30 Ekim 2009 Cuma

ANITKABİR’ DE BAYRAM

 

Ankara puslu, Ankara bulutluydu  bu Cumhuriyet bayramı’nda…   Atasını ziyarete gelmiş binlerce insanın yüzü ışıl ışıl parlıyordu;  bu en mutlu hissettikleri, Ataya en yakın oldukları yerde. Anıtkabir’de…

 

SDC10927 

 

 

 

SDC10888

 

 

 

SDC10924 

 

 

 

SDC10891

 

 

 

 

SDC10899 

Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’nün kabri’de Anıtkabir’de

 

 

 

 

SDC10902

 

Asker nöbet başında…

 

 

SDC10915

 

 

 

Anıtkabrin duvar ve tavan süslemeleri

 

Nöbet değişimine gelen askerlerin etrafının  sakinliğine bakmayın, biraz sonra müthiş bir kalabalık,  Alkışlar ve sloganlarla saracak etraflarını. Görülmeye değerdi…

 

SDC10920 

 

 

 

Bir genç, Ata’nın mozolesine koyduğu çiçeğin üstüne bu ‘mektubu’ iliştirmiş.  Ben çok duygulandım…

 

 

SDC10911

 

 

 

Atatürk’ün mozolesi

 

SDC10912

 

 

 

 

SDC10910

 

 

 

Altta Anıtkabir müzesinde gizlice çekebildiğim birkaç fotoğraf.

 

SDC10936

 

 

 

 

SDC10938

 

 

 

SDC10940

 

 

 

 

SDC10935 

 

 

 

 

SDC10932

 

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacakMustafa Kemal Atatürk

28 Ekim 2009 Çarşamba

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI

  

Ülke dört bir yandan düşman güçleri tarafından işgal edilmiş, Ordu dağıtılmış halk yoksul ve çaresizken Atam ne demişti;

“Geldikleri gibi giderler…”    ve…   Geldikleri gibi gittiler.

  Atatürk ve arkadaşları, 16 Mayıs 1919 Cuma günü  “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrıldılar.18 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsuna vardılar.

 

 

 

image

 

 

 

19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız bir Türk Devleti kurma savaşı, dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.  Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün eseriyse,  Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti.

 

                  "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir. 

 

 

 

image

 

 

cumhuriyetin ilanından sonra,Mustafa Kemal Paşa Mecliste ilk konuşmasını yaparken.

 


Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), oybirliğiyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi.


Anayasanın birinci maddesi,   "Türkiye Devletinin hükümet biçimi, Cumhuriyettir"  oldu.

Atatürk cumhuriyeti çok güvendiği Türk Gençliğine emanet etti.

 

Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

22 Ekim 2009 Perşembe

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 4




Ayşe neşeyle koştu karşıdan, “ Siz mi geldiniiz ?” diye kollarını açarak sarıldı, Nazlı’nın boynuna asılarak. Masanın üstündeki okul çantasını gördü aynı anda “Ne güzelmişş” dedi eline alıp inceleyerek. “ Bu defterin aynısından vardı geçen sene bende…” sonra gözlerini koca koca açarak ” Aaa! siz miydiniz yoksa bize onları getiren, bunlar da mı bizim yoksa..?” dedi, hediyeleri tek tek karıştırırken… Bu sırada Mehmet’le konuşan Ahmet’in dikkatini çekti masanın üstündekiler. Sevinmedi çocuk kızdı hatta. Kaşlarını çattı çardağın en uzak köşesine oturdu başı önde. “ Nasılsın Ahmet, bana hoş geldin demeyecek misin?” Çocuk yerinden kalktı soğuk bir ifadeyle kadının elini öptü ve yüzünde aynı sert ifadeyle gitti aynı yere oturdu.

“Biraz yürümek istiyorum. Sabaha kadar yolculuk yapmaktan ayaklarım şişmiş. Ahmet! benimle gelir misin?"   Çocuk isteksiz isteksiz, yine kaşları çatık başı önde yerinden kalktı ve Nazlı’yla beraber yürümeye başladı. 

“ Hediye almaktan pek hoşlanmıyorsun sanırım.” dedi Nazlı, çocuğun tepkisinden çekinerek usulca yumuşacık bir sesle. “ Yoo!” dedi Ahmet. “Biliyor musun Ahmet ? Koskoca teyze oldum ama hala biri bana bir şey aldığında çok mutlu oluyorum. Sevincimden zıp zıp zıplarım çocuk gibi bazen. Hele aldığım hediyeyi beğenmişsem.” “ Hem sonra sevgimizi göstermenin güzel bir şeklidir hediye vermek. Sence de öyle değil midir?” Hiç sesini çıkarmadı Ahmet ama yüz ifadesi yumuşamıştı, buna sevindi Nazlı…

“Nasıl gidiyor dersler? Bu sene liseye başlayacaksın değil mi?” "Anadolu lisesini kazandım." dedi çocuk. “ Yaa! Ne güzel. Çok sevindim.” “Ben aslında fen lisesini kazanmıştım ama şehre gidemem annemi bırakıp. O yüzden buradaki Anadolu lisesine gideceğim.” Kadın çok şaşırmıştı. Gerçi duyuyordu Hüseyin abilerden çocukların ikisinin de çok çalışkan olduklarını ama yine de bu imkansızlıklar içinde bu kadar başarılı olabileceğini düşünmemişti. “Keşke gitseydin fen lisesine. Annen yalnız değil ki. Dayısı var ablası var.” “Olmaz, bırakmam annemi.” Dedi çocuk, panikle sanki. “Tamam canım, haklısın…” Üstelemedi zor konuşturduğu çocuğu ürkütmekten çekindiği için. Ahmet açılmıştı.  “ Ben okul birincisi oldum. Bu yüzden ücretsiz gittim hazırlık kursuna“ dedi Nazlı’yı hayran bırakarak… Kadın kendi çocukları ders çalışsınlar, başarılı olsunlar diye, yıllarca adeta onlarla birlikte okuduğunu düşündü … “Ya Ayşe onun durumu nasıl, o da çalışkan mı?” “ O benden akıllı.” dedi çocuk, kardeşiyle gurur duyduğunu belli eden bir ifadeyle… “ Ne okumak istiyorsun üniversitede Ahmet?” “Öğretmen olmak istiyorum.” dedi tereddütsüz. “Neden? çok mu seviyorsun öğretmenliği, mesela doktor olmak istemez misin?” Doktorluk çok uzun yıllar okumak ister. Benim o kadar zamanım yok. Okulu bitirip hemen işe başlamam gerek.” Ahmet’in her konuşması biraz daha hayrete düşürüyordu kadını. Çocuk bir an evvel para kazanmak istiyordu ailesi için. Bu yaşta büyük bir insanın sorumluluğunu taşıyordu omuzlarında… Uzun uzun sohbet ettiler yol boyunca. Dönüşte hem konuşuyor hem gülüşüyorlardı neşeyle.

