27 Kasım 2010 Cumartesi

ÜÇ SEVGİLİ ARKADAŞIMDAN 2 MİM



1. mim:

Sevgili Blog Arkadaşım Dalgaları Aşmak mimlemiş beni. Uzun süredir bekliyordu ancak zaman bulabildim ve zevkle cevaplıyorum. Çok teşekkürler...

Mimin konusu ;"Garip alışkanlıklarımız ve yapamadıklarımız nelerdir?"

Hımm! garip derken..? Ben kendimi nasıl 'garip' olarak adlandırabilirim ki? Garip olduğunu bilsem öyle davranır mıyım ..?
Ama şu kadarının farkındayım;

Mesela:

Doğada olmak istiyorum diye can atarım. Pikniğe gideriz. Bir minicik örümcek görsem üstümde, çığlığı basarım.

Gün batımı manzarasını kaçırmamak için birçok zaman, işimi gücümü bırakıp elime kahvemi sigaramı alır, güneş kaybolana kadar balkonda oturup keyif yaparım.

Duygularımı uç noktalarda yaşarım. Mutluluğumu ya da sevincimi de, acılarımı da. Yaşadığım acılar bu nedenle çok daha fazla yıpratıcı oluyor.

Ya mutlu ve sevinçliyken verdiğim tepkiler? Onlar da yakınımdakileri yıpratıyor.

Nasıl mı?

Şöyle ki;

yıllarca önce direksiyon dersi alırken, çiçeklere bezenmiş ağaçlarla dolu bir bahçenin yanından geçerken öyle bir çığlık atmışım ki ! ” Aman Allah'ım, olamaz ! Bu ne güzellik !” diye, hocam neye uğradığını şaşırmış paniklemişti de direksiyona yapışmıştı mesela:)

Bak, yazınca farkettim. Az garip bi tip de değilmişim hani :)

Yapamadıklarım..? yapmak isteyip de, yapamadıklarım yazmakla biter mi acaba..?

Herşeyi olduğu gibi bırakıp, sırtıma çantamı aldığım gibi dünya turuna çıkmak isterim mesela ama yapamam :(

Bir de; daha flört ederken, Merih'le, evlenip gemiyle uzak diyarlara seyahat etmeyi hayal ederdik 27 yıl oldu yapamadık. Umudumuzu kaybetmedik ama. Hele bir çocukları uçuralım yuvadan, hala gücümüz kalmışsa ahdımız var yapacağız :))

Bir de; hayvanları çok sevmeme rağmen hemen hemen hiçbir hayvana dokunamıyorum. İsterdim ki ben de, bir kedinin ya da köpeğin tüylerini korkmadan okşayabileyim.

Diye devam eder gider yapamadıklarım...

2. mim:

Sevgili arkadaşlarım YAŞAMIN KIYISINDA Ve Aslan da mimlemişler beni yine zevkle cevaplıyorum... Çok teşekkürler.

Her mimde olduğu gibi bunun da kuralları var...
Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız yada hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

Seçtiğim kitap BABA VE PİÇ

Yazarı; Elif Şafak

Kitap kuzenimin hediyesi

Bu kitaba başladığımda da yine aynı fikre kapılmıştım, her Elif Şafak kitabı okuduğumda olduğu gibi.

Bir romanını okurken sıkılıp, neden sol kulağını sağ elle gösterip, ağdalı bir dil kullanarak ve sündüre sündüre anlatıp yoruyor okuyucuyu diye düşünürken,

Başka bir romanını okurken içinde kayboluyor, anlattığı sokaklarda gezip, çizdiği karakterlerle hasbıhal ederken buluyorum kendimi. Bu kitapta olduğu gibi.

İşte 55. sayfadan bir paragraf:

Arizona Mustafa'yı kuşak be kuşak Kazancı sülalesindeki bütün erkekleri vuran kötü kaderden kurtaracaktı. Bu niyetle yollanmıştı ta buralara, bu kadar uzağa. Ama Mustafa böyle hurafelere inanmazdı. Hurafelerin kadınlara has tekinsiz bir alemin nişaneleri olduğuna inanırdı. Kadınlar zaten tuhaf mahluklardı. O kadar kadının arasında büyüdüğü halde kendini kadınlara bu kadar yabancı hissetmesini açıklayamıyordu Mustafa.

