30 Nisan 2011 Cumartesi

İki damla gözyaşıdır bazen anılardan geriye kalan.

Onu da,  çoğu zaman paylaşmak istemezsiniz yanaklarınızla bile

hapsedersiniz göz pınarlarınıza.

Yüreğiniz gözleriniz ve siz

 bir sır gibi saklar,  sarıp sarmalarsınız

Sonunda;

ya siz onu

ya o sizi

bitirene kadar
Aynı karında yatıp,  ayrı yollara düştüğüm

her düşündüğümde yaramı yeniden kanatan

uğraşsam da,  sevgimi öfkemde boğamadığım

gitmesem de,  gelmesen de

rüyalarımda, dualarımda olan

duymasan da

Doğum günün kutlu olsun

28 Nisan 2011 Perşembe

Umut Koydum Adını

 

 Umut koydum adını  umutsuzlukların

 

Yeni başlangıçlara,   umut dedim umutla

 

Her düştüğümde,   umutla doğruldum,

 

umutla düştüm yeniden yollara

 

Hiç umudum kalmamışsa eğer,

 

güneşi örnek aldım kendime;

 

her akşam batışına inat,  yeniden yeniden doğuşunu her sabah.

 

Bu yüzden;

 

yeni umutlar yeşertirim içimde

 

umudumu her kaybettiğimde.

 

Değil midir ki;

 

kuru dallara can vermiştir Yaradan

 

Yeşertecektir umutları bu bahar da yeniden…

Çok kısa bir süreliğine de olsa parmaklarım klavyemle buluştu. Şükür kavuşturana

Bir koşuşturmacadır gidiyor bu aralar ve bu nedenledir ki,

çok değer verdiğim siz  blog dostlarımın yorumlarına bile cevap yazamadım

Arada  bazı dost blogları ziyaret edip şöylee bir okusam da,  güzel yazılarına yorum yazmaya zaman bulamadım ne yazık ki

İhmal ettiğim dostlarımdan özür diliyorum

Umarım sizleri ne çok sevdiğimi biliyorsunuzdur :)
 
             ***

Bu arada;

Sayın büyüklerimiz tarafından;


Bağkur ve sigorta emeklilerine;  önce, defalarca aylık en az 60 tl zam yapılacağı söylenmişti.  Sonra bu zam ayda 40 tl ye düştüğü ve gecikmeli olarak üç aylık toplam, 120 tl zamlı maaş verildiği halde bu ay neden kimilerinin 27 tl kimilerinin 30 tl  (herhangi bir sağlık kesintisi olmadığı -olmaması gerektiği - halde) gibi bir artışla maaş aldığını  bize açıklayabilecek bir kurum yok mudur bu koca ülkede..? Zira SGK dan tatmin edici bir açıklama alamadık.

22 Nisan 2011 Cuma

23 NİSAN

Hey!!!  çocuklar

Bugün bayramınız var...

Coşun şarkılarla türkülerle

kelebekler gibi rengarenk

eğlenin dans edin  gönlünüzce.

Şen kahkahalarınız çınlasın dört bir yanda

Oyunlar oynayın kızlı erkekli

Koca bir çember çizin mesela,

ortaya güneşi koyun

ısıtın aydınlatın dünyayı

 çocuk sevginizle

Bir de;

bir de unutmayın

küçücük bedenlerinizde koca koca  yürekler görmüş Ata'nız

ondandır ki,  size armağan etmiş

bu,

saltanatın kaldırılması ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Meclisi' nin açılışı nedeniyle kutlanan  büyük bayramı.

Ve

Ata'mızın açtığı çağdaş uygarlık yolunda

her biriniz bir ışık

her biriniz umutsunuz.

Siz geleceğimiz

Aydınlık yarınlarımız

çocuklarımızsınız.

Size güveniyoruz

Güvenin kendinize

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

21 Nisan 2011 Perşembe

Doktorluk ve Performansa Dayalı Ücretlendirme Sistemi

  Doktor ‘performans’ yarışına girdi ameliyatlar patladı.

