin örgüsüne kaçamak bakışlarını.

Göründüğü kadarıyla komşulardan biri daha uzmandı örgü konusunda. Çünkü diğerleri arada bir, "Bak! olmuş mu..?" diye soruyorlardı. O da sanki fizik profesörüymüş de kuantum fiziği anlatıyormuşçasına ciddiyetle, "Kaç kere gösterdim. Şu üç ilmeği birden alacaksın, sonraki ilmeği boş alıp ipi şişin üstüne dolayacaksın..." diye kaşlar hafif çatık tarif ediyordu. Kaşlar çatıktı, çünkü komşusuna gösterirken kendi işi uzuyordu. 

"Sen örgü falan yapmaz mısın..?" diye sordu sonra bana dönüp usta örgücü.
 
"Ay! Şekeriiim! Senin o tarif ettiğin örgüyü ben on yaşımdayken yapıyordum..." demedim. "Arada yaparım." dedim.

 O 'arada yaparım' bile inandırıcı gelmemiş olmalı ki, gözlüğünün üstünden şööyle bir süzdü çaktırmadan. "Hıh! haspam! sen ne bileceksin örgü örmeyi? Sen ancak süslen püslen gez toz. Ne zaman görsek sokaktasın." bakışını görmemezlikten geldim ben de tabii.

Tabii ki sadece örgü örmediler. Tam " Ben artık kalkayım..." demişken, sohbete başladılar.

"Senin oğlan alış veriş de yapıyor. Geçen gördüm poşetlerle geliyordu eve..." dedi konuk komşulardan biri.

"Geçen camdan bir şey silkeliyordu. Titiz de maşallah." dedi ortada oturan konuk komşu.

 "Geçen gün de pırasa vardı poşetinde. Sebze pişirmeyi de biliyor dedim kendi kendime." dedi diğeri.

" İyi yetişmiş belli. İpsiz sapsızın girip çıktığını hiç görmedik... Yandaki bekarlar sabahlara kadar içiyorlar." dedi ev sahibi komşum.

"Arada bir, bir kız geliyor ama..." dedi usta örgücü komşu.

Onlar; "Uzaktasın. Hiç merak etme oğlunu. Her şey yolunda..." demek istiyorlardı tabii, biliyorum.

Ben içimden;

"Ay! nereden, nasıl görüyorlarsa görüyorlar bunlar anacım. Balkonları bile yok bizim caddeye bakan. Pencereleri ise yan sokağa bakıyor. Ama görüyorlar işte..." 

"Hıımm! Tek bir hareketini de kaçırmıyorlar. Takipteler. Başka işleri yok mu? Çok meraklılar..."

diye çıkarımlar yapıyordum konuşmalarından.

Kötü müyüm neyim :P

***
Bitmedi :P

***
Komşular böyle gizli bir çekişmeyle ve birbirlerini geçme hevesiyle şişlerini şıkırdatırken aklıma çok eski yıllardan başka bir anım gelmişti...

Taa 1960 lı yıllarda anneler kapı önlerinde işlengi işlerken (Bak siz şimdi işlenginin ne olduğunu da bilmiyorsunuz di mii..? Genç şeyler nolcek :P ) Neyse... İşlenginin ne demek olduğunu ve bununla ilgili yazımı daha sonraki bir Nostaljik Pazartesi Etkinliği'ne saklayayım.Yoksa bu yazı uzar gider. Sıkmayayım şimdi kimseyi.

nurten yiğit tartaç

SİL BAŞTAN OLSA HAYAT


29 Ocak 2016 Cuma



Akşam işten gelirken kedi konmuş Mert'in başına


Hadi hayırlısı :)
                




26 Ocak 2016 Salı

GECEKONDULAR YIKILIRKEN ALTINDA KALANLAR...






Ankara'nın varoşlarındandır Altındağ Belediyesi kapsamındaki bazı semtler. Bu semtlerdeki tek katlı gecekondular kentsel dönüşüm projesi kapsamında neredeyse tamamen yıkıldı. Toki'nin onlarca katlı binaları yükselmeye başladı orada burada mısır patlağı gibi. De... düşünmeye başladı benim iflah olmaz beynim, bu semtin evsizleri şimdi nerede barınmaktadırlar diye...

