30 Aralık 2011 Cuma

BİR SUDUR AKAR ZAMAN

Madem  'Bir sudur akar zaman.'

 Boğulmaktansa azgın sularda,

akalım engin denizlere nehirlerle ırmaklarla.

Yağmur olup, kar olup yağalım yeniden yeryüzüne.

 Koca bir kartopu yapalım gece karanlıkta...

Bir kibrit çakalım, alevi sevgi olsun.

Yakalım kartopunu bile...

 Eritelim buz tutmuş yürekleri de...

Akalım...

 Çağlayalım çağlayanlar boyunca.

Bir yunus olalım, karışalım okyanusa...

Ayın şavkını düşürüp denize,

yol gösterelim gemilere.

Şu koskoca evrende yaşayalım sevgiyle...

İlk yaprak düşerken takvimlerden.

 Yeşersin kalplerimizde dostluk tohumları  yeniden...


YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN...   YUVANIZA HUZUR, YÜREKLERİNİZE SEVGİ DOLSUN.

27 Aralık 2011 Salı

YAŞAMALI GÖNLÜNCE ...


Yıllar yılları kovaladı durdu. 

 Çok yıllar geldi geçti,  çok...


Biri birine uymadı, günlerin ayların yılların.  


Ne çekip gidenin, ne yeni gelenin.


Ben onları, onlar beni eskitti. 


Hırpaladık durduk birbirimizi...

Öyle yıllar oldu ki,  aldı götürdü en sevdiklerimi. 


 Küstüm... yaşamadım saydım o yılları.


Yeniden can verdi; 


 bir kuşun şakıması, rüzgarın uğultusu, yağmurun sesi...

Uçsuz bucaksız yaylalarda bir doru atın sırtında 

dörtnala koşturduğum zamanlar da oldu,


attan düştüğüm de tepe taklak...


Zaman oldu;


 kanat çırptım neşeyle bir bulutun peşinde 

eteklerimde ziller, dilimde sevda türküleri.


Hayallere daldım bazen.

Uzanıp bir yıldız aldım gökten, 


saçlarıma taktım çiçek misali.

 içimde bahar dalları açtı binbir renkli...

Kimi baharlar; 


 yüreğim ellerimde kara kışlar gibi geçti gitti.

Yaz yağmurlarıyla ıslandı bazen gözlerim,


 bir martılarla, bir dalgalarla dertleştim.


Hüzün bulutlarıyla sarmalansam,


 hazan yaprakları gibi savrulsam da dört yana,


sevdim sonbaharları da...


Yaş aldım, yaşlandım, 


öğrendim; 

karlı sıra dağların kucaklaşması da güzelmiş

 kar beyaz bulutlarla...


 İyileşirmiş zamanla o en derin yaralar,


 izleri kalsa da...

Anladım ki;


takvimler hangi yılı yazarsa yazsın, 


 yaşamalıymış hakkıyla, 


yazları da kışları da.

Yaşamalıymış insan gönlünce 


henüz karakış dayanmadan kapıya...


n y tartaç


21 Aralık 2011 Çarşamba

İŞTE BEN BUYUM ...

Sevgili  Mehmet  Bey mimlemiş beni. Çok teşekkürler

Mim konusu:   Yedi maddede ben...
Kendi hakkımda yedi gerçek yazacakmışım.

Bu yaşa geldim, ben kendimi tanıyamadım daha.  ( Bu kadar karmaşık bir yapım var yani:)))  Beni size yedi maddede  nasıl tanıtabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim.

Kendi hakkımda yedi gerçek...  Hem de yedi gerçek... Yedi tane sırrım yok ki gerçekleri açıklayayım buradan tüm dünyaya. Olsa açıklarım vala billa.:))

Amaa!!!

  Bir dosttan mim gelmiş hediye,  cevaplamak düşer bize,  hem de zevkle.

Hımm!  Bi düşünelim bakalım...

işte ben...   benim gözümle tabii :))

1)    Oldukça hoşgörülü ve yumuşak huyluyum.  Sanırım... Yani bence öyleyim :)

2)    Birşeyi kafama takmaya göreyim,   eninde sonunda,  ne yapar eder yaparım.  Zor ya da imkansız tanımam. Yeter ki karar vereyim o şeyi yapmaya.   (Valla abartmıyorum )

3)    Bazen çok unutkan olabiliyorum. Hani bir fıkra vardır:   Biri arkadaşına dert yanıyormuş;  "Azizim o kadar unutkan oldum ki, akşam ne yediğimi hatırlayamıyorum"  Arkadaşı;   "Çok şükür benim öyle bir sorunum yok.  Şeytan kulağına kurşun."  deyip, tahtaya vurmuş tık tık diye.  Sonra da tahtaya vurduğunu unutup kapı çalıyor sanmış ve seslenmiş " Kim ooo?" :)  hani bu derecede değilse de unutkanım işte bazen :)

4)    Doğayı çok severim, bir minicik örümcek görsem basarım çığlığı.

5)    Duygularımı uç noktalarda yaşarım.  Mutluluğumu da acılarımı da.  Bu nedenle;  yaşadığım üzüntüler, acılar çok yıpratıp derin izler bırakıyor bende.

6)    Hoşgörülü bir insan olmama rağmen,  kesin ve katı kurallarım vardır aynı zamanda.  Mesela; ilişkilerimde ölçülü ve saygılı olmaya özen gösteririm, karşımdakilerden de aynısını beklerim. Sınırlarımı zorlayanları hayatımdan çıkartmakta tereddüt etmem. ( Bak; bu gerçeği yazarken farkettim. Ay! korktum kendimden.)

7)    Dostluğa çok önem verir, dostlarımla gurur duyarım.  Küçük bir aileye,  çok sayıda dosta sahibim.
Öyle ki;  gecenin bu saatinde "gel sıkıntım var" desem, hiç tereddütsüz koşacaklarını bildiğim birçok dostum var.  Herkesin övündüğü birşey vardır ya, işte ben de bununla övünürüm...

Gerçeği yalnızca gerçeği söylediğime yemin ederim :))))




19 Aralık 2011 Pazartesi

GÜNÜN UYANDIRANLARI ...

"Aaauğuuoo !!!  Auvvvdıooafff !!!"   Bir gülümseme yayıldı yüzüme, gözlerim kapalı.  Büyüyor diye geçirdim içimden.  Sesler henüz kelimelere dönüşmedi ama büyük gayret içinde, olacak, yakındır. " saat 08 00 olmalı.  Babasının kucağına kurulmuş;   baba asansörü çağırmış, annenin çıkması bekleniyor sanırım. Her sabahki gibi. Ve gürültüyle kapanan asansör kapısının sesi , uzaklaşan aaooğuavv sesleri...  İçime neşe veriyor bu minişin, her sabah ve her akşam aynı saatlerde apartmanı çınlatan hayat dolu, 'taze' çığlıkları.

Merdiveni tercih etmiş aceleci ayak seslerinin bir bayana ait olduğuna karar veriyorum.  Önce tok tok tok, uzaklaştıkça tık tık tık  diyen sesler,  bence tupuklu bir ayakkabı ya da çizmeden geliyor.

Şu, hiç susmayan, sanki, saatlerdir son hızla akıp duran suyun sesi bir küveti dolduruyor olmalı.

Derinden gelen  çocuk ağlamasının ve birkaç kişinin sabah sohbetinin,  dışardan gelen korna seslerine karışması.

Gözlerim hala kapalı, bedenim kımıldamamakta dirense de beynim güne başladı çoktan, dolaşıyor evin içinde. İşe bulaşık makinasını boşaltmakla başlamalı.  Makinaya sığmayıp elde yıkanmışları da yerlerine kaldırmalı.   Misafir ağırlamayı severim.  Hele de;  hoş sohbet, derin hukuk ve edebiyat bilgisi olan,  kendisine ait,  o güzel  şiirlerden  ya da  ezbere bildiği  ünlü şairlerin  şiirlerinden,  güzel ses tonuyla ve hakkını vererek okumakta hiç nazlanmayan, yakın siyasi tarihimizle ilgili bilgilerinden zevkle faydalandığım/ız/ ve geçenlerde 81. yaşgününü kutladığımız dayıcığımla sohbetin tadı dünyalara bedel tabii.   Ama arkadan mutfağı toparlayıp, tabak çanağı yerlerine yerleştirmek çok sıkıcı diye geçiriyorum içimden...  Çok yorgunum aslında, bugün hiçbir şey yapmasam...  "Önce nefis bir ziyafet çeksem kendime..." Olmaz..!   Dün tüm kurallar çiğnenmişti. Bugün  çok az yemeliyim ve  dışardan gelen, sitenin,  "öz" simitçisinin  "simiiidiiyee! " diye bağıran  tok ve davetkar sesine kulaklarımı tıkamalıyım.:)

Hemen karşımızdaki okulun kararsız; /belli ki zamansız uyarı/ diye düşündüğüm, bir kez çalıp susan  teneffüs ziline kulak kesiliyorum bu kez yattığım yerden.  Zil dediysem; o bizim zamanımızdaki gerçek zil sesi değil şimdikiler.  Şimdilerde hareketli melodilerle teneffüs ya da ders saati duyuruluyor öğrenci ve öğretmenlere.  Arada da anonsla;  " Sevgili çocuklar,  şimdi ders saati,  lütfen sınıflarınıza..." diye uyarıyor mekanik bir ses çocukları kibarca.   Okuldan gelen bu sesleri çok nadir duyuyor olduğumu farkediyorum hayretle. Çocuklar  orada okurlarken; her teneffüs, öğretmenler zili, müdürün konuşması, öğretmenlerin  yüksek tonda ikazları, hepsini duyardım oysa.  Artık bunların beni ilgilendirmediğini düşününce bir rahatlık sarıyor benliğimi.  Sanki;  oğullarım karşıdaki okulu yeni bitirmişler, ya da ben bunu,  şu anda farkediyorum.