.....................

Baba ve piç İstanbul-San Francisco hattında gidip geliyor. Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Çakmakçıyanların 90 yıla yayılan öyküleri iç içe.

Yazarın Ermeni soykırımına bakış açısıyla, bazı yerlerde aynı fikirde olmasam da akıcı sade bir dille yazılmış güzel bir kitap.

Arkadaşlarım arasından seçim yapıp üç kişiye paslamakta zorlanıyorum. Bu şıkkı atlasam olmaz mı :)

24 Kasım 2010 Çarşamba




Bu öğretmenler gününde de  


Başta;   Başöğretmen  Ulu Önder Ata'mızı rahmetle anıyorum...


Ayrıca;


Emekli olduktan sonra,  her okul önünden geçerken, her istiklal marşı dinlerken gözleri dolan,  öğretmenliğin ne kadar erdemli, kutsal bir meslek olduğunu ondan öğrendiğim Canım babacığımı,  rahmetle anıyorum...

Ve

Değerli öğretmen akrabalarımın ve arkadaşlarımın


Çok sevgili öğretmen blog arkadaşlarımın,




ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN
..............................

           ATATÜRK DİYOR Kİ!

Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakar ve muhterem unsurlarıdır.

Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. 

Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbilerini sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. 

Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da milleti esaret ve sefalete terk eder.

Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır.

Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.

Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitim ordusuyla mümkündür.

Öğretmenler; Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, yeni nesli sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakarlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir... Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır.