 Performansa dayalı ücretlendirme sisteminin, hekimin, muayene, tıbbi müdahale, tanı veya tedavi girişimi üzerinden ücretlendirilmesi anlamına geldiğini savunan TÜRK Tabipler Birliği (TTB) İkinci Başkanı Feride Aksu, “Yaşamını sürdürmek ve belli bir gelir düzeyini sağlayabilmek için hekimlerin daha çok hasta bakmaya zorlanmaları meslek ahlakına uygun değildir” dedi. (Alıntı)
                                 ***
 Performansa dayalı ücretlendirme  sistemi, hasta yoğunluğunun doktor sayısına göre hat safhada olduğu ülkemizde,  doktorların zamana karşı yarışmaları anlamına geliyorsa eğer, birçok hastalığın gözden kaçacağı düşüncesiyle vatandaş olarak -potansiyel hasta -  endişe içindeyim. Çünkü sağlık herşeyden önemlidir ve gözden kaçacak en küçük ayrıntının bedelini, insan, hayatıyla ödeyebilir.


Ben bugün  Mert'imin sağlıklı olmasını;  bir doktorun uzun incelemelerine,  emek, gayret ve zaman ayırmasına borçluyum.  


Sayın Prf. Dr. İRFAN YORULMAZ'a sonsuz minnet ve teşekkürlerimle...


Mert'in işitmesiyle ilgili bir sorun olduğunu anladığımızda henüz 2,5 yaşındaydı. Çok önemli değildi aslında ve  birçok çocuğun yaşadığı bir sorundu yaşadığımız.  Orta kulak sıvı biriktiriyordu ve kulağa tüp takılmasıyla sorunun bir süre sonra ortadan kalkması bekleniyordu. Öyle olmadı...  Bir kulağa sekiz bir kulağa dokuz kez tüp takıldı.  Mert'in Kulak zarı, alışıldığın dışında kendisini çok çabuk yenilediği için tüpü tutmuyor hemen atıyordu ve bu da sorunun ortadan kalkmasını engelliyordu. Üstelik, orta kulakta sürekli sıvı birikiyor bunun atılması içinse tüp takılması gerekiyordu. 


Neden bu kadar sık sıvı oluştuğunu her açıdan araştırdı doktorumuz, yıllarca. 


Sonunda; nedenin, Mert'in  herşeye alerjik bir bünyeye sahip olmasından kaynaklandığı sonucuna varıldı. Nadir olarak, alerji kulağı etkilermiş.


Kulak arkasından girilerek yapılan bir ameliyat olduğunu ama bunun risk taşıdığını, bu ameliyatı yapmamak için sonuna kadar direneceğini, hiç çare kalmazsa bu yola baş vuracağını söyledi doktorumuz. Direndi sonuna kadar ve o ameliyatı yapmadı.  Kendi oğlu, yeğeni ya da başka çok yakınıymış gibi...


Oğlum her rahatsızlığında hastanede alıyorduk soluğu. "yine biz geldik" diye. Ne bir tanıdığımızdı İrfan Bey,  ne de ücretli hastasıydık.  Biz hastaydık, O'na ihtiyacımız vardı. O, işinin bilincinde bir doktordu.
  
Zaman oldu gözyaşları içinde, "neden böyle oluyor" diye sordum. Üşenmedi,  slayt üzerinde kulağın yapısını, orta kulakta sıvı oluşmasının nedenlerini anlattı uzun uzun.



Biz ne kadar ısrarlı ve umutluysak çocuğumuzun iyileşmesi konusunda İrfan Bey o kadar azimliydi hastasını sağlığına kavuşturma konusunda.  Henüz genç bir asistandı Mert'i  O'na ilk götürdüğümüzde, Prf. olduğunda hala hastasıydı oğlum. 


Mert bugün sağlıklı bir delikanlı ve bunu doktorumuza borçluyuz.


                   ***


 performansa dayalı ücretlendirme  sistemi,  umarım doktorları zamana karşı yarışmak - gelen hastayı en kısa zamanda, şöyle bir muayene edip bir diğerine geçmek - zorunda bırakmıyordur ... 



19 Nisan 2011 Salı

SETH . ECT 'e Başarılar

 Mert ve arkadaşlarının   grubu SETH ECT 'in yeni albümleri çıktı.  Farklı ve bizim yaşımızdakilerin alışık olmadığı bir müzik türü olsa da, onlarla ilgili  burada  okuduklarım beni gururlandırdı.