   Gözlerim açılmıyor, bedenim yatağa yapışmış  direniyor ama  çoktan mesaisi başlamış beynim didikleyip duruyor kalk diye...

Nihayet kendimi yataktan spatulayla sıyırıp;  günün ortasından bir yerden de olsa,  bugün de katılıyorum hayata, kaldığım yerden...

15 Aralık 2011 Perşembe

ŞÜKÜR...

Bana ne kadar "zengin" olduğumu hatırlattığın için sana binlerce teşekkür ederim,

malıyla mülküyle kazancıyla kibirlenen,   gönlü cimri, cebi  fukara zavallı.

***
Genelde hoşnutumdur halimden, yaşantımdan, bana sunulanlardan.  Hatta Pollyanna'cılık oynadığım söylenir yakınlarımca, can sıkıcı olaylar karşısındaki tavrım nedeniyle.  Oynarım da gerçi eğer içinden çıkılması güç bir durum, ya da büyük bir acı  değilse yaşanan.  Ah layıp of layıp hayatı zehir etmektense hem kendime hem çevremdekilere, "daha kötüsü de var..."  demenin  ne sakıncası var ki?

 Ama insanım ya nihayetinde;  bazen can çeker,  gönül ister ulaşamadıklarını.  İşte böyle hissedip te, ne zaman  hayıflansam herhangi bir konuda. - yalnızca içimden geçirsem bile -   "Ahh! keşke..." desem...

Öyle bir ibret tablosu sokar ki burnuma Yaradan.  Bin kere tövbe ettirir bana,  halime şükretmediğim için.

Zenginim;

benim sevgiyle çarpan kocaman bir yüreğim var.  İçine dünyaları sığdırabilirim.  Hatta seni bile...

GÜN BATIMI




Güneş

 batarken ufukta 

kızgın sönen hükmüne.

Hiddetinden alev alev yaksa da gökyüzünü

yetmez söndürmeye öfkesini.

Koca bir kristal avize gibi

 parıldarken daha demin

madem  vaktidir

 gitmelidir.

Ama doğduğu gibi batmalıdır ihtişamla

Bu yangın yalnız olmaz...

Denizi de boyamalı rengine

 henüz gücü varken yakmalı onu da ateşiyle.


            nurten y tartaç


14 Aralık 2011 Çarşamba

EN GÜZEL HEDİYE

Ne demişler;  " En güzel hediyedir hayat. "

Hayatımın en güzel hediyesi sizsiniz.

***

Hayatınızdaki her gün her an bir hediyedir size.  Tek bir nefes bile dünyalara bedeldir. Değerini bilin.

Bunu neden yaşadım, bu benim başıma neden geldi, ben bunu haketmemiştim diye hayıflanıp durmayın. Bırakın olumsuzlukları  bir yana. Unutmayın ki;  hiçbir şey tesadüfi değildir. Herşeyin bir nedeni vardır. Karşılaştığınız her kişinin,  her olayın nedeni vardır.  Bu nedenle karşınıza çıkmışlardır. Ve ne yaşıyorsanız,  yaşamanız gerektiği içindir.   Ayağınıza değen taşın bile anlamı vardır. Size anlatmak istedikleri, size öğretecekleri.

En kötü olaylar bile zaman içinde size çok şey katacaktır; kendinizi geliştirmeniz  ya da ders almanız açısından.  Biri -birileri- hayatınıza girer,  bu süreçte size iyi ya da kötü  birşeyler katar ve çıkar  gider hayatınızdan öyle ya da böyle.  İşte bu nedenle de,  kaybettikleriniz için çok üzülmeyin.  İzleri ömrünüz boyunca sizinle olacaktır,  davranışlarınızda duygularınızda, gülüşünüzde, bakışınızda bile...

 Yolunda gitmeyen şeyler için  kendinizi kahretmeyin.   Siz kendinizi yeyip bitirseniz bile vakti geldiğinde olacaktır herşey. Ne daha önce, ne daha sonra. Siz o an istediniz diye değil.  Sabredin...

 İstediğiniz olmadıysa da,  mutlaka birşeyler öğrenmişsinizdir bu olumsuz süreçte bile, ileriki yaşamınızda size ışık tutacak.

Kısaca;  inat etmeyin.  Hep rüzgara karşı koşmayın.  Bırakın bazen de kendinizi rüzgarın kollarına,   Bakalım nereye gideceksiniz..?  Siz,  yapmanız gerekeni  yapın sadece.   Gerisini zaman halledecektir...

Ve unutmayın canım oğullarım;  varoluşunuz bile başlıbaşına bir mucize.    Yaşamınızı devam ettirmek, mutlu olmak için başka mucizelere ihtiyacınız yok...

***
Düşündüm düşündüm,  size yeni yıl hediyesi olarak ne alabileceğime karar veremedim. Sonra vazgeçtim hediye almaktan.

Öyle ya; size en güzel hediye benim  :)))))

13 Aralık 2011 Salı

BİRAZ DA GÜLELİM






Sevgili  Gülen'im;   fıkra fıkra dedin başımın etini yedin al işte sana fıkra. Madem gülensin,  gül o zaman ...
***


Garsonluk yapmaya başlayan Temel'e şefi;

- Dolu tabakları sağdan verip, boş tabakları soldan alacaksın! der.

Temel;

- Neden, batul inançlarunuz mu vardur?
***


Adamın biri ölmüş. Yıkamak için camiiye götürmüşler. Aradan bir saat geçmiş hoca çıkmamış. iki saat geçmiş çıkmamış.üç saat ,dört saat derken sonunda çıkmış. Sormuşlar" hoca neden bu kadar geç kaldın?" diye. Hoca da "ne yapayım adam dirildi gebertene kadar canım çıktı"demiş.
*** 


Bir diyetisyen, huzurevinde geniş bir kalabalığa konferans vermektedir: 
"Midemize indirdiğimiz herşey bizleri her an öldürebilecek kadar tehlikelidir. Kırmızı et kanser yapar, gazlı içecekler midemizin dokusunu tahriş eder, sebzeler öldürücü bakteriler barındırabilir. İçme suyunun barındırabileceği mikropların uzun vadedeki etkilerinin farkında bile değiliz. Fakat bir yiyecek vardir ki en tehlikelisidir. Hepimiz onu mutlaka yemişizdir ya da yemek zorunda kalabiliriz. En ciddi rahatsızlıkları yaratacak ve uzun yıllar bizlere acı verebilecek bu gıdayı tahmin edebilir misiniz?" 

Arka sıralardan 75'lik bir amca ayağa kalkar: 

"Düğün pastası!"  der.
***


Doktor,akıl hastasına sorar;


-Bir kulağını kessem ne olur?

-Canım yanar.

-Ya iki kulağını kessem ne olur?

-O zaman iyi göremem

-Peki ama neden?

-Niçini var mı canım, iki kulağımı da kesersen gözlüğümü nereye takacağım?
***


(Hiçbir katkı payım yok hepsi de internetten)


Bir fıkra daha okudum, şahaneydi  (son zamanlarda okuduğum en güzel fıkra) ama yazamıyorum, rüzgardan nem kapacak birileri diye.    :((((





10 Aralık 2011 Cumartesi

SİL BAŞTAN OLSA HAYAT

Geçtim bir tezgahın başına

dokudum durdum.

 İlmek ilmek düğüm düğüm.

Gece dokudum,  gündüz söktüm.

Beğenmedim...

Yeni baştan başladım.

En çok kuş desenini sevdim ...  Ve gül...

 Sakladım gözyaşlarımı

kanaryanın rengine, bülbülün sesine.

Gün oldu, şakıdım gül dalında...

Gün döndü kaç kez ...

Mevsimler geldi geçti.

Desenler hep yarım...

Ben düğüm düğüm sayarken yerimde,

kayıp yıllar kaldı geride.

Hüzünler, ayrılıklar...

Bir de yarım kalmış anılar...

Ahh! Hayat ...

Başlasam sil baştan, değişir misin o zaman..?

nurten y tartaç

7 Aralık 2011 Çarşamba

OFFF OFF !!!


"Her evde bir tencere kaynar, gör bak ne kaynar. Aş mı taş mı..?"  demiş büyükler. 

Bir kendi çektiğini bilir insanoğlu.  Altında ezildiği yükünün ağırlığınadır isyanı hep. Bilmez neler çeker başkaları, yan komşu neler yaşar. 

Kiminin en büyük derdi,  bir türlü geçer not alamadığı sınavlarıdır. Çok şanssızdır hoca takmıştır bir kez ne yapsa olmaz artık. Çekilir mi bu hayat..?  Ders ders ders... Ne zaman para kazanacak ta hayatını yaşayacaktır, offf off...

Bol kazançlı bir işi, altında arabası, evi, güzel- yakışıklı - bir eşi çoluğu çocuğu vardır ama o kadar çok çalışmaktadır ki kimisi;  canına tak etmiştir artık. Gecesi gündüzüne karışmış özel yaşamı diye birşey kalmamıştır.  Varsa iş yoksa iş.   Çalış dur,  nereye kadar, kefenin cebi mi var da doldursun..?  Bıkmıştır hayatından, offf off.

Parasızlıktan,  kocasından - karısından , çoluğundan - çocuğundan,  sıcaktan - soğuktan, saçının renginden,  boyundan - bosundan şikayetçidir hep insanoğlu.