21 Kasım 2010 Pazar

YABANCI -4-




Köyden döndüğü o günden beri zihni karmakarışıktı. Sürekli geçmişi deşeliyor, neden nasıl sorularına cevaplar arayıp duruyordu. Bulduğu her cevap olumsuz oluyor, canını yakıyordu. Uyku uyuyamıyor, karanlık düşüncelerle yorgunluktan sızdığı zamanlarda kendisini bir bataklıkta buluyor, çırpındıkça daha da diplere çekiliyordu sanki. İşine odaklanamıyor, özel yaşantısına zaman ayıramıyordu. Ve beynini kemirip duran, kalbini yoran bütün bu karmaşa dış görünüşüne de yansıyordu.
Hem evlatlık verildiği ailenin yanında hem de öz ailesi olan, hayatında ilk kez gördüğü insanların yanında yabancı hissediyordu kendisini. Kaybolmuş gibiydi. Sadece nefret ve öfke hissediyordu günlerdir herkese karşı.
Mantıklı düşünebildiği kısa anlarda en azından şimdiki ailesine karşı haksızlık ettiğini düşünüyordu.
Sahiden ona karşı kendi kızlarına karşı olduğu kadar sevgi dolu değiller miydi? Oysa her isteğini tereddütsüz karşılamışlardı bu yaşına kadar.
Aylin ondan yedi yaş küçüktü ve hastalıklı büyümüş, çelimsiz bir kızdı. Ona karşı hassas davranıyor olmaları, evin büyük kızı olarak kendisinden daha fazla destek ve yardım bekliyor olmaları normal değil miydi?
Çocukluğunda kulak misafiri olduğu bir konuşma geliyordu ara sıra aklına.
“Hiç güven duymuyorum o adama...” demişti babası.” Hem bize fiyat biçip, öz kızını para karşılığında verdi hem de fikrini her an değiştirebilecekmiş gibi konuştu.”
Annesi “Evet! “ demişti. “Resmen evlat edinirsek her an bizi rahatsız edebilirmiş gibi geldi bana da.”
Zihnine kazınan bu konuşma nedeniyle kendisi mi hep mesafeli davranmıştı ailesine karşı acaba?
*
Çok zor bir günün ardından mesaisi bitmişti nihayet o gün de. Hemşire odasında çıkmak için hazırlanırken aynaya kaydı gözleri. Bir süre donuk gözlerle, ürkerek süzdü karşısındaki; gözlerinin altı torbalanmış, yüzü gözü şiş, soluk, kendisine benzeyen ama en az on yaş büyük görünen hayalini. Tanıdık olduğundan emin ama bir türlü nereden tanıdığını çıkaramıyormuşçasına hayretle baktı. Gülümsemeye çalıştı, baktı karşısındaki gülmüyor, o da çattı kaşlarını... Gitti makyaj çantasını aldı geldi aynanın önüne. Önce cildini temizledi, ardından bolca fondötenle kapattı köyüne gidip geldiği o günden beri yüzüne çöreklenmiş izleri. Bluzunun çiçeklerinin renginde, gri bir farla boyadı göz kapaklarını. Sık, uzun kirpiklerine bolca rimel sürdü ve ona çok yakışan uçuk pembe rujuyla renklendirdi dudaklarını. Dalgalı siyah saçlarındaki tokayı çekip aldı sertçe saçlarını kopararak ve uzun uzun fırçaladı...
Dışarı çıktığında yağmur yağmaya başlamıştı hafiften. Bu yağmurlu ılık ilk yaz akşamı havası, mevsim çiçeklerinin kokusunu taşıyordu bir yerlerden, yeni ıslanmış toprak kokusuyla karışık. Derin derin nefes aldı, içine umut dolması umuduyla... Ve hızla geri verdi geçmişin acılarını kusar gibi...
Otoparkta duran arabasına doğru ilerledi. Kapıyı açtı... Tekrar kapattı.
Yürümeye karar verdi.
Yağmur iyice hızlanmaya başlamıştı, aldırmadı... Yüksek topuklu ayakkabılarıyla su birikintilerine bata çıka elindeki şemsiyesini açmayı akıl edemeden yürüyordu. Nereye gittiğini de bilmiyordu sanki. Yalnızca yürüyordu. Yanından geçen bir taksinin eteğine boydan boya çamurlu su sıçratmasına hiç aldırış etmedi. Hemen yanı başından geçen iki genç kız da aynı şeye maruz kaldılar ve sürücüye bağırarak okkalı bir küfür savurdular. Onu da duymadı Aysel, ya da aldırmadı yine...
Hava iyice kararmıştı. Ne kadar yürüdüğünün farkında bile değildi. Tenhalaşan caddede bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında, yağmur gibi yaşlar akmaya başladı gözlerinden, bardaktan boşalırcasına...
Kızılay'da, bir seyahat acentesinin önünde buldu kendini. Öylece durdu bir süre camın önünde. İstanbul - Erzurum - Antalya - Diyarbakır - Muğla - Mersin... seferlerimiz... falan gibi bir şeyler yazıyordu camda. Sırılsıklam olmuş, rimelleri akmış, gözlerinin çevresini ve yüzünü siyaha boyamıştı. Yüzüne yapışmış bir tomar saçı elleriyle iki yana ayırdı gözünün önünü açmak için. Tekrar okudu camdaki şehir isimlerini...
Ani bir kararla içeri girdi. Memleketine giden ilk otobüse bir bilet aldı.
Otobüste koltuğuna oturduğunda hala ağlıyor olduğunun farkında bile değildi. Kendisine uzatılan mendili alırken fark etti yan koltukta oturan yaşlıca kadının şefkatle bakan, gülümseyen gözlerini.
Üzülmeyin! Bakmayın gözyaşlarıma, iyiyim... der gibi gülümsedi, teşekkür eder gibi hafifçe başını eğerek selam verirken kadına.
*
Onu büyüten ailenin yanında hep bir yanı kırık, hep yabancı hissetmişti kendisini. Asıl ailesinin yanında da yabancı olduğunu görmüştü.
Bugünü huzurla yaşayabilmesi, gelecekle ilgili hayaller kurabilmesi için geçmişiyle barışması gerekiyordu. Ve bunu hemen yapmalıydı. Hemen, şu anda...
*
Telefondaki ses endişeli ve kırgın ,”öldük meraktan kızım, neredesin günlerdir..?" diyordu.
"Sizi üzdüğümü biliyorum Anneciğim. Dönünce her şeyi anlatacağım. Beni merak etmeyin, her şey yolunda..." dedi Aysel, telefonun öteki ucunda, günlerdir kendisinden haber alamadığı için endişelenmiş, sesini duymaktan mutlu olduğu anlaşılan onu büyüten kadına.
Neden yetmesin sevmek? Diye düşündü telefonu kapatırken. Tüm sorunların çözümü sevgiden geçmez mi?
*
Ablasının uzattığı dürümü alırken, sıcacık gülümsedi Aysel.
Etrafını saran büyüklü küçüklü akrabalarının onun geri dönmüş olmasıyla ne kadar mutlu oldukları gözlerinden belliydi.
Ne kadar farklı olduklarının hiç önemi yoktu.
Sevgi varsa anlaşmak da, farklılıklarda ortak bir nokta bulmak da kolaydı.
SON