Umarım hedefinize ulaşırsınız oğullarım, başarılar ...

18 Nisan 2011 Pazartesi

GEÇMİŞ... BİRAZ MASAL - BİRAZ RÜYA ...

Yaşasın  yine yalnızdı evde.  Bütün masumiyetini takınmış uslu bir kız gibi "güle güle Anneciğim merak etme" demişti.  Annesi köşeyi döner dönmez rüzgar gibi daldı Anne - Babasının yatak odasına.  Hemen karyolanın önünde diz çöktü. Beyaz, kaneviçe işli örtüyü kaldırdı, altından  kahverengi meşin kaplı, içine büyük bir insanın bile rahatlıkla girebileceğini düşündüğü koca valizi güçlükle dışarı çıkardı. Aceleyle kilidini açtı. İşine yarayacak neler neler yoktu ki içinde.  Hıım,  işte incecik askılı dantelli bir gecelik... hayret hiç görmemişti annesinin üstünde bunu. Antredeki aynaya koştu, şöylee üstüne tuttu geceliği, tamam bu olurdu. Tekrar daldı valizin içine. Kırmızı minik minik desenli bir fular geçti eline, onu da ayırdı bir tarafa.  Hemencecik soyunup dantelli geceliği geçirdi üstüne. Fuları beline kemer gibi bağladı.  Hıh tamam,  işte orada ruj ve kalem de vardı... Bir güzel kıpkırmızı boyadı dudaklarını, kalemle göz kapaklarına çizgi çekti. Hasır şapkasının fiyonkunu söküp attı. Valizde bulduğu uzun dantellerin birini aldı,  şapkasının gölgeliğinin üstünden dolayıp kenarda koca bir fiyonk yaptı. Anneannesinin iki tespihini boynuna kolye olarak taktı. Annesinin ince kalem topuklu sivri burunlu ayakkabılarını geçirdi ayaklarına. Her adım attıkça sağa sola yatan yüksek ayakkabıların üstünde bir o tarafa bir bu tarafa yalpalayarak aynanın karşısına geçti.

Hah olmuştu! aynadan güzeller güzeli bir prenses bakıyordu ona.  Mağrur küçümseyen süzgün bakışlarla.

Bu akşam balo vardı sarayda. Üvey annesi ve üvey kardeşleri O'nu saraya götürmemişlerdi o kadar yalvarıp ağlamasına rağmen ama iyilik perisi ve sihirli deyneği  sayesinde baloya gelmeyi başarmış ve hatta prensle dans ediyordu işte.  İhtişamlı balo salonunun parlak ışıkları altında tüm gözler O'nun üstüne çevrilmişti ama O,  prensten başka kimseyi görmüyordu.

Prensin kollarında kendi etrafında ahenkle şöylee bir dönmüştü ki...

 Cıyak cıyak bağırmakta olan Annesiyle burun buruna geldi.   Nerede olduğunun ayrımına varamadı önce, afallamıştı.  Bir saate kadar dönerim demişti annesi.  Ne çabuk geçmişti hemen bir saat..?

 " Gene mi karıştırdın valizi. Ben sana yasaklamamış mıydım yatak odasına girmeyi ..?  Bırak şu tavan fırçasını"  diye bağırıyordu kadın.  Kısa bir şaşkınlıktan sonra, sıkı sıkıya sarıldığı tavan fırçasını annesine verdi, istemeye istemeye.  Kadıncağız bir taraftan söyleniyor bir taraftan darmadağın olmuş valizi yerleştirmeye çalışıyordu.

Küçük kızsa;  bir köşede büzüşmüş ağlıyordu.   Annesine yakalanıp bir güzel azar işittiği için mi, yoksa masalın en güzel yerinden haşince koparılıp gerçeğe döndürüldüğü için mi ağlıyordu, bunu bilmiyordu...

                ***
Bu gece rüyamda, o küçük kızı gördüm yine.  Hayatım boyunca ara ara olduğu gibi yine,  o büyük kahverengi meşin valizi açmış,  yasakların o dayanılmaz cazibesine kendini kaptırmış , büyük bir merakla ve heyecanla valizin içini karıştırıyordu gizlice ...