Eve döndüklerinde Ahmet masanın üstünden kendine ait hediyeleri aldı teşekkür ederek ve neşeyle evlerine gitti iki kardeş.

Birkaç saat sonra Nazlı ve eşi gitmek için arabalarına binmeye hazırlanırken, Ahmet’in koşarak kendilerine doğru geldiğini gördüler. Elinde evlerin yan tarafında boydan boya uzanan portakal bahçelerinin kenarında açan, mor ve sarı kır çiçeklerinden bir demet vardı. “Bunları senin için topladım.” dedi Nazlı'ya çiçekleri uzatırken. Nazlı çocuğa sarılırken gözyaşlarını saklayamadı, bu kırda açan nadide çiçekten… “Söz ver bana, Ankara’da bir üniversite kazanırsan bizim yanımızda kalacaksın. Bundan ben de Mehmet Amcan da çok mutlu olacağız.” “Tamam.” dedi çocuk gülümseyerek…

***

Bir gün beş altı yaşlarında sarışın eli yüzü kir içinde gözleri ışıl ışıl bir oğlan çocuğunu elinden tutmuş, eve doğru gelirken gördü kadın kocasını. Ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı bir süre. Sonra “Hoş geldin.” dedi. İçeri girdiler. ”Çocuğu yıkayıver çok kirli.” dedi adam utanarak ama itiraz da kabul etmeyeceğini belirten bir ses tonuyla… İtiraz etmedi kadın. ”Niye geldin?” demedi. “Bu çocuk kim?” de demedi küskün çaresiz kadın. Hayır demeyi bilmiyordu. İsyan etmek aklına bile gelmedi. Hep boyun eğmesi, itaat etmesi öğretilmişti, önce babasına, ağabeyine, tüm akraba erkeklere ve en çok ta kocasına… Aldı banyoya götürdü bir güzel yıkadı çocuğu. Çocuklarının küçülmüş eski giysilerinden giydirdi. Karnını doyurdu, uyuttu…

Birlikte yaşadığı kadın çocuğunu da bırakıp iki üç satırlık bir not yazarak, terk etmişti adamı bir başka adamla.

En çok Ahmet’i ikna etmek için zorlandı kadın. “Ayşe nasıl kardeşinse, bu da öyle… Ne suçu var garibin..? Bırakıp gitmiş işte anası. Biz de mi sokağa atalım..?. Nasıl da abi diye etrafında dönüyor, görmüyor musun Abisi..?” Çok karşı koydu Ahmet… Sonunda bu küçücük, kendilerine hiç de benzemeyen sarışın, renkli gözlü çocuğa içi ısındı, kabuğu sert, yüreği sevgiye aç bu küçük adamın. Bu kardeşini de bağrına bastı Ayşe gibi…

Kadının içinde ne fırtınalar koptu kimse bilmedi… “Kocam.“ dedi . ”Çocuklarımın babası.” dedi. “Ee bir de iş buldu. Kimseye muhtaç olmayacağız. Çocuklarım okuyabilecekler. Ne yapayım? Olsun, başımızda dursun da…” dedi.


nurten y tartaç


SON

20 Ekim 2009 Salı

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 3





Nazlı Hanım ve eşi Mehmet Bey, her sene eylül sonuna doğru başka yerlerde havalar soğumaya başladığı halde, hala  sıcak olan ve bu mevsimde denizinin harika olduğu bildikleri bu kasabaya gelirlerdi, bir hafta on günlüğüne. Kaldıkları otele yerleşmeden önce yine her sene olduğu gibi bu sene de, kasabada oturan, Nazlı’nın uzaktan akrabası Fatma Ablalara uğradılar.

Telefon ederek geleceklerini haber vermişlerdi. Fatma Ablanın eşi Hüseyin Ağabey karşıladı onları, her zamanki sıcak neşeli tavrıyla… Bahçedeki ocakta sacın üstünde, içine bahçeden toplanmış semizotu konularak yapılan gözlemeler pişirilmeye başlanmıştı bile. Ocağın kenarındaki büyük zeytinyağı tenekesinin ağzı kesilip, bir yanına da hava alması için küçük bir pencere açılmış, iç yüzü sıcağı muhafaza etmesi için çamurla sıvanmış, içine de ocaktan alınan kor halinde odun parçacıkları doldurulmuş, bir nevi semaverin üstünde de çay kaynıyordu. “Ne zaman uyandın da bunları hazırladın Fatma Abla” dedi Nazlı. “Sen geleceğim dersin de ben uyuyabilir miyim ciğerim?” dedi kadın ellerini önlüğüne silerek misafirlerini karşılamak için yerinden kalkarken. Bir taraftan da içeriye, gelinine seslendi “Gülcan! Hadi kuzum, masayı hazırla misafirlerimiz geldi” “ Bu kadar zahmete ne gerek vardı Fatma Abla?” “ Ne zahmeti ciğerim, burda koca ev boş dururken otele motele gitmenize çok kızıyorum zaten. Bari bu kadarcık bir şey yapayım bırak da.” “Peki peki kızma.” dedi Nazlı ve kadını yanağından öptü neşeyle.  “ Ben de kurt gibi acıktım zaten, ne ikram edersen yiyeceğim. “