Koca dağı kaplayan derme çatma evler ve bu evlerden bazılarında yaşayan karanlık tipler ürkütürdü, kazara bir işiniz düşüp de bu mahallelerden geçmek zorunda kalsanız. Elbette orada yaşayan herkes böyle değildir. Fakir - fukara, kendi halinde, yaşama direnmek için bin takla atan yine de akşam evine ekmek getirmekte zorlanan, ezilenlerin semtidir daha çok burası. Gözlerden saklanmak kolay olduğundan olmalı, karanlık tiplerin bu ve benzeri semtleri seçmeleri. Tıpkı şimdi çok katlı, asansörlü, komşuların birbirlerini tanımadığı apartmanlarda olduğu gibi.

Neyse... Konu bu değil zaten. Beni düşündüren o derme çatma, çatısı tenekeyle, kırık camı gazete kağıdıyla kaplı, kapısındaki aralıktan kışın tüm soğuğunu içeri buyur eden, duvarındaki çatlaklardan rüzgar üfüren ve borusu pencereden çıkıyor olsa da bacası tüten bu evler yok artık.

Ama yıkıntılar arasında çocuklar var. Kendilerini soğuktan korumak için bu yıkıntıların kuytusuna sığınmış çocuklar... Onlarca çocuk... Hem de Ankara'nın buz gibi, tükürük donduran ayazından korumaya çalışan çocuklar... Belli ki ailesiz, savunmasızlar.

Ankara görüntüsünü değiştirirken, modernleşirken, Avrupa başkenti olmak yolunda yıkarak yükselirken, devlet, varoşlarda barınan, yaşamaya çalışan, geliri günlük ekmeğini almaya ancak yetecek kadar olan insanların geleceğini ne kadar düşünüyor acaba..? Hadi başını sokacak bir damı olanlar kentsel dönüşüm aşamasında evleri karşılığında üç-beş kuruş aldılar ya da yeni binalardan bir daire edinecekler. Ya o gecekondularda bir evi olmayan, kiracı konumundakiler ne yapıyorlar..? ne yapacaklar..?

Üstelik evsiz yurtsuz aşsız ekmeksizlere şimdi Suriyeliler de eklendiler. Gündüz şehrin her yerindeler; yolda, kavşakta, AVM ya da market önlerinde... Ya geceleri...

Geceler... Her türlü kötülüğü karanlık örtüsünün altında gizleyen gecelerde çocuklar. Ailesiz, sahipsiz, kimsiz - kimsesiz bu çocuklar. Bir aileleri varsa bile kim bilir hangi kahrolasıca nedenle sokağa bırakılmış çocuklar. Hatta kimsesiz, güçsüz yetişkinler...


 Eğer devlet yapıcı önlemler almaz ve etkin yaptırımlar uygulamazsa, yarınlar bu gidişle hırsızlık, cinayet, tecavüz ve daha akla gelmez nice kötülük, suç ve kaos patlamasına gebe görünüyor.




nurten y tartaç



17 Ocak 2016 Pazar

ANKARA KİTAP FUARI



Bugün ATO  daki ( Ankara Ticaret Odası ) Ankara Kitap Fuarı'ndaydık. Ben diyeyim 200 siz deyin 300 Metre uzayan kuyruğu bekledikten sonra girebildik fuar salonuna. Ankaralıların bu kadar kitap sever /okur / olduklarını görmek o kuyruğu beklemeye değdi doğrusu. Salı günü de gitmiştik ama hafta ortası olduğu için bu kadar kalabalık değildi. Ortam çok güzeldi. Aldığımız kitapları yazarlarına imzalattık. Ayrıca bunca değer verdiğimiz yazarlar kalemlerinin gücüyle olduğu gibi tatlı dilli hoş sohbetleri, samimi ve candan tavırlarıyla da gönüllerimizde yer edindiler.
























smile ifade simgesi