15 Nisan 2011 Cuma

:))) :(((((



Upuzunnn kollarım olsa,

 çocuklarıma kadar uzansa...

 Ahh!  ne yer ne içerler..?

Yemek yapsam onlara.

Zaman kaybetmeseler hatta,  

 bir lokma birinin ağzına,  bir lokma diğerinin ağzına versem.
 
Uykusuzlar kaç gecedir.

Onlar dinlense biraz

Ben çalışsam derslerini

Olmaz mı ki ..?

14 Nisan 2011 Perşembe

MİNİK SARI ÇİÇEK



Ne vakit hüzünlense bakışlarım,

tükense umudum,

karalar bağlasa, ağlasa gönlüm,

Bir sarı çiçek görürüm,

 minicik. 

 İki taş arasından sıyrılıp çıkıvermiş.

Boyuna bakmadan meydan okur hayata.

İşte o zaman,

utanırım kendimden...

Dikleşir omuzlarım, yeşerir umudum,

yeniden başlarım.

n y tartaç

8 Nisan 2011 Cuma

En Güzel Armağan Hayatın Kendisidir

Doktorluk mesleğinin gerektirdiğinin de ötesinde,  işini yaparkenki, duygulu sevecen ve birçok zaman, yönetici olarak çalıştığı kurumdaki yaşlıların derdini kendine dert edinen,  Sevgili Arkadaşım  Gül'ün,  Yaşlılar Haftası'nda yazdığı, benim yeni farkedip okuduğum ve çok duygulandığım   şu yazısını, arkadaşımın izniyle sizlerle paylaşmak istedim. 


18-24 Mart arası yaşlılar haftasıdır.

Bu günlerde huzurevleri ziyaret edilir. O ziyaretler esnasında yaşlılar uzaktan seyredilir. Vah… vah… tüh… tüh… Sesleri arasında biraz gözyaşı dökülür. Ziyaretçiler evlerine döndükleri zaman ise her şey unutulur.

Ne yalan söyleyeyim huzurevinde göreve başlamadan önce ben de yaşlıları köşelerinde oturan, namazlarını kılan, masal anlatan, bazı duygularını yitirmiş olarak görüyordum. Bana göre onlar, zamanını doldurmuş insanlardı. Ben de yaşlanıyordum, ama ben, onlardan farklı bir yaşlı olacaktım zira ben duyguluydum, ben kültürlüydüm, benim dolu dolu bir geçmişim var diye değerlendiriyordum.

Huzurevinde göreve başladıktan sonra, ne kadar yanıldığımı gördüm ve o düşüncelerimden dolayı kendimi yargılamaya başladım. Zira, ben de, onlar gibi olmaya başlamıştım, onlar gibi, geçmişe, özlem duyuyor, çocukluğumu arıyor, annemin sabahları bizi okula ve kahvaltı yapmaya kaldırışını anımsıyor, özlem duyuyor ve ölümün artık yakınlaştığını, onun için her şeyi kendime dert etmemem gerektiğini düşünüyor, kendimce bencillik yapıyordum.

Evet Huzurevi yaşamın, ölümün, neşenin ve hüznün iç içe olduğu bir yer. Kavga, aşk, bencillik, dedikodu, yardımseverlik gibi olayların, bazen traji komik boyutlara ulaştığı bir ortam.

Geçmişte yaşamak istediği halde toplumdan çekindiği için yaşayamadığı, gizli aşkını, artık son günlerinde itiraf eden ve o gizli aşkı için gözyaşı dökerek pişmanlığını dile getiren 97 yaşındaki teyze o aşkının kendisi için söylediği “seni, sesini, gözlerinin rengini, unutabilsem, şu yaralı gönlümü avutabilsem” dizelerini içeren şarkıyı, o yaşlı, titrek sesiyle söylerken, sizin de onunla beraber, o geçmişi yaşayarak, duygulanıp, ağlamamanız mümkün değil.