13 Kasım 2010 Cumartesi

YABANCI - 3 -

Aysel bütün gece yolculuk yapmış olmanın ve dün yaşadıklarının etkisiyle, yüzü solgun, gözleri şiş, suratı bir karış asık girip çıkıyordu hasta odalarına. 
 "Ne bu halin hemşiraanım, cece benle mi yattın ?"  dedi, uzun süredir serviste yatan, hastalığının ciddiyetine rağmen kendini iyi hissettiği her an odadakileri açık saçık  hikayeleriyle kırıp geçiren, doktorlara hemşirelere, şiveli Anadolu ağzıyla takılıp kendini sevdiren Erzurumlu Şakire teyze. 
Genç kız dudağında iğreti bir gülücük, şöyle bir baktı hastasına, sonra serumunu takıp çıktı odadan cevap vermeden. 
 "Uyy!  Bucün pek suratsız bu, şaka neyim yapılmaz..." dedi kadın, odadaki diğer hastalara dönüp.
*
Beynine üşüşen düşüncelerle boğuşup duruyordu dünden beri Aysel.  Bir sigara aldı paketinden, titreyen elleriyle yaktı. Dün tanıdığı ailesini, akrabalarını getirdi gözlerinin önüne. Konuşmaları giyimleri, oturup kalkmaları bile farklı bu insanlarla kendisi arasında bir yakınlık kuramadı kafasında. "Bacım" demişti ablası da ağabeyi de; gözleri ışıl ışıl, içten samimi bir ses tonuyla. Belli ki  sevmeye, bağırlarına basmaya hazırlardı onu. 
Yeter miydi pekii? Yalnızca sevmek yeter miydi? Aralarında paylaşabilecekleri ne vardı ki? Ne konuşabilirlerdi mesela..? 
Anlatsa erkek arkadaşını... Onunla sinemaya, tatile gittiğini, el ele gezip tozduklarını, kulakları patlatan müzik eşliğinde diskoda dans ettiklerini... Anlarlar mıydı onu? Hiç alışık olmadıkları bu yaşam tarzı onları ne kadar ilgilendirebilirdi? Eleştirseler, ayıplasalar bu onun için ne anlam ifade eder, ne kadar önem verirdi onların değer yargılarına..? 
Ya Kendisi..?  Bağ bahçe çapalamaktan  nasır tutan o eller, güneşten kavrulmuş kara suratlar ve o yaşam tarzı onun için bir anlam ifade ediyor muydu? 
Oysa gerçek ailesi onlardı işte... Yıllarca ailesinden koparıldığı için değil miydi duyduğu bunca kin ve öfke? O halde neden her birisi bu denli yabancı hatta itici geliyordu şimdi ona..? Neden bir dakika bile fazla yanlarında kalmamak için kaçarcasına ayrılmıştı, köklerinin olduğu, doğduğu o köyden?