Eni konu dert ediniriz abuk sabuk şeyleri kendimize. Gözümüz görmez sahip olduklarımızı. İsteriz, hep daha fazlasını daha fazlasını isteriz elimizdekilerden.  Sahip olduklarımızı görmeyiz de komşunun perdesi gibi perde, parkesi gibi parke,  kedisi gibi kedi isteriz.  Bakarız da etrafımıza herkes mutlu, herkes sağlıklı, varlıklıdır. Offf off ...  Kör olası kader, amma da şansız doğmuşuzdur anamızdan.

Bir arkadaşımlaydım bugün, uzun süredir görüşmediğimiz. Güler yüzlü, her sohbetimizin ardından, ayrıldığımızda bile şen kahkahaları  kulaklarımda yankılanan.  Onbeş yılı aşkın arkadaşlığımız süresince hiç şahit olmadım; eşinden çocuklarından, yaşam şartlarından şikayetçi olduğuna. Yine şık bakımlı güleryüzlüydü bugün de.  O anlattıkça ağzım bir karış açık kaldı.  Yaşadıklarından çok, yaşadıklarını bunca yıl nasıl içinde saklayabildiğineydi hayretim.  Evlendiklerinden kısa bir süre sonra başka kadınlarla aldatmaya başlamış kocası. Bir süre sonra saklamaya gerek bile duymamış yaptıklarını.  Her seferinde pişman olduğunu söyleyip, binlerce özür dilemiş ama sonra aynı...  Çocuklar küçük,  babaya çok bağlılar diye yıllarca sineye çekmiş olanları.  İşin içine şiddet te girince bir celsede boşanmış kocasından...

"Neden üzülüyorsun boşversene" dedi. "Çocuklarım için sustum bunca yıl, zamanı geldi ayrıldık. Ben gayet mutluyum."

Bu kadar...  Kocasıyla ilgili tek bir kötü söz söylemedi. "Çocuklarımın babası" dedi...

Çok mutlu bir aile olduklarını düşünürdüm.  Oysa gözümün önünde arkadaşım ne büyük üzüntüler yaşamış, neler çekmiş.  Asla sezdirmedi...

Düşünüyorum da küçücük sıkıntılarla dünyayı nasıl da kendimize zindan ediyor, en mutsuz en bahtsız en dertli kendimiz sanıyoruz.

Kendi hayatımızla öyle haşır neşiriz ki görmüyoruz çevremizde olan biteni.

Kimbilir ne hastalıklar, ne ebedi ayrılıklar yaşanıyor yanıbaşımızda... Bilmiyoruz...



4 Aralık 2011 Pazar

ENGELLİ YAŞAMLAR

 Bir kedi,  köpek ya da herhangi bir hayvanın gözlerinde, en kızgın anlarında bile  masum, çocuksu bir ifade dikkatimi çeker her baktığımda.  Masumdur bakışları çünkü hiçbir ard niyet  fesatlık yoktur içlerinde.  Öyle gerektiği için yaparlar sadece ne yapıyorlarsa.  Doğaları icabı. Yaşamak için.

Kocaman ela gözlerinde hep aynı çocuksu masumiyet vardır.  Sinirlenip saldırganlaştığında bile saçlarını okşayıp "sana kola alacağım " demeniz yeter  kedi gibi uysallaşması için. Küçücük bir çocuktur O. 50 yaşında bir çocuk.  Tüm dünyası oyuncak arabaları ve özellikle de boy boy oyuncak greyderleridir, odasına itinayla dizdiği, gözü gibi baktığı. Bir de canı isterse çizdiği resimleri.  Kimsenin bakmasına bile izin vermediği resimleri.  Ağzında dişleri seyrelmiş, saçları beyazlamış olsa da elleri masumiyetinin ikinci işareti gibidir. Yumuşacık, bebek teni gibi.

O   ( Spastik özürlü )  bir engelli.  Engelli olduğunun farkında bile olmayan, ailesince ömür boyu sarılıp sarmalanmış, korunup gözetilmiş bir engelli.  Sokaklarda hiç rastlamadığımız, evlerde saklı, hayatı ailesinin hayatta olmasına bağlı sayısız engelliden  birisi.

Onlar bilmezler dış dünyayı, kendilerine ne isim takıldığını.  Hiçbir şeyin farkında değillerdir.

Ya aileleri... Spastik özürlü çocuklarıyla bir ömür geçiren aileler ...  Onların "engelli"  yaşamları nasıldır..?  Kim bilebilir ki yaşamadan..?

Devlet bu aileler için onların da normal bir yaşantı sürmeleri için ne yapar ..?

Ya anne - baba öldükten sonra...

28 Kasım 2011 Pazartesi

YOLCULUK BAŞLADI

Gurbet;  geride bırakmaksa sevdiklerini,

bırakıp çekip gitmekse...

Bana burası da gurbet, orası da.

 Yol göründü ...

Bırakıp kuzumu kendi hayatında, gurbette...

Yazın her sabah bize hiç naz yapmadan buğulu incirlerinden sunan cömert, duvar dibinden öylece çıkıvermiş, büyümüş kocaman olmuş, üstü meyveyle  dolu, sahipsiz incir ağacı şimdilerde uykuda.  Tüm yükünden arınmış çırılçıplak.  Üstelik tek bir kuru yaprak bile yokken üstünde, dallarıyla semaya el açmışçasına çekici ve vakur hala.  Ahh güzelim incir ağacı; seni de bırakıp burada,  döndüğümde, yeniden meyveyle dolu yemyeşil halinle bulmak umut ve hayalimle gidiyorum.

İnci kolye gibi dizilmiş, yine yapraksız, hiç yapraksız dallara narlar.

Canı istemez mi sahibinin,  neden hiç koparmazlar..?

Seni de bırakıyorum ardımda,  çıplak, bereketli nar ağacı.

Hem de tadına bile bakmadan...

Ya martılar...

Yine onlarcası konar konar uçarlar mı denizin üstünde.  Balık sürüsüne hücumları yine şölene dönüşür mü ardımdan..?  Yoksa bana mı sergilerler maharetlerini,  bilirler de sevdiğimi..?

Sılama dönüyorum, evime.

Bırakıp Çanakkale'yi, içindekileri, denizini rüzgarını

bir de sevdiceğim,

 canımın yarısını...

 Dönüyorum

 canımın diğer yarısına...

Yoktur  incir ağacı, nar bir de martılar. Deniz de yoktur...  At kestaneleri vardır bizim oralarda, hem acı anılarımı saklayan içinde, hem de çok sevdiğim sonbaharda renk cümbüşünü.

Kavaklar vardır Ata' mın çiftliğinde,  bir de çınarlar,  asırlık. Gerçi batıyor son yıllarda birilerine. Kesilip, parmak kadar çamlar dikilmekte yerlerine. Yine de direnmekteler ulu gövdeleriyle zulümlere.

Kara kara kışı, bol ayazı da olsa, yuvamdır, yurdumdur, vazgeçilmezdir...

Yolculuk başladı...

Yüreğim  iki parça.

 Bıraktım birisini burada, gidiyorum diğer kuzuma,  Ankara'ya ...

24 Kasım 2011 Perşembe

DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ




Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün açtığı çağdaş uygarlık 
yolunda ilerleyen 


ve O'nun ışığını gelecek nesillere taşımayı ilke edinen öğretmenlerimizin 

Öğretmenler Günü Kutlu Olsun.


"Bana çiçek getirin, dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin."  --- Köy öğretmeni Şefik Sınıg'in son sözleri.---


DÜNYANIN    BÜTÜN    ÇİÇEKLERİ

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum
Bütün çiçeklerini getirin buraya,
Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,
Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer
Bütün köy çocuklarını getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara,
Son şarkımı söyleyeceğim,
Getirin, getirin...ve sonra öleceğim.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Kir ve dağ çiçeklerini istiyorum,
Kaderleri bana benzeyen,
Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları
Geniş ovalarda kaybolur kokuları...
Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri
Hepinizi, hepinizi istiyorum, gelin görün beni,
Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Afyon ovasında açan haşhaş çiçeklerini
Bacımın suladığı fesleğenleri,
Koy çiçeklerinin hepsini, hepsini,
Avluların pembe entarili hatmisini,
Çoban yastığını, peygamber çiçeğini de unutmayın,
Aman Isparta güllerini de unutmayın
Hepsini, hepsini bir anda koklamak istiyorum.
Getirin, dünyanın bütün çiçeklerini istiyorum.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım,
Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden,
Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden,
Ne güller fışkırır çilelerimden,
Kandır, hayattır, emektir benim güllerim,
Korkmadım, korkmuyorum ölümden,
Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Baharda Polatlı kırlarında açan,
Güz geldi mi Kop dağına göçen,
Yörükler yaylasında Toroslarda eğleşen,
Muş ovasından, Ağrı eteğinden,
Gücenmesin bütün yurt bahçelerinden
Çiçek getirin, çiçek getirin, örtün beni,
Eğin türkülerinin içine gömün beni.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
En güzellerini saymadım çiçeklerin,
Çocukları, öğrencileri istiyorum.
Yalnız ve çileli hayatimin çiçeklerini,
Köy okullarında açan, gizli ve sessiz,
O bakımsız, ama kokusu essiz çiçek.
Kimse bilmeyecek, seni beni kimse bilmeyecek,
Seni beni yalnızlık örtecek, yalnızlık örtecek.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Ben mezarsız yaşamayı diliyorum,
Ölmemek istiyorum, yasamak istiyorum,
Yetiştirdiğim bahçe yarıda kalmasın,
Tarumar olmasın istiyorum, perişan olmasın,
Beni bilse bilse çiçekler bilir, dostlarım,
Niçin yaşadığımı ben onlara söyledim,
Çiçeklerde açar benim gizli arzularım.

Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Okulun duvarı çöktü altında kaldım,
Ama ben dünya üstündeyim, toprakta,
Yaz kış bir şey söyleyen toprakta,
Çile çektim, yalnız kaldım, ama yasadım,
Yurdumun çiçeklenmesi için daima yaşadım,
Bilir bunu bahçeler, kayalar, köyler bilir.
Simdi sustum, örtün beni, yatırın buraya,
Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya.


CEYHUN ATUF KANSU


21 Kasım 2011 Pazartesi

ÇADIRDA ÇOCUK OLMAK




Dışarıda soğuk, dışarıda ayaz var.

Dışarıda kar lapa lapa yağar.

Oyun zamanı şimdi.

Çocuktur o...

Kardan adam yapmalı, burnuna havuç takmalı...

Kartopu oynamalı.

Üşüyüp eve girmeli.

Kestane kebap yapmalı sobanın üstünde annesi.

Sıcacık olmalı; hem yüreği, hem elleri.

Ardından güzel rüyalara yatmalı çocuk.

 Rüyalar masal gibi...

Kar yağmalı lapa lapa, 

ısıtmalı ama.

Her tanesi şeker tadında,

rengarenk olmalı;

mavi, kırmızı, sarı, mor...

Kahkahalarla uyanmalı çocuk...

Oysa;

çatlamış soğuktan, üşür, tutmaz elleri küçüğümün.

Çorapsız ayakları morarmış, 

dondu donacak naylon terliğinin içinde.

Bilir O;

karla oynanmaz.

Soğukla şaka olmaz.

Zordur çocuk olmak oralarda.

Hem de çadırda ...

Kar azap,

soğuk ölümdür...

Üşür geceleri küçüğüm, donar...

Isınmak ister,

yakar sobayı naylon çadırda...

 Yanar küçüğüm...

Yanar...


(Çadırkentte çıkan yangında bir çocuk öldü diye geçer alt yazıda...)


         nurten y tartaç
         

18 Kasım 2011 Cuma

AŞK

" Tatlım senin bir sıkıntın mı var "  dedim. Geldiğinden beri sohbete isteksiz,  yağdı yağacak gözleri bir noktaya kilitli durgun genç kıza.

"Sevgilisinden ayrıldı da canı sıkkın biraz teyze... " dedi diğer genç kız, bıcır bıcır.  Neşeli sesine hüzün yerleştirmeye çalışarak ve arkadaşının  acısına hürmeten,  elini erkek arkadaşının elinden çekerek suçlu gibi.

" Ahh, canımm yazıkk ... Vah vah... " dememle kızcağızın gözlerinden yağmur gibi yaşların boşalması bir oldu.

 Ne diyeceğimi şaşırdım tutuldum bir an...  Evet kinayeli konuşmuştum, hafife almış, gülmüştüm bıyık altından  şaka yollu.

Unutmuştum...

Yirmili yaşlarda aşk dünyanın tam merkezindedir, diğer herşey onun etrafında döner.  Aşk yoksa -vardı da yitirivermişsen bir anda - hiçbir şey yoktur artık başkaca hayatta önemli olan.  Dünya durmuştur sanki.  Dünya durmuştur da sen bir girdabın içinde dönüp durmaktasındır.  Bir tek görüntü bir çift göz vardır gözlerinin önünde,  bir tek ses bir nefes gerisi koca bir boşluk,  anlamsızlıktır.  Gözlerini kapasan O,  açsan O...  Tarih dersi O'nu anlatır;  tanıştığınız günden hatta andan başlayıp bu güne kadar, olay olay yer ve mekan belirterek.  O'ndan öncesi MÖ dir.  Milattır tanışmanız.  Matematik;  tanışalı kaç gün olmuş, kaç kere görmüşsünüz  toplar çıkarır,  gideli kaç gün olduğunu sayar dakika dakika.   Her şiirde O vardır.  Her şarkı O'nun için  aşkınız için yazılmıştır ...

" Ahh, şekerim, bu da dert mi..? Daha neler yaşayacaksınız, ne acılar var hayatta " diyecektim, yuttum...

Bu kadar yaşlanmış mıydım ..?  Bu kadar uzakta mı kalmıştı gençlik..?   Bu genç kızın hislerini anlayamayacak kadar mı geride kaldı o yıllar..?

Elindeki kağıt mendili kıvırıp didik didik eden,  oturduğu koltukta süt dökmüş kedi gibi büzülmüş genç kızın, dünya başına yıkılmış görüntüsünü bu kadar hafife almak duygusuzluktan başka birşey olamazdı.

Dünya aşk - sevgi - üstüne kurulu değil miydi gerçekten de..?

Konuştum, arkadaşı sırdaşı yaşıtı gibi konuştum genç kızla ...

Faydası oldu mu..? Sanmıyorum.

Zaman gerekecek.  Acısı azalacak, belki  izi kalacak ama  tek çare zaman olacak...

17 Kasım 2011 Perşembe

YALAN

Hep söylerim ya;  şu insan tanıma işi dünyanın en zor işi diye.

Tam ; yok artık kimse beni yanıltamaz, kimse şaşırtamaz diyorsunuz.

Öyle bir haberle sarsılıyor,  aileden birini kaybetmiş gibi oluyorsunuz ki,  üzülüp ağlıyorsunuz yüzünü görmediğiniz ama satırlarında  hayatını öğrendiğiniz, ruhunu okuduğunuz/ öyle sandığınız bir dost için.

YALAN OLDUĞUNU DUYUYORSUNUZ SONRA BU HABERİN

Yalan olduğuna sevinmeli mi yaşıyor olduğu için;  adatılmış, duygular sömürülmüş te olsa ...

Üzülmeli mi;  insanlık, vicdan, dostluk duyguları koca bir yara daha aldı diye...

(Küçük kızı için hayatta olmasını dilerim yine de Kara Kalem'in)

13 Kasım 2011 Pazar

GEZMEK GÜZEL ... HELE DE DOSTLARI TANIMAK ...

Bak Çanakkale ! Aramızdaki tüm sevgi bağlarını koparmak üzeresin söyliim sana... Bu ne fırtına bu ne ayaz böyle..? İliklerime kadar üşüttün. Ankara yapmadı senin bu yaptığını bana, adı çıkmış soğuk diye. Sarınırsın kabanına berene kaşkoluna çıkarsın dışarı,  Ayaz mayaz işlemez.  Belki burnun donar birazcık,  alnın hissizleşir ama e olur o kadar, Ankara burası dersin.


Ya sana ne demeli Çanakkale hıı..?  Amann sen de noolcek ki Çanakkale'nin soğuğundan demişim, çıkmış gelmişim taa buralara. Bu bana yapılır mı hiç?  Ben seni bu kadar sevmişken, neredeyse evimi yurdumu bırakıp burada yaşamaya niyetlenmişken böyle mi karşılanır insan.


Bi sokağa çıkıyorum  "A" noktasına gidecekken kendimi "B" noktasında buluveriyorum. Gözlerimi ağzımı açmak ne mümkün,  burnum akıyor ha bire, saçlarım çorba gibi karışmış her teli başka havadan çalıyor.


Hayır yani, anlamadığım birşey var... Şu karşı yoldan gelen kadınlara neden birşey yapmıyorsun ki..?  Tombul, mavi bereli olanının üstünde sadece bir hırka var. Ve gayet rahat sohbet ederek yürümekte yanındaki kısa saçlı kadınla. O da montunun önünü bile kapatmamış, saçları da dağılmıyor...  Nasıl olur anlamadım  ki..? Rüzgarın fırtınan yalnızca bana işliyor da buralıları okşayıp geçiyor mu acep..?  Alper de öyle diyor, ben yeni geldiğim için bu kadar etkilenmişim.  Yani ortada rüzgar fırtına yok, yeniyim diye yamuluyor ağzım gözüm.  Peki, martılar neden savruluyor ordan oraya da  bir türlü uçmak istedikleri rotayı tutturamıyorlar.


Bilirsin seni çok severim Çanakkale.  Sen değil yalnızca, herkes öğrendi artık benim Çanakkale tutkumu;  darbuka daha "tıp" deyince oynamaya başlayıveren canlı kanlı sıcacık insanına sevgimi, taşına toprağına, altında kefensiz yatanına aşkımı.  Güldür artık yüzünü, güldür ki;  doya doya içime çekeyim deniz kokunu. Hıı olur mu..?


Oysa İzmir böyle mi yapmıştı ..?


Bu sene atladım bir leyleğin sırtına, uçurdu beni ordan oraya.  Nerde bıraktıysa orda indim, gezdim dolaştım.  Şubatta İstanbul'la başlamıştı gezim. (Eve de uğradım tabii ki ara ara :))  Çanakkale'den bir önceki durağım/ız ise İzmir'di. Tam da kış moduna girmişken Ankara'da,  İzmir'in sıcacık havası karşıladı bizi.  Şahane bir havada bayram süresince gönlümüzce gezip dinlendik.


İzmir'in bana en güzel sürpriziydi,  Sufi 'mle tanışmak.  Aramaya çekindim önce,  rahatsızlık verir miyim diye. Tedavi süreci hangi aşamada ve sağlığı nasıl bilmediğim için.  "Hadi gelsene ..." diyen cıvıl cıvıl sesini duymamla,  kendimi O'nun evinde bulmam arasından iki saat geçmemişti sanırım. 