100 yaşındaki Refakat Teyze: Çok güzel bir ömür yaşamış, kendisini delicesine seven bir eşi varmış. Eski Ankara’da, bahçeli bir evde otururlarmış. Akşamları eşinin eve gelme saatinde, çocuklarını doyurur, odalarına yollar, kendisi süslenir eşini karşılarmış ve bahçeye bir ağacın altına kurduğu çilingir sofrasında eşine eşlik eder ve o içli güzel sesi ile eşine şarkılar söylermiş. Mahalleli, bahçenin duvar dibine saklanır, onları dinlermiş.

Bunları anlatırken, Refakat Teyzem, uzaklara dalar ve yine o titrek içli sesiyle kocasının en çok sevdiği “Bir zamanlar, maziye bak, ne kadar şendik, ikimizin mesut olma emeli vardı” şarkısını söylerdi.

Şeker teyzem ki asıl ismi bu değil, çok şirin olduğu için kendisine huzurevinde şeker denmiş, asıl ismi unutulmuş artık kendisi bile hatırlamıyor. Çok zor hatta korkunç denilecek bir hayat geçirmiş. On senedir huzurevinde, rahata ermiş ama geçmişin acılarından kurtulamıyor, ızdırap çekiyor, ölmek istediğini söylüyor “Hayır, şeker teyze ben seni bırakmam” deyince gülüyor. Aslında kendisini düşünen birini bulduğu için çok mutlu “Senin isteğinle mi yaşayacağım?” ama sen üzülme ben seninle gitmek için Allah’a yalvarırım” diyor. “Aman ne yapıyorsun Şeker Teyze, benim daha yapacak işlerim var” diyorum. Gülüşüyoruz, konuyu değiştirmek için Şeker Teyzem “Mendil aldım on beşe, yudum serdim güneşe, senin yarin gül ise, benim ki de menevşe” manilerini sıralamaya başlıyor.

Bazıları varki onlar bir başka:

Şakir amca, Hüseyin amca, Hasan amca gibi. Onların dedikoduları, kavgaları yoktur. Sessiz oturur, uzaklara dalarlar. Sanki geçmişlerinin geri dönmesini bekler gibi bir halleri vardır.
Taşkentli Şakir amca, yüz yaşını geçmiş. Geçmişte kütüphane müdürü imiş. Tarihi bilgisinin çok fazla olduğu söyleniyor. Ama ben kendisini tanıdığımda hafıza dağınıklığı vardı, kulağı çok az işitiyordu, son günlerinde, Taşkent’ten gelmesini beklediği, arzu ettiği kişileri etrafında görür gibi oluyor, birden ayağa fırlayıp “Taşkent’ten hoş geldiniz” diye bağırıyordu.

Hüseyin amca. Hiç evlenmemiş, kimsesiz biri. Çok şirin bir yüzü var, devamlı gülüyor, bana “anne” diye hitap ediyor. Huzurevinin penceresinden görünen tarlaların, kendisine ait olduğunu hayal ediyor “Anne bak bu tarlaların bir kısmını sana vereceğim” diyordu.
Hasan amca: Bütün gün, karanlık çökünceye kadar pencerede, eşi Hacı Hanım’ın eve dönmesini bekliyor, “Allah Allah, akşam oldu, Hacı Hanım niye gecikti?” diye hüzünleniyordu.

Hastalanıp hastahaneye yatırmamız gerektiğinde “Hacı hanım eve gelip beni bulamaz” diye feryat etmesi hepimizi ağlattı.

Diğer bir Hasan amca, çok renkli bir kişilik, kendini bazen mühendis, bazen paşa, bazen tarih hocası olarak tanıtır, aslında hayatında hiç çalışmamış, eşi çalışmış, onun maaşıyla geçinmişler, ama eşi Hasan Amca’yı çok sevmiş olacak ki halinden hiç şikâyetçi olmamış, ona bakmış, ondan yedi çocuk sahibi olmuş.