Ya şimdiki ailesi..? Kendisine hep mesafeli duran annesi Aylin'le eşit görebilmiş miydi onu?
 Sigarasını söndürdü hırsla. Onu evlatlık aldıklarından iki yıl sonra bir kızları olmuştu ailenin. Oysa asla çocuğunuz olmaz demişti doktorlar. Bu nedenle olmalıydı annesinin Aylin'e mucizem demesi. Allah ödüllendirmişti karı kocayı yaptıkları iyilik karşılığında. Onca yıldan sonra nasıl olup da evlat sahibi oldukları mucizesini her fırsatta eşe dosta böyle anlatırlardı.
 Aylin'e sarıldığı gibi hiç sarılmış mıydı annesi ona da..? Dudaklarını büktü; geçmişinden annesiyle sarmaş dolaş oldukları, sevgi dolu bir an yakalamak için. 
Evde annelerine yardım edilmesi gerektiğinde Aylin ya hasta olur, ya dersi olurdu ya da arkadaşlarıyla buluşması gerekirdi. Aysel'in ertesi gün sınavı da olsa, hasta yatıyor da olsa annesine onun yardım etmesi gerekirdi her zaman. Gerçi ailenin büyük kızı olduğu için bu normaldi. Öyle düşünüyordu.

  "Haksızlık ediyorum" diye mırıldandı... "Beni büyüttüler okuttular her istediğimi elde ettim... Ya o köyde büyüseydim..."  yüzünü buruşturdu.

*
Ağabeyi geçen sene arayıp bulmuştu Aysel'i. Oturup uzun uzun konuşmuşlardı. Aslında o soğuk davranmış sitem etmişti, ağabeyi konuşup gönlünü almaya, yumuşatmaya çalışmıştı hep. 
 "Neden ben ?" diyordu Aysel, "neden yalnızca ben, bir ben mi fazla geldim?" 
 "Anam öldükten sonra üç bebeyle kaldı babam.  Biz daha büyüktük işe yarıyorduk tarlada, bağda ama sen çok küçüktün..."  Dedi ağabeyi... 
"Ne kadar şanslısın..." demişti sonra.  
"Babam iyi yaptı demiyorum, hiçbir şeyi doğru yapmadı ki o.  Ama hayatın kurtuldu. Bak bir mesleğin olmuş, çalışıp paranı kazanıyorsun. Emine'yle ben köyde tarla tapan işlerine koşulduk.  Yoruldunuz, acıktınız demedi, gözümüzün yaşına bakmadı babam.  Yalnız biz mi, üvey anam da çok çekti elinden. Oysa anamın daha kırkı bile çıkmamıştı onu gelin getirdiğinde... Yalnızca kendini sevdi babam, başkasının hiç önemi olmadı.  Ben ilkokuldan sonra yatılı okula gidip kurtuldum iyi kötü ama ya Emine ? On altı yaşında,  birlikte büyüdüğümüz akrabanın oğluyla evlendirdi onu. On yedisindeydi ilk bebesini kucağına aldığında. Senin yaşındayken üç çocuğu vardı. 
*
Mutlu mu olmalıydı asıl ait olduğu yerden koparıldığı, evlatlık verildiği için? Aslında resmen evlatlık bile değildi. Ailem dediği insanlarla aynı soyadını bile taşımıyordu. 


DEVAMI  VAR

12 Kasım 2010 Cuma

YABANCI -2-



Şehre geldiğinde ilk bulduğu otobüse attı kendini, arkasından biri kovalıyormuş gibi...  Bir an önce uzaklaşmalıydı buradan, bir an önce. Belki geldiğinden beri boğazını sıkan o elden kurtulurdu böylece.  Daha otobüs hareket etmeden kapattı gözlerini, güzel bir düş görmek umuduyla.  Kim bilir belki annesinin elinden tutmuş,  köy yolunda görürdü kendini yine. 