Evin gelini “Hoş geldiniz.” dedikten sonra  içeriden, bahçedeki sedirin önündeki masanın üstüne kahvaltılıkları taşımaya başladı tepsiyle. “Hımm! ne güzel olmuş semizotuyla gözleme.” dedi Mehmet. Masanın hazırlanmasını beklemeden ayak üstü atıştırmaya başlamıştı. “ Ye kuzumm ye!“ dedi kadın “Ama onunla doyurma karnını, bak bunlar da var.” Sacın üstünde yaptığı diğer hamurişi çeşitlerini gösterdi elindeki oklavayı uzatarak.

Bu insanları çok seviyordu Nazlı da Mehmet de. Çalışkan,  candan, sevgi doluydu karı koca. İki katlı ve bakımlı evlerinin üst katında oğulları ve eşi, alt katta kendileri oturuyorlardı. Evin dört bir yanını çevreleyen geniş bahçede incir, portakal,  limon,  şeftali ve başkaca meyve ağaçlarının yanı sıra, domates, biber, patlıcan gibi sebzeler ekiliydi. Arka tarafta karpuz kavun bile vardı, üstlerinde koca koca olmuş meyveleriyle…

Evin balkonundan birkaç basamakla inilen bahçenin ön tarafında; gövdeleri ağaç gövdesi kadar kalınlaşmış iki asmanın kapattığı geniş çardağın altında kahvaltılarını yaptılar hep beraber neşeyle. Tepelerinden, her biri neredeyse iki kilo gelen iri taneli yöreye özgü üzüm salkımları sarkıyordu.

“Yeğeninin kocası geldi mi Hüseyin abi? “ diye sordu Nazlı… Gelmemişti. Hiç aramamıştı da… Kadıncağız bu yaz yine, üç beş kuruş kazanabilmek için akrabalarının bahçesinde incir toplamaya gittiğinde, ağaçtan düşmüştü. Eli kayarak ağacın altındaki kayaların üzerine düşmüş hem kolunu hem kalça kemiğini kırmıştı. Bir aydır yatıyordu. Hiçbir sağlık güvencesi olmadığı için ona oldukça yüklü gelen hastane masraflarını Akrabalar karşılamışlardı. “Neyse ki yaz tatili de, Ahmet bir lokantada iş buldu. Bulaşıkçılık yapıyor. Ayşe de evde Annesine her konuda yardımcı. Koca evi çekip çeviriyor küçücük kız ama iki gün sonra okullar açılıyor. İkisi de okula gidecek. O zaman ne olacak bilmiyoruz. Ablası da çok ilgilenmiyor kadıncağızla”dedi adam...

“Abi çocuklara aldıklarımızı çıkaralım arabadan. Birazdan gelirler. Bizim getirdiğimizi görmesin Ahmet… Her sene gelirken Ayşe ve Ahmet’in okul ihtiyaçlarını alır, Hüseyin Ağabeye verirler, Anneleri için de bir miktar para bırakırlardı. Ahmet’in hassasiyetini bildikleri için bunu gizlice yapıyorlardı…

Tam aldıklarını çıkarmışlardı ki Ahmet’le Ayşe'nin geldiğini gördüler karşıdan…

nurten y tartaç

Devamı var…

18 Ekim 2009 Pazar

AYKIRI GELİN

 

Kuzenimin nikahı vardı.

Yıllarca çalışmasının karşılığında; Gayrimenkulleri ve başkaca yatırımlarını da tamamlandıktan sonra yeter dedi ve emekli oldu.

Sonra “ben birşey unuttum, ne yapacaktım ne yapacaktım ?”  diye, düşündü düşündü ve  “hah buldum! ”  dedi  “Ben evlenmeyi unuttum…”

Damat adayı hazırdı zaten de, bizimkinin hiç bir acelesi yoktu. Nikah tarihi alındıktan sonra, İki kez nikahı erteledi. Herkes tam umudu kesmiş bu iş yatar diye düşünürken “ Bu kez kararım kesin 16 Ekim… ” dedi.

“Aman! ”  dedik " fikir değiştirmeden girişelim hazırlıklara, bir daha dönemesin kararından”

Ailesi tüm kuzenler eş dost; “ bunca bekledin, herşey kuralınca ve en iyi şekilde olsun” dedi… Dedi de…

 

“ I Ih;   Gelinlik istemem, Davet falan da istemem,  kına gecesi hiç istemem… diye tutturdu. Zar zor gelinlik konusunda  ikna ettik…

En sonunda; bir yığın didişmeden sonra,  emekli olduğu iş yerinden arkadaşları da kına gecesi yapmaya ikna ettiler.  “ Tamam sen karışma, üç-beş genç kız çağır komşularından ve akrabalarından. ( o genç kızların arasındayım:))  Biz geliyoruz, akşama kına gecesi var…”  dediler

 

 

Tepsi tepsi börekler yaş pasta kurabiye kek yapmış,kuruyemiş ve kına almışlar bir de güzel bindallı bulmuşlar, ellerinde oyun havası cd leriyle geldiler.

 

 

 

SDC10781

 

 

 

 

SDC10782    

 

 

Bizim isteksiz Aykırı gelin, şu bildik (Alttaki) kına türküsünde bile oynadı kınası yakılırken, bir oynadı bir oynadı, ertesi gün tabanları şişti de yerinden kalkamadı.

 

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler.

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim.