  Mitolojik,  felsefi derin anlamlar taşıyan güzel yazılarıyla tanıyıp sevdiğimiz Sufi'miz, aynı sayfada yazan sevgili Cem ve diğer iki blog dostumuzla  ( adlarınızı unutmuş olmaktan utanç duyuyorum.  Bu  benim isim hafızamın çok zayıf olması ve takip ettiğim bloglar arasında olmamanızla:(  ilgili.  Lütfen beni bağışlayın... )  doyumsuz birkaç saat geçirdim.  Sufi'nin - Tontini -   sohbeti,  saçtığı sıcacık ışık beni hayran bıraktı.  Sağlığının gayet iyi olduğunu görmektense çok çok  mutlu oldum.  Kendisinin de söylediği gibi Cem ve diğer yakınlarının O'nu sevgiyle sarıp sarmalayan desteklerinin bunda rolünün büyük olduğuna,  ben de görerek inandım. Ve yine inandım ki; Sevgili Tontini /Sufi'm,  güzel yazıları ve sevgili dolu ışığıyla uzun yıllar bizimle olacak...


Seni tanımak güzeldi Tontini'm.  Umarım sohbetimize kaldığımız yerden ve uzun uzun devam etme şansını yakalarım birgün...



12 Kasım 2011 Cumartesi

YAŞAMALI ...

Dibi delik bir cepte çakıltaşları biriktirmekmiş yaşamak. Her  tanıdığın insan için ve sana yaşattıkları sende bıraktıkları her iz için; aşkların, hayal kırıklıkların, heyecanların,  umutların, acıların ve  yediğin her darbe için bir çakıltaşı ...
Yol al/a/makmış yaşamak.  Uzun uzun, bitmeyen, tükenmeyen yollarda yaşalmak yaşlanmakmış .  Gittikçe keskinleşen virajlarda nefesin kesilmemişse eğer, her virajdan sonra biraz daha tutunabilmişsen hayata. Biraz daha güçlenerek yola devam edebilmekmiş.
Yaşam, bir çarka kapılmakmış  saçının bir telinden ve her çırpınışta bir parçanın daha dolanmasıymış dişlilere.
 Ve en sonunda en güçlü en sağlam yerinden kopuverirmiş zincir ...
  Daha her iş yarımken, yine yarına ertelemişken yaşamı, ansızın son noktayı koyuverirmiş geriye dönüşsüz acımasız zaman ...


Bazen rutinin dışına çıkabilmeli. Kopmadan kırmalı zincirleri. Ve direksiyona geçip kontrolu ele geçirmeli ...
Zaman varken yaşamalı bildiğine... 

               nurten y tartaç 






4 Kasım 2011 Cuma

3 Kasım 2011 Perşembe

KARAR !!!

Yozlaşan yobazlaşan gaddarlaşan adaletsiz düzene isyanım var.

Daha  oyuncak bebekleriyle evcilik oynayacak yaştaki küçücük bir kızın rüyalarının, hayallerinin geleceğinin,   hoyratça koparılıp çamura bulanması yetmedi,  neredeyse;  "bütün suç Sende,  asıl mağdur olan,  kerli ferli, evli barklı, çoluk çocuk sahibi  "bu amcalar" ( !)  denecek.

 Henüz 13 yaşındaki  kızcağızın, babası hatta dedesi yaşındaki  26 salyalı, iğrenç yaratıkla kendi isteğiyle birlikte olduğu sonucuna varıldı ... Ve sanıklara alt sınırdan ceza verildi ...

İnanamıyorum...

Dilimin ucuna neler geliyor...

Susuyorum  :(((

29 Ekim 2011 Cumartesi

29 EKİM'DE ANITKABİR' DE OLMAK



Anıtkabir'deydik bugün. Çiçeklerle bezeliydi her taraf.  Ve insanlar;  aydınlık yüzlü, güzel, mutluydular kendilerini en güvende hissettikleri Ata'larının huzurunda.





















Ahh! Atatürk resimleri, bayraklar ve balonlarla donatılmış yüzden fazla ( wolksvagen ) vosvos' un Anıtkabir'e Ata'yı ziyarete gelirkenki muhteşem şovlarını paylaşmak isterdim sizlerle ama fotoğraf makinemin şarjı bitmişti :(



28 Ekim 2011 Cuma

BİR CUMHURİYET BAYRAMIYDI ...

Bugündü ;  dolabından çıkarıp balkona astığın  kocaman  al bayrağını.

Estesi gün bayramdı .

29 Ekim 1923 te cumhuriyet ilan edilmiş,  "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur..." denmişti.

En büyük bayramdı bu bayram...

CUMHURİYET BAYRAMI ...

Her bayramda olduğu gibi ;

çıkardın dolabından,  yıkanmış ütülenmiş itinayla katlanmış,  bir sonraki bayrama kadar saklanmış

bayrağını .

Öptün okşadın önce .

Gururla astın sonra, balkonuna boydan boya.

Dalgalansın  şanla şerefle vakurla diye...

O sabahtı CANIM BABAM .

 O bayram sabahı ...   Gittin ...

Seni alıp götürdükler el üstünde ebedi mekanına ...

***

İşte bundandır ;

her Cumhuriyet bayramı' nda hüznü ve coşkuyu bir arada yaşamam ...

Bundandır ki ;

Babam Cumhuriyet,  Cumhuriyet Babamdır benim ...

Geçilir mi hiçbirinden ..?

***

Bayrağın her bayramda dalgalanır balkonumda ...

Ama artık yalnızca bayramlarda değil ne yazık ki .

Biliyor musun BABAM..?  Bu taptığın ülkenin üstünde kara bulutlar dolanmakta şimdilerde .

"Ben varım,  buradayım dünya durdukça dalgalanacağım, silin ağzınızdan akan salyaları soysuzlar ..."

demek içindir,  balkonumdaki  bayrağın varlığı bazen  ...

SEN YATTIKÇA TOPRAĞINDA ,  CUMHURİYET VAROLSUN BABAM ...

24 Ekim 2011 Pazartesi




Ve öyle bir yazgıdır ki yazılan, bu ulusun alnına

aynı kalemle ...

kırılası ...

***

3 ŞEHİDİMİZ VE 6 YARALI ASKERİMİZ VAR BUGÜN DE, HABERLERDE BAHSİNİ GÖRMEDİĞİMİZ.

MEKANLARI CENNET OLSUN ŞEHİTLERİMİZİN.  YARALI ASKERLERİMİZE ACİL ŞİFALAR DİLİYORUM .


VAN' DA Kİ 7'2 LİK DEPREMDE HAYATINI KAYBEDEN VATANDAŞLARIMIZA ALLAH'TAN RAHMET, GERİDE KALANLARA SABIRLAR VE KOLAYLIKLAR DİLİYORUM .

16 Ekim 2011 Pazar

BİR NEFES MUTLULUK ( 6 )

Pembe pancurlu değildi evleri.  Pembe boyalıydı gerçi.  Yer yer boyaları dökülmüş rengi solmuş, duvarlarında yol yol çatlaklar oluşmuş, damı akan, menteşeleri pas tutmuş pencerelerinden birinin camı kırık ve gazete kağıdıyla kapatılmış olsada, sevgiyle çarpan iki yüreği barındırıyordu pekala. Başkaca hayali yoktu ki zaten genç kadının.  Seviyordu imam nikahlı kocasını. O'nunda kendisini aynı aşkla sevdiğini sanıyordu, başkasına aşık olduğunu söyleyip, çaresizliğini umursamadan çekip gidene kadar...

Karnındaki bebekle gözleri yaşlı,  parasız ve büyük bir hayalkırıklığı ile ablasının kapısını çaldığında henüz onaltı yaşındaydı kadın.

Birgün,  haber bile vermeden  ipsiz sapsız bir gencin peşine düşüp giden kız kardeşine çok kızgındı ablası. Şimdi de karnında bebesiyle karşısına dikilmişti.  Olacak iş değildi.  Hadi kendisi kabul etti diyelim,  kocasına bunu nasıl kabul ettirebilirdi.  Üç kuruşluk geliriyle dört boğaz doyuruyordu adamcağız, o da yarı aç yarı tok.  İki boğaza daha bakamazdı.  Kardeşi o çocukla kaçtığından beri konu komşunun dedikoduları çalınıyordu kulağına bir de.  Yerin dibine giriyordu utancından.  Yanlarında kalması mümkün değildi. Oturup konuştular, sonunda karar verdiler.  Palas pandıras mahalledeki  kimsesiz dul orta yaşta bir adamla kızı evlendirip köydeki ninelerinin yanına yolladılar.

***

Küçük kızı yaşlı ninesiyle bırakıp  giden  adam,  aradan geçen bunca zaman içinde arayıp sormamış, şimdi karşılarına oturmuş kızını almaya geldiğini söylüyordu.  Neye uğradıklarını şaşırdılar Bahar ve kocası. Ne yapmalıydılar..?  Elif'in üvey babasıydı bu adam ama nüfusta öz babası görünüyordu. Kanunen kızı almaya hakkı vardı.

Aylar olmuştu Elif'i elinden tutup eve getireli. Konuşmuyor da olsa artık neşesi yerine gelmiş sessiz cıvıltılarıyla evi şenlendirmişti.  Hala psikolojik destek alıyordu ve hergün daha da iyiye gittiği müjdesini veriyordu psikologu.  Bahar'ın desteğiyle okuluna da devam etmeye başlamıştı...  Anne babası olmayan, teyzesinin de istemediği  kimsesiz  küçüğün ailesi oluvermişlerdi bir anda.  Şimdiyse bir adam gelmiş kızımı verin diyordu.