Gözlerini açtığında hava çoktan aydınlanmıştı. Hafifçe yerinde kıpırdandı, esnedi, saçlarını düzeltti parmaklarıyla.  Manzara değişmiş, otobüs çoktandır çıplak, taşlık dağların, tepelerin, eteğinde tek tük ağaçların olduğu geniş Orta Anadolu düzlüklerinde ilerliyordu. Taa ilerlerde bir yerlerden kopup gelen, kah yaklaşıp kah uzaklaşarak yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp giden dereyi takip etti uykulu mahmur gözlerle. Dereyi görmüyordu aslında ama iki sıra halinde söğüt ve kavak ağaçlarının kıvrıla kıvrıla vadinin ortasında uzayıp gidişi, ağaçların arasından akıp giden bir dere olduğunu düşündürüyordu. 


"Ablam nasıl da benziyor Anneme..."    "Yok canım! bana öyle geliyor. Daha beş yaşındaydım nasıl hatırlayabilirim ki yüzünü o kadar ayrıntılı..."  diye geçirdi içinden.   


Köyden kaçar gibi uzaklaşırken , Ablası, "bacım!" diye seslenmişti arkasından nemli gözlerle, sıcacık. "Hemen gitmesen... Yemek hazırladım. Karnını doyur yola çıkmadan önce..."  Arkasını dönmeden "Aç değilim. Teşekkür ederim" demişti tıslar gibi.  


Tekrar kapattı gözlerini, dişlerini sıktı hırsla  "Bacımmış"  "bunca yıl sonra ne bacısı ne kardeşi, yeni mi geldi aklınız başınıza?"  "Nefret ediyorum! Nefret ediyorum hepinizden..." yanaklarından süzülen yaşlara engel olamadı. Ağladığı için bu kez de kendine öfkelendi...


Ankara'nın, ağzını kocaman açmış, önüne gelen her şeyi bir çırpıda yutuverecek devlermiş giıkbi duran sık ve çok katlı binaları görünmeye başladığında yerinden doğruldu, çantasından tarağını rujunu çıkardı, üstüne başına çekidüzen verdi.  Eve uğramadan doğruca hastaneye gitmesi gerekiyordu. Mesai başlamak üzereydi.


DEVAMI VAR



7 Kasım 2010 Pazar

KÜÇÜK ŞEYLER

Bizi üzen umutsuzluğa kapılmamıza neden olan isyan ettiren, karşılaştığımız bazı olayları ya da kişileri yazıp paylaşacak değiliz ya hep.   Güzellikleri görmemiz, onları da paylaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Çalışma şevki vermesi ve örnek olması adına...


Cuma günü sabah erkenden bankadaydım. Bilirim çünkü, zordur sıkıcıdır uzun sürer banka işleri. 


Vadeli hesabımı zamanından önce bozdurup bir miktar almam  gerekiyordu acil bir nedenle.  Dolayısıyla zararım olacaktı.
.........................


 Zararım olacak  diye neredeyse benden çok endişelenen bunu  en aza indirmek için hiç anlamadığım birçok bankacılık işlemini deneyip, araştırıp soruşturan,  en önemlisi de;


bunu yaparken, görev bilinci, insan sevgisi ve nezaketi harmanlayıp, güler yüzle, müşterilerine hizmet  olarak sunan


robotlaşmış memur görüntüsünü zihnimden gözümden silen,   ülkemle ilgili güzel şeylerin de olduğunu düşündürüp içimde yeni umutlar yeşerten


ZİRAAT  BANKASI    BATIKENT - KARDELEN  şubesi çalışanlarına çok teşekkürler...

ONE LOVELY BLOG AWARD





Güzel  Ayşegül  kızım  One Lovely Blog Award  ile ödüllendirmiş beni. Nasıl kabul etmem onun elinden sunulan sevgi dolu fincanı..?   Aldım kabul ettim,  içtim kana kana...

Çok teşekkürler

Dilerim;  sevgi dolu yüreğinden,  pembe güller gibi mis kokular ve  hep sevgi sözcükleri yayılsın çevrene... Gül açılsın gönlünde ve hep gül ömrünce...