 

 

 Çok keyifli, eğlenceli ama bir o kadar da yorulduğumuz bu  kına gecesinden sonra,  ertesi gün,  uzaktan gelecek konuklar için yemekler hazırlandı akşama kadar.

Bir sonraki gün de nikah kıyıldı…

SDC10796

 

 

 

 Nikah kıyıldı herkes tebrik için dışarı çıktı ama ben yorgunluktan yerimden kalkamadım. Boş salonda oturdum kaldım yeni nikahın davetlileri gelene kadar…

 

 

 

SDC10809

 

 

 

  Damat başına gelenleri anlamış olmalı ki :))  bizimki gelin çiçeğini paramparça yapıp, bekar arkadaşlarıma dağıtacağım diye ortalığı birbirine katınca, “Allahım ben ne yaptım!”  anlamında yüzünü elleriyle kapatıyor.

 

 

 

SDC10819

 

 

 

 

SDC10830

 

 

 

Nikahtan sonra eve dönüş…

 

Düğün bitti…  Gelinle damat evlerine gitti mi sanıyorsunuz?  Yoo,  biz yine toplandık, damadın annesini halasını kardeşlerini de aldık,geri geldik eve. Damadın ailesi Ankara dışında. Bizimkiler de balayından sonra Ankara dışında yaşayacaklar.

 

 

SDC10836

 

 

 

  Eve geldiğimizde bir sürprizle karşılaştık. Komşular kapının üstüne, üstünde gelinle damadı tebrik yazısı olan bir kağıt yapıştırmışlar, ellerinde bir tepsi baklavayla bekliyorlardı bizi.

SDC10857

  

 

 

Evde eğlence devam etti, kimse hızını alamamış kına gecesinde belli ki. Hem çaldık hem oynadık yine.

SDC10858

 

 

Abi (kuzen ) saz çaldı. Abla (büyük kuzen) söyledi söyletti…

 

 

 

SDC10879

 

 

 

Bizim aykırı gelinse, ne şiş ayaklarına aldırdı ne günlerdir süren yorgunluğa. Gelinliğini çıkardı, üstüne bir elbise geçirdi ama duvağı saatlece başında takılı,  altında gelinliğinin papuçları ve çorabıyla oynadı durdu, herkes yorulup uykuları gelene kadar…

 

 

  Güner’cim,  iyi ki çok isteksizdin, kına gecesi ve nikah seremonisine… Ya istekli olsaydın ne yapacaktık bilemiyorum:))

 

 

              CANIM KUZENİM VE EŞİNE SONSUZ MUTLULUKLAR DİLİYORUM

 

 

NOT:  Bu görüntüleri yayımlamama izin verdiğin için teşekkürler canım ( Kendi fotoğrafımı da koydum gördüğün gibi:))

16 Ekim 2009 Cuma

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 2



Deniz kıyısında bir kayanın üstünde gözleri taa uzaklarda bir noktaya takılı, kımıldamadan oturuken buldu Annesi Ahmet’i. Sessizce yanı başına oturdu oğlunun ve saçlarını okşamaya başladı. Yine kımıldamadı, hiç tepki vermedi Ahmet. Ağzını açsa, yaşlar boşalacaktı gözlerinden. Sevmiyordu ağlamayı. Belki de utanıyordu. Erkek adam ağlar mı demişlerdi hep küçüklüğünden beri. Yere düşüp dizi kanasa,“Sus!” demişlerdi. “Koca erkek oldun, hiç yakışır mı ağlamak?” Ani bir karar vermiş gibi Annesine döndü hızla, göz pınarlarındaki yaşları akıtmamak için gözlerini kırpmadan, “Bir daha O'nu görmek istemiyorum Anne” “Ama” dedi kadın boğazına tıkanan yumruktan kurtulmak için yutkunarak “O senin Baban oğlum. Yapma! günah!” “Benim Babam yok. Bir daha onu görmek istemiyorum” dedi tek tek kelimelerin üstüne basarak, kendinden ne kadar emin olduğunu annesine kanıtlamak istercesine. Sustu kadın. Gözyaşlarını, oğlu görmesin diye öteki tarafa dönüp, hafifçe yazmasının ucuyla sildi.

Güneş muhteşem bir manzarayla batıyordu ufukta. Gökyüzü renkten renge giren bir yangın yeri gibiydi sanki. Biraz önce kıpkırmızı iken bir dakika sonra sarı turuncu gri halkalar oluşturuyordu, ateş topu gibi denize ha düştü ha düşecek hissi veren güneşin etrafında ve deniz gökyüzünün tüm rengini sergilerken üstünde. Dalgalar çapkın kıpırtılarla dans ediyordu.

Sessizce, birbirlerini daha fazla üzmemek için gözyaşlarını içlerine akıtarak gün batımını izlediler, ne kadar oturduklarının farkına varmadan… Ayşe’nin cıvıl cıvıl, biraz önce Babasına sarılıp hasret gidermiş olmasının verdiği doyum ve neşeyle, seslendiğini duydular. ” Siz ne yapıyorsunuz orada?” “Denizi seyrediyoruz” dedi zoraki bir gülümsemeyle ikisi de aynı anda. “Abi! Hadi taş kaydıralım denizin üstünde.” dedi küçük kız ağabeyinin elinden tutup kaldırmaya çalışarak. “Göremeyiz taşı. Bak hava kararıyor.” derken Ahmet, Ayşe çoktan başlamıştı bile yerden bulduğu yassı düzgün taşları denize atmaya… ” Öyle değil, bak böyle yapacaksın.” Yerden aldığı yassı taşı denize paralel gitmesini sağlayacak bir açıyla fırlattı Ahmet. “Üç kez sektirdin. Ben niye yapamıyorum?” diye dudaklarını sarkıtarak, nazlı nazlı mızırdandı ağabeyine.” Söz! Yarın gelelim, sana öğreteceğim nasıl atacağını…” Şefkatle kardeşinin omuzuna attı kolunu, Ayşe de onun beline sarıldı sıkı sıkı. Anneleri arkada çocuklar önde evlerine dönerken, fırtına sonrası gibi yorgun durgun sakindi üçü de…

“Annem!” dedi içinden Ahmet, ta yürekten. “Allah’ım iyi ki Annem var. Onu bir daha üzmeyeceğim söz veriyorum. Annemden ayırma bizi yalvarırım.” 