İki saattir karşılıklı oturmuş adamı iknaya çalışıyordu karı koca.  Kirden rengi kaybolmuş ceketinin eteği sökük, pantolonunun paçası yırtık gariban görünüşüne bakılırsa kendine bile bakacak hali  yoktu.   "Nasıl bakacaksınız peki kızınıza, neyle geçiniyorsunuz ?" diye sorduklarında, "o benim bileceğim iş, aç mezarı yok ya" diyordu adam sigara içmekten sararmış bıyıklarının arasından pis pis sırıtarak ve ağzında seyrelmiş  uzamış üç beş çirkin sarı dişini göstererek.  "Kızımı verin şikayet ederim sizi" diyordu da başka birşey demiyordu.  Yapabilecekleri birşey yoktu karı-kocanın.  Vermek zorundaydılar çocuğu bu adama ama yoksul olması değil de,  karı-kocayı tedirgin eden başka birşey vardı adamın kan çanağı sinsi bakan gözlerinde.

14 Ekim 2011 Cuma

YANILGILAR YALANLAR YANLIŞLAR

Yaşam,  elinize tutuşturulan yanılgılar yumağını çözmek için debelenip durmak olmalı. Yanıla yanıla deneyim kazanmak,  doğruyu buldum derken yine yanılmakmış yaşam. Bir daha yanılmam, en azından bu konuda dersiniz ama tam da kendinize en güvendiğiniz anda yaşadıklarınızla tüm ezberleriniz bozuluverir.  En başa dönersiniz sınama yanılma yöntemiyle deneyim biriktirmeye.

En çok insanları tanımak konusunda önsezilerime güvenirim/dim.  Artık böyle düşünmüyorum. Yanılmışım... İnsan tanımak hiç te öyle kolay bir iş değilmiş.  Bu kadar değişken, bencil,  kafasının içinde binlerce tilki dolaşıp, hiçbirinin kuyruğunun birbirine değmediği insan ırkını tanımak zormuş,  hatta mümkün değilmiş. Anladım ...

Konunun benimle ilgisi yok aslında.

O gençlerin aşkla bakan gözlerine  inanmıştım, inanmıştı herkes.

Ne kadar mutluydular.. ?  Mutluluk rolü oynana bilirmiş. Mutluluktan uçuşabilirmiş insanın etekleri, mutlu olmasa da. Nerden bilelim ..?

Gençkız, delikanlı, onların güleryüzlü candan en yakın kız arkadaşları,  geçkin patron hepsi de mi rol yapar..?  Yaparlarmış ...

Yanılırmış; anne - babalar, akrabalar ve biz yakın aile dostları.

Güzelliklerden koca bir sorun yumağı yaratılırken uzaktan yakından hiç rolümüz olmadı ama bu düğüm düğüm olmuş sorun yumağını çözmeye yardım etmek için biz yakın dostlara ağır roller düştü.

Yardım etmemiz için  ağladı yalvardı yakın dostumuzun çok sevdiğimiz kızı, babasının O'nu affetmesi için.

Biz se ne yapmalıyız bilmiyoruz çünkü nasıl davranırsak doğru olur emin değiliz ...

10 Ekim 2011 Pazartesi

YAĞ YAĞ YAĞMUR DA !!!

Karar veremedim...  Ben böyle havaları sevmeli miyim ,    nefret mi etmeliyim ..?

Kasvetli  kapalı  ağladı ağlayacak havaları severim birçoklarının aksine ama çoğunlukla  da bu havalar hasta eder beni.  Hasta eder çünkü;   böyle havalarda duramam yerimde atarım kendimi dışarı ...

Dün de;

"Yaşasınn yağmurr..!" dedik, sabahtan başlayıp mıy mıy,  yağıp yağmamak arasında tereddütlü yağmuru gördüğümüzde.  Akşam hızlanmaya başlayınca,  mevsimin ilk yağmuru yağdığında hep yaptığımız gibi attık kendimizi sokaklara. "Ohh! aman da ne güzel de yağarmış ta" diye diye yürüdük bir süre. Biz yürüdükçe,  yağmur hızlandı çoştu da çoştu.  "Olsun noolcek ki,  şeker miyiz eriyeceğiz..?  Ne güzel işte!  yağmur çamur haşır neşiriz, doğayla kucaklaşıyoruz var mı ötesi..?  Yaşasın özgürlükk ..!" nidalarıyla biz şımardık, yağmur şımardı.

Sonunda eve döndüğümüzde sudan çıkmış sıçan gibiydik.

Bu çoşkuyla ben,  gribi henüz tam olarak atlatamadığımı unutmuş olmalıyım.

Ihlamur-kuşburnu ve başkaca aklıma gelen her biişiden yaptığım çaylardan içip duruyorum sabahtan beri, baş ve boğaz ağrısıyla battaniyenin altında büzülmüş  "ahh !off !" diye mızırdanarak ...

"Ee ne demişler akılsız başın derdini ayaklar çekermiş"   yoksa  dersini mi söylemeliydim ..?

8 Ekim 2011 Cumartesi

UYKUSUZLUĞA İSYANIMDIR


Kuytularda saklanmış katran karası düşünceler.

Bir dokunsam,  bini birden üşüşecekler.

Duygular savaş açmış akıl oyunlarına.

Kör kuyularda yağlı iple boğulmuş mantık.

Kirpikler küskün göz kapaklarına

titreşmekte, yorgun, mahmur, nazlıca

Beden uykusuz, mızmız, hasta...

Ve beyinde sigortalar atmış, 

bir curcuna bir curcuna.

Baksana;

cümleler çıldırmış,

heceler bölük pörçük,

kelimeler anlamsız 

uçuşmakta boşlukta.

Rakamlar da isyanda...  hoplayıp zıplamakta;

toplanmış, bölünmüş, çarpılmış da,

sonuç hep sıfırmış

elde hep sıfır kalmış gibi...


Yeterr !!!

uyumak istiyorum, kapatın ışıkları.

n y tartaç

( 8 Ekim 2011 )

Değişen birşey yok... yine yorgun, yine uykusuzum :( :P





Grip arkasından oluşan burun tıkanıklığı ve bu nedenle uykusuz geçen ikinci gecenin sonunda, uykusuzluğa isyanımdır :) :(



7 Ekim 2011 Cuma

BİR NEFES MUTLULUK ( 5 )

Bir Nefes Mutluluk  ( 4 )

Ansızın,  sessiz bir bomba düşmüştü adeta evin orta yerine.  Bir anda hayatlarının akışı değişivermişti... Yaşamlarının bundan sonraki bölümünü doğanın kucağında  geçirmek isteğiyle gelmişlerdi denize dağa üstelik şehre de yakın bu cennet köşesi köye. Tam da çocukları kendi geleceklerine doğru kanat çırpmaya başlamış, Onlar'a geriden izlemek kalmıştı sadece.  Arada kanatları bir engele takıldığında yaptıkları küçük müdahaleler dışında.  E madem bir Köroğlu bir Ayvaz kalmışlardı ve madem en büyük hayalleriydi artık köyde yaşayıp,  doğal beslenmek tertemiz hava çekmek ciğerlerine, o halde tam zamanıydı yaşamlarını değiştirmenin.   Ani bir kararla,  heyacanla ama biraz da bilinmezlikten kaynaklı tedirginlikle buraya yerleşivermişlerdi. Gerçi şehirle bağlantılarını kesmemişlerdi.  Kışları birkaç ay şehirdeki evlerinde yaşayacaklardı.  Daha birkaç ay olmuştu;  çoluk çocuk kaygısı,  sorumluluğu olmadan,  hangi saatte ne yapmak isterlerse onu yaptıkları, sadece ve sadece kendileri için yaşayamaya başladıkları yani;  ikinci baharlarını yaşadıklarını düşündükleri.  Bir küçücük kız girmişti şimdi hayatlarına teklifsizce, ne olduğunu anlamadan...

 Avucunda kaybolmuş, kürdan gibi ince parmaklı titrek çocuk elini hatırlıyordu yalnızca.  Bir de sıcaklığını...  Küçük,  çaresiz ve artık,  akrabaları yanlarında istemediği için şu koskoca dünyada yapayalnız kalmış bu çocukla birlikte ne zaman eve gelmiş olduğunu hatırlamıyordu bile Bahar.

O derin mavi gözlerini ayırmıyordu yine Bahar'dan  Elif'cik ama bu kez yabanıl bir merak yerine çaresiz bir kabulleniş vardı sanki o gözlerde. Bu evde yaşamayı, başka çaresinin olmadığını kabulleniş. Yine sessizdi hiç konuşmamıştı.  Hatta varlığıyla yokluğu bile belli değildi, sadece Bahar'ın eteğinin dibinden ayrılmıyor gölgesi gibi nereye gitse takip ediyordu.

***
Yaşamlarını yeniden şekillendirmeliydiler bu davetsiz misafire göre.  Üstelik konuşamayan, hakkında neredeyse hiçbirşey bilmedikleri bu misafire göre.  Köylüler de pek birşey bilmiyorlardı, üvey babasının bir süre önce çekip gittiği ve bir daha gelmediği,  aşağı yukarı o zamanlara denk bir süreden beridir de küçük kızın hiç konuşamadığı dışında.

Daha önce konuşabildiği hatta diğer çocuklarla birlikte okula başladığı halde ne olmuştu da artık konuşamıyordu küçük Elif.  Ninesinin ölümünde bile iki damla yaş görmedikleri o güzel gözlerindeki keder, bakanı,  karanlık girdaplar gibi içine çekiyordu. O'nun bu suskun feryadına dayanamadı karı-koca. Böyle eli kolu bağlı oturamazlardı .Birşeyler yapmak gerekiyordu...  Götürdükleri doktorun,  sorunun fiziksel bir rahatsızlıktan kaynaklanmadığını tamamen psikolojik bir nedene bağlı olduğunu söylemesi üzerine  gittikleri psikolog;

"Psikolojik bir travma yaşamış.  Üstüne gitmeyin ve konuşması için israr etmeyin.  Sağladığınız güvenli ortam ve terapilerimiz yardımıyla zamanı geldiğinde konuşacaktır. Yeter ki O'ndan sevgi ve ilginizi esirgemeyin"  dedi.