Yolu sayfamdan geçen  değerli arkadaşlarımı birbirinden ayırmak istemiyorum,  kucak dolusu sevgilerle, hepinizin olsun bu ödül ...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Y A B A N C I




Kendine  yabancı bu köy evinin önündeki çam ağacının altına, bir taşın üstüne oturdu genç kız. Bir sigara yaktı, meraklı gözlerle, makyajlı yüzüne ojeli tırnaklarına bakan iki küçük kız çocuğuna doğru savurdu dumanını uzun uzun.  Donuk gözlerle süzdü onları. Sonra çocukları delip geçen bakışları meydandaki dut ağacını buldu. Olgunlaşmış simsiyah olmuştu dutlar... Bir hayal geldi gözlerinin önüne soluk, belli belirsiz.
 Dut ağacının altında gözyaşları içinde burnunu çeken bir çocuk... İnce uzun bir adam bir kadına doğru iteliyordu onu. Sırtında hissetti o eli bir an, bir ürperti sardı bütün vücudunu...  Sigarasını yere atıp sivri burunlu yüksek topuklu ayakkabısıyla ezerek söndürdü. 


Kısa bir tereddütten sonra içeri girdi tekrar.  Kendinden küçük üç üvey kardeş, iki yıl önce onu arayıp bulan ağabeyi, yeni tanıdığı ablası ve bir oda dolusu  "akrabayız biz seninle"  diyen insan, burunlarını çeke çeke ağlıyorlardı. 
 Gösterilen ilgiden duyduğu rahatsızlığı, hatta  öfkesini saklamaya gerek görmeden sert bir hareketle bir minderin üstüne bıraktı kendini.  Yine tüm gözler üzerine çevrilmişti. Bunca zaman ayrı olmaktan duyulan acı ve özlem ama aslında, kendilerinden olandaki bu farklılığa ve bir de, tepkisizliğine  soğukluğuna hayret vardı bakışlarda. Öyle ya, ne de olsa babası değil miydi..? 
Ne yani ağlamalı mıydı şimdi? Niye ağlayacaktı ki? O tek bir şeye; bunca yıldır duyduğu nefreti yüzüne haykıramadan "Bir ben mi fazla geldim..?  Neden yalnızca beni verdin..?"  diyemeden bu dünyadan defolup gitmiş olmasına üzülüyordu babasının


Dönüş yolunda başını cama dayamış,  yanından hızla akıp giden hem yabancı hem çok tanıdık manzaraya  bakıyordu genç kız dalgın dalgın. Rüyalarında birçok kez görmüştü bu tarlaları, üzüm bağlarını. Kim bilir kaç kez annesi onu sırtına bağlamış, ot toplamaya, üzüm kesmeye gelmişti buralara... 

"Neden geldim ki..?"   diye mırıldandı dişlerini sıkarak.  Kendini buraya ait hissedememişti. Hep yabancı hissettiği diğer ailesinin yanına doğru yol alırken, iki damla yaş belirdi göz pınarlarında...


nurten y tartaç






1 Kasım 2010 Pazartesi

YILDÖNÜMÜ



Tam 27 yıl olmuş, dile kolay

ellerim ellerini bulalı

gönlün gönlüme yoldaş olalı...

Gün oldu dikenli tarlalarda yol bulmaya çalıştık düşe kalka.

Gün oldu engin mavilere koştuk coşkuyla, neşeyle.

Boğuşsak da hayatla çoğu kez,

 kanatlanıp bulutların üstüne çıktığımız da oldu.

Birlikte güldük birlikte ağladık

Bazen tepe taklak olduk

Yine birlikte...

Öyle zamanlar oldu ki; 

 bir kaşık suda boğmak istedik birbirimizi.

Diken oldu battı belki sözlerimiz.

Ama çabuk geçti hıncımız..

Sırdaşım oldun bazen,

 ben ağladım sen saçlarımı okşadın.

Yalnız kalmışken koca dünyada,

 tutunacak dalım, her şeyim oldun.

Gençliğimizi bıraksak ta geçtiğimiz yollardaki dikenli dallarda,

kök saldık geleceğe, bizden izler taşıyanlarla.

Hani derler ya...

Yine gelsem dünyaya

Yine seni seçerdim

Sevgili eşim canyoldaşım hayat arkadaşım, yıldönümümüz kutlu olsun...