Hasan Amca çok zeki ve bilgili, onun için onu ilk tanıdığınızda söylediklerine inanıyorsunuz…

Mesela:

“Ben makine mühendisiyim, zamanında rahmetlik Menderes, beni çağırdı “ Bana öyle bir araç yap ki herkes faydalansın” dedi, ben de asansörü icat ettim ve asansörü yaparken gelip görenler, Menderes’e bu ne diye soruyorlardı. O da “Hasan’a sor” diyordu. Hasan’a sor… Hasan’a sor… Derken zamanla o oldu asansör yani asansör ismini oradan aldı.” Gibi kurnaz buluşları vardı. Damara göre şerbet vermeyi bilirdi. Benden bir şey isteyeceği zaman odama gelir, bana “Ayın on beşi” diye hitap eder ve istediği şeyi dile getirirdi.
Her biri ayrı bir renk, her biri ayrı bir sevgi. Bir gurup hüzünlü ve geçmişleriyle yaşarken, diğer gurup geçmişi bir tarafa itip, bugünü neşe ile yaşama gayretinde. Bir gurup “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” dizelerini söylerken öbür gurup “ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına” dizelerini söylüyor.
Onlarla her şeyi konuşuyoruz, yaşamı, ölümü, hatta siyaseti bile. Onlar olayları bizden farklı yorumluyorlar mesela: “Başbakan yolsuzlukları bitirdiklerini söylüyor, Allah aşkına, yolsuzluk bitti mi” dediğinizde yaşlımızın biri “Baksanıza, bilmem kaç yüz bin kilometre bölünmüş yol ağı yapılmış, bu kadar yol yapılırken siz hala yolsuzluktan şikâyet ederseniz nankörlük edersiniz” diyor.

Diğer bir yaşlı “Benim Başbakanım ekonomist, heykeltıraş, ressam, doktor, savcı, gazeteci, hatta İbrahim Tatlıses’in söylediği gibi delikanlı. Böyle bir başbakan bulduğumuz için gururluyuz” diyor ve ayağa fırlayıp “Türkiye onunla gurur duyuyor” diye bağırıyor. O sırada sakin, sessiz bir yaşlı “Öyle diyorsun ama memlekette özgürlük kalmadı, aleyhte konuşan herkes içeri atılıyor” diyor, diğeri yine cevap veriyor “Amma yaptın kardeşim, en büyük Başbakan bizim Başbakan diyene, Türkiye seninle gurur duyuyor diyene, çiçek atana, çok şükür memleket güllük gülistanlık diyene bir şey yapılıyor mu? İşte özgürlük dediğiniz şey bu, daha ne istiyorsunuz? Siz de muhalefet yapmayın”

Belki de haklı.

İşte böyle, huzurevi bir başka. Onlarla yaşamak, çoğu zaman hüzünlü ama onların dilinden ruhundan anlayarak, onları mutlu etmeye çalışmak son derece haz verici bir olay.

Yaşlılar haftasını kutluyor, ebediyete göç edenlere rahmet diliyor, Allah herkese sağlıklı yaşlanma nasip etsin diyorum.

En güzel Armağan

Hayatın Kendisidir.

1 Nisan 2011 Cuma

MIZIKÇI ZAMAN




Bu ne acele..?

dur, dinlen biraz ... 

Yavaş ...

Dörtnala koşuyor menzile zaman.

Bir telaş, bir telaş

Kaç gün geçti ki üstünden..? 

Taş bebeğim küle bulanalı

Çok kızdım, küstüm Ayşe'ye...

Olurmuş böyle şeyler arkadaşlar arasında.

Yenisini alırmış Babam.

Söz verdim Anneme, barışacağım

Ellerinde tahta tabancalar,

köşebaşlarını tutmuş oğlanlar.

Fırlatıp oyuncaklarımı kumlara,

 komen oynayacağım onlarla

Bağırsa da arkamdan Annem,

reçelli ekmeğimi sokakta yiyeceğim işte.

Şarkı söyleyeceğim yine gün batımında,

arka bahçedeki ceviz ağacının en yüksek dalında.

Yine yerlerde yuvarlanıp fistolu bayramlık elbisemle,

saçlarım kum içinde gireceğim akşam eve.

Erikler çağlaya durmuş. Kim demiş zehir gibi ..?

Anneannem görmeden,

doldurup ceplerimi, yiyeceğim hepsini ...


Aklımda oyunlarım,

yarım kaldı çocukluğum.

Mızıkçı zaman... Çık oyundan.

Al misketlerini, ver çocukluğumu...


    nurten y tartaç