30 Ekim 2010 Cumartesi

Ü Z E R İ N İ Z E A F İ Y E T

Bu kadar koşturmacanın sonunda olacağı buydu. Günlerdir,  ahlaya  vahlaya, öksüre hapşura yatak döşek yatıyordum.  Sinüzit faranjit migren üçlemesinin fırsattan istifade hep birlikte atağa geçmesiyle  de iyice yatağa yapıştım kaldım.  Dün sabah nihayet kendimi  daha iyi hissederek açtım gözlerimi  ve hemen balkona çıktım. Özlemişim açık havayı kuş seslerini, ağaçları.   Doğayı çektim içime  derin derin. "ohh" dedim.  Şükrettim yeniden sağlıkla güzelliklerini gösterdiği için Yaradan'a.  Dua ettim hastalara, deva bulsunlar dertlerine diye.

Gözüm açıldı ya, kim tutar beni?  Attım kendimi dışarı.  Severim ben; bazılarına kasvetli gelen böyle, kapalı yağmur kokan, toprak kokan havaları...  Yürüyüş yolunun ortasındaki geniş yeşillikte, günlerdir yağan yağmur nedeniyle, artık toprak suya iyice doyduğundan, minicik dereler  gibi su birikintileri oluşmuş.  İki yanında çimenler büyümüş boy atmışlar,  sarı  minik çiçekler yeniden can bulmuşlar,  aldanıp bahar kokan havaya.  Dallarda kurumaya yüz tutmuş sarı yapraklar arasındaki birkaç asi dikbaşlı yeşil yaprağın, inatla ısrarla doğaya direndiklerini gördüm gülümseyerek, gıptayla...

Eve döndüğümde;  TV de Sihirli Annem dizisinin bininci kez gösterimini izlerken yüzümde kocaman bir gülücükle yakaladım kendimi.  Oysa ne zaman tv yi açsam karşımda bulduğum bu dizinin bir özelliği yok benim için. Sadece yürüyüşten sonra, güne başlamadan önce, elime kahve fincanımı almış, kanepeye uzanmış keyif yapıyor, bir elimde de kumanda aleti kanal kanal dolanıyordum beklentisiz, öylesine.  Ne zaman bu diziye rastladım ve ne zamandır izliyordum farkında bile değilim.  Bir baktım;  ağzım koca bir fiyonk,  öylee mutlu mesut izliyorum. Dizideki ne, bu kadar hoşuma gitmişti bilmiyorum:)

Baktıklarımı daha güzel görmeme  neden olan şey;  yeni hastalıktan kalkmış olmanın verdiği, rehavetle karışık, hayata kaldığım yerden başlıyor olmanın, yeni güç heyecan ve enerjisi olmalı...

16 Ekim 2010 Cumartesi

HEP MUTLU OL…


Mutsuzluğu da  mutluluk  gibi  yaşayabilen  insan,  mutlu  insandır…



Odasındaki panosuna bu yazıyı yazmış.


Çok  mutsuz ve mutlu olabilmenin yollarını mı arıyor..?


Mutlu olmanın sırrının,   mutsuzken bile olumlu düşünmeyi başarmaktan geçtiğini mi keşfetti..?


Çok mutsuz ve bununla başedebilmek için, içinde bulunduğu durumu kabullenmeyi mi seçti..?   İsyan etmenin anlamsızlığını anladı.   Her şeyi oluruna mı bıraktı..?


Bugünkü mutsuzluğuna neden olan olay ya da şeylerin,  gelecekteki mutluluğunun temellerini teşkil ediyor olabilme ihtimalini mi farketti..?


Yoksa;


Mutluluk – mutsuzluk arasındaki ince çizgiyi  gördü ve…


Büyüdü olgunlaştı,  mutsuzluğun ve mutluluğun anlık duygular olduğunu,  aslolanın bulunduğu en kötü durumdan bile teselli payı çıkarmak olduğunu mu öğrendi.

……………………………………


Gözümün nuru, ince sızım, yaşam nedenim;


Bilmez misin,  sen içinde fırtınalar yaşarken ben kasırgalarda kalırım...

ve…


bu kalp bir tıkta Mert,


bir tıkta Alper der…


Ama yalnızca, der.


