9 Ocak 2012 Pazartesi

KOCA CEVİZ AĞACI ve O SERÇE YUVALARI

Anneleri arkalarından seslendiğinde onlar yamaçtaki ceviz ağacına doğru koşmaya başlamışlardı çoktan. Duymadılar, "elinizdekileri yeyin de öyle oynayın" diye seslendiğini.  Kan ter içinde kalmıştı küçük kız kardeşini geçip ceviz ağacına ilk dokunan olmak için. Son bir hamle yaptı tepeye yaklaştığında dili bir karış dışarda. Tam da elini uzatmıştı;  koca gövdeli,  dalları gökyüzüne kadar uzanan, koyu gölgeli yaşlı ceviz ağacını kucaklamak için.  Kardeşinin,  örgülü saçlarından tutup çekmesiyle yere yuvarlandı.  Hem yarışı yine kaybetmiş olmanın hırsı,  hem de canı yandığı için tepine tepine ağlıyordu  yemyeşil çimenlerin arasına kafasını gömmüş ama reçelli ekmeği yere değmesin diye kolunu upuzun yukarı kaldırmayı unutmadan.  "Hemen de ağlarsın sulugöz.  Ben erkekim akıllım beni geçemezdin ki zaten. Hep ben birinci olmuyor muyum..?"  diyerek elini uzattı kalkması için, bir yaş küçük ama daha iri, azıcık hınzır, çokça da yaramaz kardeşi.

En büyük,  belki de tek eğlenceleriydi babalarının öğretmenlik yaptığı bu köyde, lojmanın karşısındaki  yemyeşil tepede,  annelerinin anlattığı masallardaki devleri andıran,  tek ve kocaman ceviz ağacının serin ve koyu gölgesinde oyun oynamak.  Rüzgarın uğultusuyla gizemli sesler çıkaran yapraklar küçük kızın ürpermesine neden olsa da bazen,  yine de orda olmayı severdi.  Kimi zaman da ağacın altında çimenlere uzanıp gözlerini kapatır,  yaprakların hışırtısını dinlerdi bir ninni dinler gibi.

"Aaa bak! " dedi kardeşi, ilerdeki yıkık kerpiç evi göstererek.  "Kuşlar yuva yapmışlar. Hadi gidip bakalım." "Hayır! Ben korkuyorum o evden" dese de dinletemedi kardeşine. Belki merak da ağır bastı biraz.  Bir kısmı yıkılmış duvarın dibinde,  kerpiçler üst üste yığılmış bir tümsek oluşturmuşlardı. Bu tümseğin üstüne tırmanıp, evin tavanını oluşturan  çürümeye yüz tutmuş sıra sıra kalasların arasına elini sokup bir yumurta çıkardı çocuk. "Bak abla! içinde kuş var" Güneşe tutmuştu yumurtayı.  Kardeşinin uzattığı yumurtanın içinde gördüğü gölge minicik bir serçe yavrusu olmalıydı gerçekten de. "Kırayım mııı..?" dedi, güneşten ve harcadığı efordan kıpkırmızı olmuş suratına yerleştirdiği hain gülücükle.  Küçük kız Ağlamaya başlamıştı  "Tamam bee! yine başladın, koyuyorum işte yerine..."   "Bak! burada bir yavru varrr! Yeni doğmuşş ..."  demesiyle elini başka bir yuvaya daldırması bir oldu.  Henüz tüylenmemiş koca gagalı minicik bir et parçası avucunda titreyip duruyordu.  Yine yalvarmaya başladı küçük kız kardeşine yavruyu yerine koyması için. Tepelerinde çaresizlikle uçup duran anne serçe olduğunu düşündüğü serçeyi göstererek. Nihayet kardeşi yavruyu yerine koyarak indi aşağıya.

 Ertesi gün,  serçelere  ellerindeki reçelli ekmeklerinden vermek için eski eve geldiklerinde, ne yumurta ne de yavru serçe yoktu yuvalarında...  Bir kedi yalanıyordu iştahla duvar dibinde ...