4 Ekim 2011 Salı



Hastayım hasta canım istiyor pasta


demeyeceğim


ne pasta görmek istiyor gözüm


ne de,  ıhlamur kuşburnu ve sair içecekleri.


İçim dışıma çıktı sıvı tüketmekten


hiç faydası yok.


Grip frene basmadan devam ediyor 7 gününü tamamlamaya



1 Ekim 2011 Cumartesi

BİR NEFES MUTLULUK ( 4 )

Bir nefes mutluluk    Bir Nefes Mutluluk  ( 2 )    Bir Nefes Mutluluk  ( 3 )

Geniş bahçedeki iki çam ağacı arasına kurdukları hamakta,  kucağında kitabı uyuyakalmıştı Bahar. Gözlerini açtığında, yanıbaşındaki iki iri gözün meraklı bakışıyla irkildi.  Engin denizlerin mavisi hatta laciverti kadar derin, koyu mavi bu gözler,  biran delip geçti  sanki kadını.  "Hay Allah kaçtı..."  dedi sıkıntıyla.  Yine ürkütmüştü işte küçük kızı.  Oysa kaç gündür  her yaptığını gizlice izleyen ama farkedildiği anda kaçıp o gün için bir daha görünmeyen bu küçük kıza yanaşmanın bir yolunu arıyordu. Dostluk kurmak için denediği birkaç başarısız girişimden sonra yaklaşımın küçük kızdan  gelmesinin daha doğru olacağı kanısıyla,  O'nu farketmiyormuş gibi davranmaya karar vermişti. Kız kendini güya, ya bir ağacın, ya alçak bahçe duvarının ardına saklayıp saatlece izliyordu Bahar'ı hatta evdeki her hareketi.  Bu kadar  yaklaşmışken yine kaçırmıştı.  Bugün artık hiç görünmezdi ortalıkta...
"Yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu görüyorum sık sık evin etrafında, çok zavallı bir hali var, üstelik hiç konuşmuyor. Kim bu kız, tanıyor musunuz?" diye sordu Bahar ertesi gün köydeki tanıdıklarına.
 "Ha O'mu" dedi komşu kadın. "Bizim köyden değil, şu görünen köyde ninesiyle oturur. Üvey babası vardı yanlarında bir de.  Geçen yıl bir anda yok oldu adam.  Şehre gitti dediler. Bir daha da gelmemiş.  Köylülerin yardımıyla geçinir fukaralar. "Konuşurdu O" dedi bir başka kadın.  "Konuşurdu eskiden, bir hastalık geçirmiş, arkasından da böyle sus pus olmuş.  Her denileni anlar çok ta akıllıdır ama konuşamaz işte zavallı..."   Öteki köyden buraya kadar geliyordu demek hergün diye düşündü Kadın...

Aradan birkaç gün geçti. Gözleri etrafı taradı durdu Bahar'ın ama ortalıklarda görünmüyordu kızcağız.  İyice meraklanmıştı ...

O gün sabah yürüyüşlerini o köye doğru yapmaya karar vermişti karı koca, belki küçük kızı görmek isteğiydi ayaklarını oraya doğru sürükleyen.

***

Daha dün gibi hatırlıyordu o sabahı Bahar. Ninesinin cansız vücuduna sarılmış uyur vaziyette bulmuşlardı küçük kızı. Omuzuna dokunup şevkatle saçlarını okşayarak, sıcacık yumuşacık yatağından, mutlu rüyasından  uyandırıyormuş gibi uyandırmıştı küçük kızı, yaşadığı kabustan.  Çocuk o masvami gözlerini bu kez kaçırmamış,  uzun uzun gözlerine dikmişti bakışlarını önce.  Sonra belli belirsiz bir gülümseme belirmişti yüzünde, Bahar'ın boynuna sımsıkı kilitlerken kollarını.

30 Eylül 2011 Cuma

TARİH YAZACAK ...

 Gün gelecek tarih olacağız.  Adımız sanımız bilinmeyecek,  karışıp gideceğiz toprağa.  Biz değilse de yaşadığımız bugünler tarih sayfalarında yerini alacak elbette. Biz nasıl geçmişin tarihini okumuşsak, gelecek nesiller de bizim dönemimizi okuyacaklar tarih kitaplarında.

Büyükler kirli bir dünyada olup bitenleri bir şekide anlayabilecekler belki ama küçücük çocuklar okullarda,  kendi siyasi tarihlerini okurlarken,  gelişen olaylar arasında nasıl bir bağ,  nasıl bir mantık oluşturabilecekler acaba ..?

Devletin bütünlüğü, tek dil tek bayrak ve ülke sınırlarının korunması  birinci amaç olması gereken anayasa hazırlanırken, ülke sınırları içinde ayrı bir devlet olmak isteyen, bunun için masum vatandaşları, vatanın bütünlüğünü korumak görevini yerine getirmek dışında herhangi bir suçu olmayan gencecik askerleri ördürürken gözünü bile kıpmayan bir terör örgütünü açıkça destekleyen bir partinin de  söz sahibi olduğunu,  küçücük beyinler nasıl algılayacak acaba ..?

Hem devletin çıkarlarını koruyan,  hem de bu devleti hiçe sayıp ayrı bir meclis oluşturmuş PKK destekçisi bir partinin ortak çıkarlarını koruyan bir anayasa çıkarmayı başarmış atalarının yüksek dehalarıyla gurur duyacaklardır herhalde ...

28 Eylül 2011 Çarşamba

BIRAKALIM GÖRELİM ...


( Ivan Konstantinovic Ajvazovskij - Mehtap Ve Gemi Enkazı Portresi )

Dalgalara karşı yüzmek


 rüzgara karşı koşmak


yormuşsa eğer


bırakalım yorgun bedenimizi


bırakalım bakalım ...


Hangi kıyıda huzura erecek bu hırçın ruhumuz,


hangi kuytuda son bulacak isyanımız ..?


Bırakalım, 

 görelim ...

25 Eylül 2011 Pazar

YİNE AĞLADI ANALAR


Ben dün gece oğlumdan ayrılmanın hüznüyle hislerimi  ve daha birlikteyken bile başlayan özlemimi yazarken,  6 ananın daha yüreğine korlar düşmüş. Yangını hiç sönmeyecek korlar.  Ahh!!!  hangi kelime anlatabilir o anaların acısını,  ne teselli edebilir ki onları..?  Çağlayanlarda yıkansalar söner mi ateşleri ...?

UTANDIM KENDİMDEN,  ÇOK UTANDIM ...

Hergün şehit haberleri alıp ve artık bunu neredeyse kanıksayan, bahis etmeyi bile çok görmeye başlayan,  asker öldürmeyi pkk nın görevi bilen, bugün üç,  bugün beş diye,  yalnız cansız ruhsuz "sayı"larla dile getirip geçtiğimiz ama ekranlarda vur patlasın çal oynasın eğlencemizden "yıkılmadık ayaktayız" imajı vermek adına vazgeçmediğimiz için,

sen;  kimbilir hangi cefalarla bugüne getirdiğin, gözünün nuru, canının parçası kuzunu, gencecik fidanını kara toprağa verirken bile VATAN SAĞOLSUN diyebilme asaletini, hangi sözcüklerle  ifade edeceğimi bilemediğim  ŞEHİDİMİN ANASI,

SANA YAŞATTIKLARIMIZ İÇİN KENDİM VE ÜLKEM ADINA UTANIYORUM ...

GÜLE GÜLE

Yine el sallandı, yine yüreğe saklandı hüzünler.

Daha gözüm gözünde,  kokun yanıbaşımdayken

hasretin oturdu  taa içime  seni sararken.

Kirpiklerimde dondurup gözyaşlarımı,

yine neşeyle uğurladım seni.

Gönlün hoş, yolun açık olsun.

 Yeter ki her ayrılık  kavuşmakla son bulsun ...

Güle güle git, güle güle gel oğlum ...

HAYAT TATLIDIR

Hayat "bazen"  tatlıdır.


Gerisi; acı hüzün gözyaşı umutsuzlık yoksulluk hastalık ayrılık hırs ihtiras kin öfke kavga gürültüdür ...


Kısaca;  savaştır ...


Bir anlık mutluluklar için ömür boyu savaş vermektir hayat.


Ve o anı yakalamak için savaşmaya değer.


Oysa;  insan, elindeki mutluluğun değerini,  ancak kaybedince anlar.


Elimizdekilerin değerini  kaybetmeden bilip,  korumak umuduyla ...

23 Eylül 2011 Cuma

ANKARA HAVASI

Ünlü Ressamlara Ait Resimler
                             (  Vincent  Van  Gogh )


Karar veremedi bugün hava.

Yağsın mı yağmasın mı..?

 Güneş mi açsın pırıl pırıl,  gri bulutlarla mı kaplansın.

Bir esti  bir gürledi.

 Yaprak kımıldamadı bazen.

 İsteksiz tek tük damlalar düştü toprağa tıp tıp.

Yani;

güzeldi hava çok güzel.

Ne üşüttü ne terletti.

Hafifçe esen ılık rüzgarın taşıdığı mis gibi toprak kokusuna eş,

çay tavşan kanı,  sohbet koyuydu.

Kah bulutlarda koşturduk,

Kah güneşe el salladık.

Biz bugün Ankara havası gibiydik, bir güldük bir ağladık.

20 Eylül 2011 Salı

DEDİKODUCU GARSON NOOLCAK

Garsonun da bu denli dedikoducusunu ilk kez görüyorum.