Sesizce bekler…


Susar, seyreder


Çünkü bilir ki,


  yalnızca, iki kanatla uçar kuşlar


HEP MUTLU OL ( UN )

13 Ekim 2010 Çarşamba

Doyduk



Bilirsiniz, Anadolu'da  köylerde kimseye ismiyle hitap edilmez neredeyse.   Hepsinin bir lakabı vardır.    Lakapları kişilerin bazı fiziksel özelliklerinden konuşmasından ya da davranış biçimlerinden esinlenerek konmuştur onlara.  En azından öyle olmalı diye düşünülür.

  Neden Doyduk Gelin denmişti köyde ona bilmem.   Hiç doyarak sofradan kalkmış bir görüntüsü olmamıştı ki hayatı boyunca.   En azından ben bildim bileli, hep iskeletin üzerini örtmüş deriden ibaret bir vücuda sahipti.  Sıfır beden yani.  Mankenler o hale geleceğiz diye dünyayı zehir etmiyorlar mı kendilerine?   Doyduk,  hiç ayrıca çaba harcamadan işte öyle zayıftı, sıfır beden manken gibi. Hani zorlasanız kulaklarınızı,  oturup kalkalken çatur çutur kemiklerinin sesini duyabilirsiniz belki de. 

O yıl yaz tatilinde babam bizi memleketine  götürmüştü.  Doyduk Gelin karşımızdaki mindere bağdaş kurup şöyle bir yerleşmiş ve dik dik yüzüme bakarak, dilini damağına değdirip şaklattıktan sonra “vah vahh! bu keleş çocuk neye o gözlükleri takmış saar ciyerim..?”   diye ellerini dizlerine vura vura eni konu dövünmüştü karşımda.

Yeni gözlük takmaya başlamışım ve kendimi yeterince kötü hissediyorum.   Bir de O’ nun karşımda, onulmaz bir hastalığın pençesine düşmüşüm gibi acınarak dövünmesi beni yıkmıştı.   Her rastladığında yan yan bakıp  dilini şaklatması ( hayret ifadesi ) da cabası.  Ondan sonraki yıllar boyunca -çocukluğumda-  sert ifadesinden, otoriter tavrından hep çekinmişimdir her köye gittiğimizde.
…………………………

  Zaman zaman yaptığımız gibi,  tatil dönüşü köye uğradık .   Torosların eteğinde bir orman köyü olan, şimdilerde kuzenlerin modern evler yaptırdıkları ve sayfiye yeri olarak yazları gelip kaldıkları,  bu,  havası ve doğası harika köyde birkaç yaşlı insan kalmıştı yalnızca  ve bunların arasında Doyduk Gelin de vardı.

Doyduk,  seksen yaşını geçmişti çoktan ama gelin olduğunda takılan lakap değişmemişti.   Hala Doyduk Gelin diye hitab ediliyordu yaşlı kadına.  Tek fark;  buruş buruş, kara,  kalın, zamana yenik düşmüş derisi vardı  iskeletinin üstünde şimdi  o kadar…   Elmacık kemiklerine yapışmış derisinin üstünde yol yol derin çizgiler oluşmuştu. Güldükçe - ki çocukluğumda o’nu hiç gülmez sanırdım – çenesi tir tir titriyor, ağzında kalan, uzamış  birkaç dişi yerinden çıktı çıkacak bir görüntü veriyordu.

Son yıllarda Doyduk Gelin’le  -nine-  yaptığımız sohbetlerden aldığım keyfi anlatamam.  Çocukluğumun aksine, O’nu çok cana yakın buluyor ve çok seviyorum.   Üstelik,  yaşına inat, kilometrelerce uzağa pikniğe giderken bizden önce yola koyulmasına,  beni yarı yolda bırakarak dağ tepe aşarken ki  enerjisine  de hayranım.

NİCE SAĞLIKLI YAŞLARIN OLSUN DOYDUK GELİN  - NİNE -

10 Ekim 2010 Pazar

İnsanoğlu Kuş Misali

Aynı evde yaşayan yaşlı,  çok tembel iki kız kardeş varmış.  Sabah kalkar kalkmaz  biri pencere önündeki,  diğeri,  tam karşısındaki kanepeye oturur akşama kadar yerlerinden kalkmazlarmış.
Birgün,  karşı kanepedeki yaşlı kadın kalkmış,  usul usul  gelip, kardeşinin kanepesine, yanıbaşına oturmuş.  Sonra dönmüş,

Bak gördün mü kardeşcim demiş.  İnsanoğlu kuş misali.  Demin nerdeydimmm, şimdi nerdeyim…
………………………………….