Çocuklar vardır, el bebek gül bebek, sevgiyle çepe çevre sarmalanmış dört yanı. Çocuklar vardır, bir sıfır yeniktir taa başından beri. Hayata gözlerini açtıklarında başlar mücadeleleri; ayakta kalmak, yaşamak, sadece karınlarını doyurabilmek için. 

nurten y tartaç

Devamı Var…

12 Ekim 2009 Pazartesi

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER



Gözlerinden ateş saçarak hışımla annesinin yanına geldi “Anne! Hüseyin dayım babama küfretti” dedi Ahmet. Kadın bahçede, yere serdiği örtünün üzerinde zeytin kırıyordu ablasına yardım için. Geniş leğenin içindeki zeytinlerden bir avuç alıp, önündeki kalın tahtanın üstüne diziyor, elindeki taşla hafifçe zeytinlere bir bir vurarak çıtlatıp, yanındaki seleye koyuyordu. Oğlunun ağlamaklı, bir o kadar da öfkeli sesiyle irkildi. “Ne dedi ki?”

“Çalışmaya gitmemiş Babam, bizi terk etmiş. Hani çalışıp para kazanmaya gitmişti bizim için. Yalan mı söyledin..? ” Kadın ne söyleyeceğini şaşırdı. Ellerini eteğine silerek kalktı, oğlunun elinden tutup bahçedeki sedire oturttu. “Geçen sene geldi ya, niye terk etsin bizi? Çok uzakta çalışıyor gelemiyor sık sık. Seni nasıl sevmişti kucağına oturtup hatırlamıyor musun? “Ama daha sonra gelmedi, hiç aramadı da.” dedi çocuk yine öfkeli. “Aradı aramaz mı? Daha geçen gün aradı dayınların telefonundan, siz uyuyordunuz haberiniz yok, ben konuştum…” Yalan söylüyordu kadın. Kocası geçen yaz gelmiş bir iki saat zor durmuş ve yine binbir bahaneyle kaçar gibi gitmişti. Bir daha da aramamıştı… İkna olmuş gibiydi çocuk, göz pınarlarındaki yaşı sildi elinin tersiyle… “Hadi” dedi kadın “git kardeşini çağır yemeğinizi yeyin.”

Karşı evde oturan, kadının dayısı, o gün evde pişen yemekten vermişti bir tabak. Onunla birlikte dünden kalan bulgur pilavıyla, önceden ıslatıp yumuşattığı yufka ekmeğini koydu kadın yer sofrasına. Kızının ve oğlunun bir öğün daha karınlarını doyurdu böylece…

Hiçbir geliri olmayan kadıncağız, ablasının evinin alt katında, iki göz küçücük yerde oturuyordu çocuklarıyla. Köydeki akrabalarının bağlarında ve portakal bahçelerinde ırgatlık yaparak üç beş kuruş kazanıyor, ama bu da her zaman denk gelmiyordu. İmkansızlıklar içinde çocuklarına bakmaya, onların okul giderlerini karşılamaya çalışıyordu…

Kızı yeni doğmuştu, adam çalışma bahanesiyle evinden ilk ayrıldığında… İki üç yılda bir gelip, birkaç gün kalıyor sonra yine yok oluyordu ortadan. Ne arayıp soruyor ne de para yolluyordu ailesine. Hangi şehirde çalıştığını bile bilmiyordu karısı da akrabaları da. İş makinesi kullanıyorum demişti sadece… Akrabalar bir araya geldiğinde birçok senaryo üretiyorlar, kimisi, kaçakçılığa karıştığı için mafyanın peşinde olabileceğini, kimisi, başka bir şehirde başka bir kadınla yaşadığını, hatta çocuğu bile olabileceğini düşünüyordu. kimisi ise, vicdansız vurdum duymaz babasının kopyasi olduğunu, sorumluluklarından kaçtığını düşünüyordu. Kimse, aslında ne yaptığını ve evini çocuklarını, böyle yıllarca neden ihmal ettiğini bilmiyordu.Eğitimsiz cahil çaresiz kadın, iki yavrusunun başında bekliyordu kocası bir gün dönüp gelecek diye.

İki yıl sonra bir kez daha geldi babası Ahmet’in. Hiç birşey olmamış gibi, geldi oturdu sedire. Karısı kırgın kızgın ama çaresiz “Hoş geldin.” dedi kocasına. Mesafeli, uzaktan bir akraba misafirliğe gelmiş gibi, bir kahve içimi. “Aç mısın, yemek hazırlayayım mı?” dedi yüzü yerde. “Aç değilim, çocukları göreceğim. Arkadaşlar bekliyor gitmem gerek…” Kadın dışarı çıkıp, komşunun kızıyla oynayan kızına seslendi “Ayşee! Gel baban geldi.” Ayşe, sanki her akşam babası eve geliyormuş gibi doğal bir neşeyle koştu geldi, Babasının elini öpüp yanına oturdu iyice sokularak. “Çok büyümüşsün” dedi babası “kaça geçtin?” Koca dişlerini göstererek sırıttı Ayşe ” 6. sınıfa geçtim” “Derslerin iyi mi?” “Hepsi 5, takdir aldım.” dedi küçük kız.