***

Altı - yedi yaşlarındaydık sanırım...  Çok üzülmüştüm.  Hala o serçe yumurtasını ve tüysüz serçe yavrusunu hatırlarım zaman zaman.  Ve o yıkık kerpiç evi.  Suçlanırım,  biz  dokunmasaydık belki de o kedi farketmeyecekti kuş yuvalarını diye...

6 yorum:

Sittirella dedi ki...

:/
Benim de var böyle yaramazlık anım ablacım.
Yazlık bir evimiz vardı, ev değil, dam derler Ege'de.
Her yerinde kuş yuvaları vardı.
Belki sekiz, belki on, belki daha fazlaydı.
Bir çıktı mı yavrular yumurtadan, Sabahtan akşama dek cik cik sesleri :)
Yavru kuşlar yuvadan kıpırdamazlar... ta ki, insan eli değene dek.
Bir kez değdi mi, durmazlar, tutamazsın onları yuvada, kaçarlar.
Biz de daha uçması mümkün olmayan bir kaç yavruyu alıp sevmiştik kardeşimle... sonra yerine koymak istedik :/ koyamadık.
Defalarca denememize rağmen, durmadılar, hepsi ayrı yönlere kaçtılar.
Günlerce uyuyamamıştık vicdan azabından.
Anneleri boş yuvaya gelip gelip gidiyordu :/
Offff, bak yine hatırladım.
Yine vicdan sızısı :(
O kadar iyi anlıyorum ki ne hissettiğini... o ''belki'' veya ''keşke'' rahat bırakmıyor vicdanı :(

Çınar dedi ki...

Sittirella'm; Doğayla içiçe bir çocukluk geçirmek çok çok güzel. Şimdiki çocuklar bunun nasıl bir duygu olduğunun farkında bile değiller. Bu yönden bakınca ne kadar ayrıcalıklı zamanlar olduğunu düşünürüm sıklıkla o günlerin. Mesela; yumurtalarının üstünde civciv çıkana kadar bıkıp usanmadan oturan tavuğu hergün kontrola gitmek ve nihayetinde, kabuğunu çatlatan o sapsarı minik yaratığın hayata merhaba dediği ilk anları dakika dakika gözlemlemek şahane bir duygudur. Günden güne büyüyen yavrularını korumak için anne tavuğun aslan kesildiğini, kimseleri yavrularına yaklaştırmadığını izlemek ne keyiftir.

Bu kadar yakın olunca diğer canlılarla, böyle tatsız anılar yaşamamız da kaçınılmaz oluyordu belki.

Benzer anılarımızda olduğu gibi bazen de vicdanımda bir sızı olarak kalıyor bütün bir ömür:(

Öptüm

Asuman Yelen dedi ki...

Çınar' cım, senin ve birkaç kişinin
yazısı, benim "ögeler" tablosunda görünmüyor. (Zaman zaman) Bu yazıyı başka blogda tesadüfen gördüm. Bunu belirtmemin sebebi, şu anda ben de benzer bir olay( bugün yaşadığım) yazmaya başlayacaktım. Hoş bir tesadüf. Sen de çocukluğunu benim gibi yeşiller içinde yaşadığın için çok şanslısın. Tabii anılar çocuklukta da hep keyifli olmuyor.
Özellikle tertemiz yüreklerde böyle naif olanları öyle derin izler bırakıyor ki olgun yaşımızda bile ince ince sızlamaya devam ediyor.
Sevgiler arkadaşım...

Yaşamın kıyısında dedi ki...

Canım benim, unutamadığın(mız) anılar nedense hep iç
buruklukları:(
Ben bile şimdi o yavrular ve anneleri için çok üzüldüm:((

Çınar dedi ki...

Asuman Yelen; bizler doğanın kucağında az çok zaman geçirmiş, bunun keyfini doyasıya çıkarmış nesiller olarak şanslıyız gerçekten de. Ve dediğin gibi yaşadığımız bu gibi bazı anılarda yüreğimizde bir sızı olarak hep kaldı.

Yazını zevkle okudum:)

Sevgiler canım

Çınar dedi ki...

YAŞAMIN KIYISINDA; aynı hassas ruhlara sahip olduğumuz için biliyorum üzüldüğünü senin de.

Sevgiler canım