Yeni bir hayat kurdu kendine dünkü küçük kuzumuz Alp’imiz.  Minicik kutu gibi bir dubleksin,  terası boğaza bakan çatı katında.   Bir yatak  bir çalışma masası bir gardrop televizyon, küçük halısının üstünde terlikleri ve diğer kendine ait eşyalarıyla,  bir başka hayat…   Güven dolu korunaklı ana baba şefkatiyle sarılıp sarmalandığı bildik aşina yuvasından çok uzaklarda. 

Şimdi onun bize yabancı yeni bir hayatı var.   Kendine de…    Yatağına yorganına, evinin kokusuna ısısına, kapısının tokmağına bile yabancı henüz.

  Oysa;   deniz,  martılar,  ihtiyar balıkçı ve oltasında çırpınan balığın adı, balıkçının oltasının ucundan balığı kapıp kaçan ama kovada çırpınan balığa asla dokunmayan kedi bile tanıdık  olmuş çoktan onun için.   Bizim yabancı olduğumuz deniz kıyısı yaşantısına alışmış.

Oğlumuzu yeni hayatında bırakıp gece yola koyulduk …

Kapkara yağmurlu sisli bir gecede,  kıvrım kıvrım yolda ilerlerken kulağınız motorun homurtusunda, bir pencereden sızan ışık takılır birden gözünüze. Nasıl bir hayat yaşanmaktadır kimbilir o camın ardında gecenin o saatinde?  belki bir hasta vardır inleyen, belki bir dram yaşanmaktadır o anda ya da mutluluktan uyku tutmamıştır evdekileri. Gaza basıp hızla geçersiniz size uzak, bir adım ötenizdeki o hayatın yanından.

  Kollarını uzatmış sizi yakalayıp bir çırpıda yutuverecekmiş gibidir üstünüze üstünüze gelen orman gölgeleri zifiri karanlıkta.  Oysa,  aynı yerden gündüz geçerken, her cins ağacın süslediği, sonbaharın yeni yeni, renklere bürümeye başladığı bu orman,  bir kuş olup daldan dala uçmak,  kelebek gibi titreyerek her yaprağa konmak  isteği uyandırmıştır sizde. Aynı manzaranın hem mutluluk ve coşku hem de korku ve ürpertiye  neden olmasına şaşırırsınız birkez daha.

Şimdi evimizdeyiz ve kendi yaşantımıza,  kendi bildik hayatımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.

İnsanoğlu kuş misali …

1 Ekim 2010 Cuma

Bir Kez Daha Kapandı Sandık...

Uzun zaman oldu,  çıkmalıydı anılar sandıktan.  Bir kez denemiş, yapamamış koca bir örtü örtmüştüm üstüne…

Çeyizinden kalma sandık ve içinde sana özel,  atmaya kıyamadıklarımı bir şekilde YOK etmem gerekiyordu artık…

Ama daha sandığına bile dokunamamıştım ki bunca yıl, içindekileri nasıl atayım.
………………
Bu kez dayanabilirim yapabilirim sandım.

İlk yeşil hırkan geldi elime…
Hani; özene bezene örmüştün ya...   Kıyamazdın evde giymeye
Sana geldiğimde ille de onu giymek isterdim.  Daha sıcak tutardı sanki.

Sonra;  Kuran-ı Kerim’in.  İçinde, küçük küçük kağıtlara yazdığın notların olan.
Doktorunun, şiirlerini yazman için hediye ettiği defter ve kalem… Daha hiç açılmamış ambalajında duruyordu…

Sonrasına bakamadım

Göğsüme bir yumruk yedim sanki
Düğüm düğüm oldu boğazım yine…

Ahh! ne çok özlemişim Annem seni, ne çok…

Yine yapamadım … Bir kez daha kapattım sandığını…  Belki bir dört yıl sonra tekrar denerim…