Kapının eşiğinde, yumruklarını sıkmış kaşları çatık öfkeyle babasına bakıyordu, artık bir delikanlı olan Ahmet “ Neden geldin?” Gülümsemesi suratında dondu kaldı adamın. “Ne biçim konuşuyorsun babanla...” diyerek Ahmet’in sırtına vurdu hafifçe annesi. “ Yanıma gel seni çok özledim.” dedi adam, gördüğü tepkiyi hafife almaya çalışarak… “ Ben seni hiç özlemedim, çık git evimizden.” İyice sıkmıştı yumruklarını ve bir süre babasının gözlerinin içine bakarak öylece kaldı… Delikanlılığa yeni adım atmış, bıyıkları terlemeye başlamış zavallı, kırgın öfkeli çocuk, kapıyı çarpıp gitti. Gözlerinden sel gibi boşalan yaşları, suratını yırtarcasına sildi, aktıkları için kızarak…


nurten y tartaç


Devamı var…


9 Ekim 2009 Cuma

YENİ BLOG HEYECANI

 

 

 

faceblog_logo03

 

Bir coşku bir heyecan; " Yeni bir blog açıyoruz. Dostlukla sevgiyle kardeşlikle bezeyeceğiz içini" dedi sevgili Gülen. Çok çalıştılar biliyorum Ali bey'le birlikte. Çok emek verdiler gece sabahlara kadar.

 


Telefon etti Gülen heyecenla, "bitti blog çalışmalarımız. Logosu hazır pc yi aç bak. Nasıl, güzel mi?"dedi. Yeni bir şey başarmanın mutluluğuyla... Logoyu görür görmez çok beğendim. Hazırlayanların yüreğini insanlığını zaten biliyor ve değer veriyorum."

 


Emeğinize yüreğinize sağlık...

 


Yapıcı doyurucu, düşündürücü eğlendirici, üzen ama kendine getiren, kısaca; bizi, hayatı anlatan yazılarımızda buluşmak üzere..

 

 

Hayırlı uğurlu olsun hepimize…

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ

 

 

baklarndadans4xz

 

 

 

Sunucu- Gel gel amca. Bak bir talibin çıktı.

 

Yaşlı bir amca geliyor sahneye;

 

Amca- 4 senedir arıyorum,çıkaramadım ben seni.

 

Sunucu- 4 senedir mi arıyorsun beni?

 

Amca- Yok!  Sen film çeviriyordun,yeni geldin biliyorum. Ben öteki varken arıyordum (Eski sunucu) Ben evlenmeden gitmeyeceğim. Bir sene de olsa bekleyeceğim. Burda yeyip içeceğim,burda uyuyacağım, gene de gitmeyeceğim evlenmeden.

 

Sunucu- Ben de seni evlendirmeden göndermeyeceğim.

 

Amca- Benim evim varr,arabam varr… Bana gelen benim için gelsin. Birşey istemesin, vermem. Bana gelsin, evime arabama değil…  Benim evim de varr arabam da varr. Bana gelen malıma gelmesin. İnsan olsun.

 

Sunucu- Nasıl insan olsun?

 

Amca- Müslüman olsa da olur,insan olsa da olur. İkisi de aynı.

 

Sunucu- Çocuğu olsa kabul eder misin?

 

Amca- Oğlu olmasın bakmam. Oğlan başa bela olur. Çok para harcar.

 

Sunucu-  Tipi nasıl olsun?

 

Amca- Aha! Bu sarı gibi olsun. ( Seyircilerin arasında genç bir bayanı gözüne kestirdi amca ) Böyle olsun, sırtımda taşırım.

 

Kadın oturduğu yerden bağırıyor; Amca ben evliyim, ne diyorsun sen yaa?

 

Amca- Öyle olsun dedim. Seni demedim ki.

 

Sunucu- Evin araban varmış işte. O da önemli.

 

Amca- Yok yok istemem. İnsan olsun, mala gelmesin. Benim evim varr arabam varr… Ama mala mülke geleni istemem.  Haa, bir de şişman olmasın. Sevmem.  60- 65 kilo olsun.

 

Sunuca- Kaç yaşlarında olsun?

 

Amca- 50 – 55 yaşlarında olsun daha büyük istemem. Ona mı bakacağım? Bana bakacak biri olsun. ( Amca 60 yaşındayım diyor ama  75 var gibi. )

 

Sunucu-  Talibin paravanın arkasında. Ne söylemek istersin ona?

 

Amca talibiyle konuşmaya başlar;

 

Amca- Benim neremi beğendin?

 

Talip- Tipinizi. Bir de ağladınız ya dün çok üzüldüm… ( Üzülünce evlenmeye talip olunur.)

 

Amca- iyi bir insan mısınızdır?

 

Talip- Ben çok iyiyimdir ( Canavarımdır ama şimdi bunu burda nasıl söyleyeyim? Sen bi kabul et bak.  İyiyi kötüyü gösteririm ben o zaman.)

 

Amca - Ben insan olsun istiyorum benimle evlenmek isteyen, parada pulda gözü olmasın.

 

Talip- Parayı pulu ne yapayım?  İyi bir yuva kurayım,sevgi saygı olsun arada ,başka birşey istemem. ( Şuna bak! Senin evin araban olduğunu duymasam seni ne yapacağım tirit. Bunca sene bekledim,senin gibi bunakla niye evleneyim, malın olmasa.)

 

Talip- Ben de size birkaç soru sormak istiyorum.

 

“Ben öyle soru falan sormasını istemem bana” demişti amca önceden ama…

 

Amca- Sor bakalım ne soracaksan.

 

Talip – Cimri misinizdir… bey?

 

Amca- Cimriliği hiç sevmem (E gözünü sevdiğimin amcası,sen değil miydin biraz önce; “Evim varr arabam varr,ama benden birşey istemesin vermem.”) Diyen…

 

Birbirlerine birkaç soru daha sordular…

 

Amca da talibi de, sustular bekleşiyorlar masum masum…

 

Sunucu- Ne sustunuz, bitti mi sorularınız,Başka soru sormayacak mısınız?