Hayır,  ben bu kızlara o gözle bakmamıştım ki...


Arkadaşımla buluşacaktım bu sabah.  Okullar açıldı ya Ankara trafiği arap saçı. Merih;  " bu trafikte otobüsle gitmen daha kolay arabayla girilmez o trafiğe. Hem,  erken çık evden yetişemezsin "  deyince buluşma saatimizden neredeyse iki saat önce düştüm yollara. Da, sandığımız, daha doğrusu Merih'in sandığı gibi olmadı. Hiç sıkıntı olmadan tıkır tıkır işledi trafik ve ben, buluşma saatinden 50 dakika önce Kızılay'daydım.  E nasıl geçer ki vakit?  Üstelik uzun zaman olmuş sabahın köründe yollara düşmeyeli,  unutmuşum mevsim dönüşlerinde Ankara havasının sabahları çok serin olduğunu.  Üstümde incecik giysimle çok üşüdüm dolayısıyla. Gireyim bir kafede oturayım vakit geçsin dedim ve yol üstünde bir kafe kestirdim gözüme, hem arkadaşımın gelişini rahatça görebileceğim ve hem de gelip geçeni izleyeceğim. ( ki ben bu gözlem işini yaparım sık sık:) Başladım yine caddede telaşla oraya buraya  koşuşturan insanları incelemeye. Genç yaşlı neredeyse herkesin asık suratlı hayatlarından bezmiş ifadeleri yine burktu yüreğimi.  Öyle ya; ne üzüntüleri ne yükleri vardı kimbilir..  Gerçi gülerek önümden geçen birini görseydim ne düşünürdüm acaba onu da bilmiyorum ya.  "Deli mi ne, kendi kendine gülüyor der miydim ki..?"


Her neyse efendim; Oturduğum masanın önündeki masaya üç genç kız geldi,  üstlerindeki formalarından lise öğrencisi olduklarını düşündüren. Oturdular birşeyler sipariş verip,  neşeli bir sohbete başladılar bağrış çağrış, cıvıl cıvıl. Sonra iki kız daha geldi.  Şen şakrak kahkahalarla sarılıp öpüştüler.  Derken içlerinden biri; "Okulu kıralım bugün" dedi.  Diğeri; " kızım kafayı mı yediniz ne gitmeyecek mişiz, bugün okul her yerden kafadır bee " dedi.
Öteki, şöyle bir salladı upuzun saçlarını ve parmaklarına doladığı bir tomarını kıvırarak "yaa ne gitcekmişim bee havaya baksana inek miyim ilk günden" dedi.


Okula gitmek ya da gitmemek konusunda epeyce bir didiştikten sonra biri " koy oolum paranı cebine,  ben varken geçmez lan" dedi.  Hesabı ödedi saçlarını  savurarak patron edasıyla ve bir el hareketiyle taktı diğerlerini de peşine cıvıldaşarak çıktılar kafeden.


Ne kadar dikkatli ve nasıl bir yüz ifadesiyle izlediysem bu genç kızları, onlar çıkar çıkmaz garson başladı dedikoduya.


"Bunlar da kız işte. Şu hallerine bak abla. Valla bende de var iki tane kırarım bacaklarını şu halde görsem. Noolcak zengin çocukları şımarıklar her dedikleri oluyor tabi. Terbiye saygı hak getire. Bunlar da okuyacak ta vatana millete hayırları olacak. Boş boşş ..."


Ayy daha neler neler. Tam ağzımı açıp;


 "Ama garson bey ben o çocuklara bakarken çirkin birşey görmedim ki.  Güzellik gördüm hayat gördüm neşe ve mutluluk gördüm yüzlerinde, caddede koşuşturan yılgın bezgin, asık suratlı bunca kalabalıktan farklı olarak. Bir de; onları  sınırlarla yasaklarla biçimlendirmek isteyen kurallara isyan gördüm ışıl ışıl gözlerinde, masumca.  Saçlarını açmıştı mesela hepsi de.  Salıvermişlerdi omuzlarından aşağıya özgürce.  Hafifçe fön çekmişti galiba bazıları. Bugün okul açılmıştı, yapmaları gereken okula gitmekti.  Onlarsa okulu asmaya karar verdiler büyük ihtimal.  Hangimiz yapmamıştık ki..? Biz kötü müyüz şimdi..? "


diyecektim ki yan masadaki bey garsonu tastik eder eleştiriler sıralamaya başlayınca, usulca toparlanıp çıktım kafeden...

17 Eylül 2011 Cumartesi

TATİLE DEVAM

  


 Alper'in öğrenci evine beş altı dakikalık yürüyüş mesafesinde olan bu plajda,  deniz kum ve güneş bu yaz sonunda bize beklemediğimiz kadar cömert davrandı. E tabii biz de bunu sonuna kadar değerlendirdik haliyle.


Sevgili Sünter'le bayram sonunda Çanakkale'de buluşmak üzere sözleşmiştik telefonda.  O Almanya'dan gelecekti ben Ankara'dan, ortada   buluşup hasret giderecektik.:)  Öyle de yaptık.  Çanakkale'nin meşhur Donanma Çay Bahçesinde, virgülsüz noktasız, biri bitmeden diğeri başlayan konudan konuya atladığımız ve saatler süren harika sohbetimizden ancak, ağzımız kurudukça garsona birşeyler sipariş etmek için başımızı kaldırabildik.  Yanımızda Sünter'in bir yazısında  anlattığı aşk hikayesinin kahramanı Gabi de vardı. Sabrına hayran kaldığım Gabi ...  İnsan hiç mi sıkılmaz?  Türkçe bilmediği için sohbete katılamayan Gabi'nin varlığı aklımıza geldikçe Sünter,  Almanca, konu hakkında özet geçiyor ya da ben, aradan geçen yıllar boyunca kullanılmamaktan unutulmuş parça pinçik ingilizcemle birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama hemen ardından biz yine kendi konularımızda kayboluyor O'nu unutuyoruz. Gabi saatler boyunca sandalye tepesinde hareketsiz, yüzünde tatlı bir tebessüm etrafı izledi  ve halinden hiç te şikayetçi olmadı.  


Eceabat'a giden son feribotu kaçırmamak için kalktıklarında Sünter;  bir gün daha kalmamızı, bize doğduğu köyü ve şehitlikleri gezdirmek istediğini söyledi.  Ayy kalmaz mıyım ? Bahaneye bakıyorum tatilimizi uzatmak için.  Üstelik sohbetini kişiliğini ve arkadaşlığını - artık dostum -çok sevdiğim Sünter'le bir gün daha geçirmek ne hoş olur ama Merih tam bir işkoliktir.  Zaten uzatmış olduğu tatili birgün daha uzatır da kalır mı ki ..?  Eve dönerken Merih'i ikna planları geliştirdim kafamda eni konu... Başardım :)


Ertesi gün Sünter'in doğduğu, ilkokulu okuduğu köydeydik. 


Ama öyle sıradan bir köy değil.  Çanakkale Savaşı sırasında Atatürk'ün bir ay misafir edilip ağırlandığı bir köy burası.  Herbir köylü,  dedelerinden ninelerinden dinledikleri Atatürk'le ilgili gerçek hikayelerle büyümüş ve  hala yaşıyormuş hala başkomutanmış gibi saygıyla,  dipdiri tutulan bir Atatürk ruhu barındırıyorlar yüreklerinde. 






Sünter'in ilkokulunun yerinde bugün Atatürk heykeli var.  Her ne kadar okulunu yerinde bulamamaktan kaynaklı bir burukluk yaşasa da Atatürk'ün gölgesi bile O'nu ne kadar mutlu ediyor bakın :)













Büyük bir kısmı restore edilmiş köyden birkaç manzara


Sünter'in doğduğu ev hediyelik eşya satan minik bir dükkan olmuş.  





Atatürk'ün kaldığı ev müze yapılmış. Bu ev aynı zamanda Sünter'in sağdıcının dededisin evi imiş. Köyde aynı gün doğan bebekler birbirlerinin sağdıcı olurmuş ve kardeş gibi büyürlermiş. ( Umarım doğru hatırlıyorumdur :)




Bugün müze olan bu evde çocukken koşup oynarmış Sünter ve sağdıcı :)


Atatürk'ün misafir edildiği evden birkaç kare ( Restore edilmiş hali )





Atatürk'ün yatağı





Köydeki birçok ev gibi burası da terkedilmiş şehre göç nedeniyle. Kimbilir ne zamandır açılmayan bu tahta kapının önünde,  bir nar ağacı hayat bulup meyve vermiş. 



Anzak Koyu'nda gün batımında son buldu gezimiz.  

Gezimiz son bulmuştu ama sürprizler bitmemişti.  Dönüşte,  Sünter'in  güleryüzlü misafirperver Anneciğinin hazırladığı nefis sofrada bulduk kendimizi.  Uzun bir günün ardından nasıl da iyi gelmişti bu nefis ikram anlatamam.  Hepsi birbirinden güzeldi yediklerimizin de, adını unuttum ne yazık ki;  içinde bulgur ve tavuk parçacıkları olan bir börek yapmıştı teyze.  Onun tadı damağımda kaldı.  Hani diyorum ki, bir daha gitsem... acaba..:))  Ben de çok mu oluyorum ne :))  Ellerin dert görmesin,  teşekkürler teyzeciğim. 

Ayrıca kendisini evinde bulamadığımız ama bahçesinde bol bol incir, dağ eriği, elma, tarlasında nefis domatesler bulduğumuz Sünter'in Amcasına da çok teşekkürler :))

Yeniden buluşmak, daha uzun birlikte olmak umuduyla Canım Arkadaşım ...