 

Talip – Yok, ben zaten beğendiğim için geldim.

 

Amca- Yok. Sordum yeter. Ben anladım.( Vay bee! Amcadaki sezgilere bakın. Bu sorularla çözdü talibini. Çeyrek asırdır birbirini anlayamayan çiftleri düşününce… )

 

Sunucu- Ne karar verdin, elektrik var mı elektrik?

 

Amca- Olmaz mı baksana? (Titreyen ellerini sunucuya uzatıyor.)

 

Amca, sunucunun yardımıyla kalkıp talibiyle çay içmeye gidiyor.

 

………………………..

 

Kendi sosyal çevresinde,uygun bir eş bulma şansı olmayan insanların hangi yaşta olursa olsun, bir hayat arkadaşı bulma umuduyla böyle programlara katılmalarını kınamıyorum. Bir yalnız insan eş bulur kendine belki, ama çok dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum...

 

Bunca abuk sabuk programın yanında  varsın bir de bu olsun…

6 Ekim 2009 Salı

Sitemde Bir Sonbahar… İçimde Sitem Var…




Bir bir döküyor yapraklarını, çırılçıplak kupkuru kalacak yakında ağaçlar.

Bu ihtişam ne peki..?


SDC10734


Yine binbir renkli fistanını giymiş, bir şölene hazırlanıyor  gibi doğa. Oysa bu bir son.  Sonbahar… 


SDC10737


Güneş, yaprakların arasından  süzülürken  pırıltılarla ,aydınlatıyor; yeşilden sarıya  kızıldan turuncuya hatta, mora siyaha dönüşmüş yaprakları.  Işık oyunlarıyla dansediyor adeta dallarında, bir süre sonra kopup düşecek, kuruyup yok olacak yapraklar…


SDC10738



SDC10735


Siz hiç sonbaharda;  bir kavaklıkta, ya da çınar ve at kestanesiyle dolu bir  yerde bulundunuz mu..? Hiçbir mevsimde bu güzelliği göremezsiniz.

Ben bulundum böyle bir yerde;

Şırıl şırıl akan küçük bir derenin iki yanında  sıra sıra dizilmiş kavak ağaçları, çevrede çınar ve at kestaneleri vardı.  Derenin içinde karşı kıyıya kadar üstlerine basarak  seke seke gidebileceğiniz küçük kayalar bulunuyordu.  Ben de  geçtim tabii Karşı kıyıya taşlara basa basa.  Pırıl pırıldı su.  Ağaçlarda, hafif bir rüzgarla sallanan yapraklar, suyun üstünde kıpırtılı gölgeler oluşturuyordu.   Derenin kenarına oturdum, ayaklarımı suyun içine sokarak.  Bir sigara yaktım    (Sigara kötü bişey sakın siz içmeyin e mi?:) Ama benden, böyle bir manzarayı seyrederken bu keyfi kimse alamaz:))  Rüzgar estikçe, süzüle süzüle saçlarıma, sağıma soluma yapraklar dökülüyordu… Ya karşı kıyıdaki manzara; bu kadar çok renk, böylesi bir uyumla aynı ağacın üstünde nasıl bir araya gelebiliyor?  Hayret ve beni kendimden geçiren bir huzur ve mutlulukla izledim tek tek tüm ağaçları, gözlerim renklerde kulaklarım suyun sesinde…

Ben her sonbahar böyle olurum.  (Gerçi İlkbaharda hissettiklerim de farklı değil ya…) Yerimde duramam  “Merihh! hadi, ağaçlık bir yere gidip manzara izleyelim” diye tuttururum hafta sonlarında. Bazen 60 km. yol gideriz  istediğimiz manzarayı bulabilmek için.  Elimizde  ekmekarası yiyeceğimiz  termosta çayımız, manzara izler, hışır hışır kuru yapraklar üstünde yürüyüşümüzü yapar, ruhumuzu ve gözlerimizi doyurmuş olarak döneriz eve.

Nasıl olup ta sonbaharlarda  mutlu, coşku dolu olabiliyorum bilmiyorum. Oysa, yine bir sonbaharda değil miydi, Anneciğimi sona götüren başlangıç..?  Ben, o sonbaharda deliler gibi ne yana koşuşturmam gerektiğini şaşırmış,   bir nefes alımı, daha fazla yaşaması  için, çırpınıp durmuyor muydum...? Ve… Sonbaharın sonu Annemin de sonu olmamış mıydı..?  Ben niye hayranım bu sonbaharlara hala..?

Ya ağaçlar, yapraklar tüm doğa..? O niye bu kadar ihtişamla, böyle renk cümbüşüyle hazırlanıyor sona..?

İhtişamla gidiyorum, çünkü; biliyorum ki bin bir renge bezenip, ellerime de gelin çiçeklerimi alıp öyle geleceğim İlkbaharda… Gidişim ihtişamlı, dönüşüm muhteşem olacak. Bekleyin beni diyor doğa, belli ki…



3 Ekim 2009 Cumartesi

GÜZ GÜLLERİ 2




“Mutluluk bu olmalı... Mutluyum! Çok mutluyum.“dedi kadın, kendi kendine yalpalayarak, düşüp düşüp bir yere tutunup kalkarak evin içinde dolaşan özürlü oğlunu izlerken. Bir mucize yaşamışlardı . Daha birkaç hafta önce yerde sürünen oğlu şimdi ayaktaydı işte. Yürüyordu kendi kendine. Evet, beyin özürlüydü oğlu. Bu değiştirilemezdi ama artık ayağa kalkmıştı ya, rüyasında görse inanabilir miydi? Oysa gerçekti işte. ”Allah'ım şükürler olsun sana.” dedi ellerini göğe açarak. 

Sevgi dolu bir çocuktu zekası 3 yaşında bir çocuk kadar olan Ömer. Bahçede mahallede dolaşıyor, herkes tarafından seviliyordu. Kekeleyerek güçlükle insanlarla konuşur, hal hatır sorardı. Çocuklar hariç. Çocukları hiç sevmezdi. Kim bilir... O'nun yapamadığı pek çok şeyi yapan çocukları kıskanıyordu belki. Gerçi sağı solu belli olmazdı. Büyüklerle de sakin sakin konuşurken bir anda sinirlenip bağırmaya başlayabilirdi her an.

Çocuk bir yaşındayken bir anormallik olduğunu anlamış o tarihten beri gezmedik doktor bırakmamıştı aile, bir şey yapılabilir mi umuduyla. Bir gün kadın Annesiyle konuşuyordu. ”Her gittiğimiz doktor yüksek bir yerden düşmüş bu çocuk. Beyin ve beyincik kanaması geçirmiş diyorlar. Ben hiç hatırlamıyorum düştüğünü Ömer’in. Hiç gözümün önünden ayırmadım ki. Bilmez miyim düşse.” Ben hatırlıyorum diye bağırdı Anne ve Anneannesinin konuşmasını duyan Zeynep.”Ben hatırlıyorum. Fatma abla bebekken salıncağından
 düşürdü Ömer'i.”Ayşe şaşkın ama çok ta ihtimal vermeyen bir ifadeyle baktı kızına. Dört yaş büyüktü Zeynep kardeşinden, nasıl hatırlayabilirdi Ömer’in bebekliğini.

Amcasının kızıydı Fatma. O sene yaz tatilini onların yanında geçirmek için gelmişti memleketten. On- onbir yaşlarında ele avuca sığmayan, yaramaz mı yaramaz küçük bir kızdı.”Sen dışarıda çamaşır yıkıyordun, Ömer ağlayınca sandalyeye çıktı onu salıncağından alırken yere düşürdü. Hatırlıyorum işte! Beni tehdit etmişti sakın söyleme diye.’Sesini çıkarır yengeme söylersen seni öldürürüm.’demişti bana. Ben de korktum. Zaten Ömer hiç ağlamamıştı ki. Geri yatağına yatırdı…” 

Eskiden anneler çocuklarını tavana çakılmış iki /ya da dört müydü acaba?/ kancanın ucundaki iplere tutturulan bezden salıncaklarda yatırırlardı.(Şimdiki minik bebek karyolalarının bezden yapılmışının tavana iplerle asıldığını düşünün. )Babaları; Abla ve Ağabeyi Ömer’e dokunamasın diye salıncağı böyle yükseğe yapmıştı. 

Yıllar sonra Fatma’da evlenmiş, artık çocuk sahibi bir kadınken bir karşılaşmalarında Ayşe, sana bir şey soracağım, ”Çocukken yaz tatilinde bizde kalmıştın ya, o zaman Ömer salıncaktan düşmüş müydü, hatırlıyor musun?” dedi.”Evet! düşmüştü... neden..?” dedi yarım bıraktı sözünü. Anlamıştı, hatırlamıştı. ”Ondan mı böyle olmuş? Ben mi neden olmuşum?”dedi gözyaşlarına boğularak. ”Mukadderat... Ağlama. Olacağı varmış. İsteyerek olmadı ki,sen de küçücük bir çocuktun…Mukadderat” Mukadderattı olmuştu bir kere yapacak bir şey yoktu.

***

Zamanla bir şey fark etti aile. Ömer’de inanılmaz bir hafıza vardı. bir duyduğunu bir daha unutmuyor, yıllar sonra bile hatırlıyordu. Abla ve ağabeyi evde yüksek sesle ders çalışırken, unuttukları yeri  kıkır kıkır gülerek hatırlatıyordu onlara Ömer. Onlar şiir ezberleyeceğiz diye tekrarlar yaparken o çoktan ezberlemiş oluyor, kekeleye kekeleye şiiri baştan sona okuyordu. Han Duvarları’nı bile ezberlemişti. Bir keresinde doktor”Çok büyük şanssızlık. Eğer bu kazayı yaşamasaydı dahi olurdu herhalde bu çocuk.” demişti. Kendi kendine gazete yazılarını okumaya çalıştığını gören, Abla ve ağabeyi görev edindiler Ömer'e okuma yazma öğretmeyi. Babalarının aldığı plastik rakam ve harflerle kardeşlerine okumayı ve basit toplama-çıkarma işlemlerini öğrettiler.

***

Ben ölünce bu çocuğa ne olacak diye kaygılanırdı her zaman Annesi … Yıllarca evvel kocasını kaybetmiş, oğlu, kızı evlenmiş, Ömer’le yapayalnız kalmışlardı. Kaygılıydı hem de çok kaygılı. Çünkü hastaydı ve ilerlemişti hastalığı…

Radyoda çalan şarkının sözlerini tekrar ediyordu yaşlı kadın gözlerinde yaşlar…“Güz gülleri gibiyim... Hiç bahar yaşamadım…”

nurten y tartaç


2 Ekim 2009 Cuma

Güz Gülleri



Size bir sürprizim var dedi küçük kız, gözlerini koca koca açmış yerinde zıplayarak. Daha ellerindeki bavullarını bırakmamıştı bile anne babası. Antreye bavulunu bırakan Annesi, ”hayırdır!” dedi çok ta önemsemeyerek. Her zaman böyle heyecanlı, kıpır kıpırdı kızları. Bu nedenle sıradan 
geldi kızlarının coşkusu. ”Dur dur! etrafımda dönüp durma, ne var ne oldu? Hayırdır!” Anne ve babasını ellerinden tutup çekiştirerek küçük salonlarına getirdi Zeynep. Kanapede oturan kardeşinin iki elinden tutarak ayağa kaldırdı, ellerini bırakıp karşısına geçti. Kollarını ona doğru açarak “Hadi Ömer gel bana. Hadi! Yürü bak! Annemler geldi, göster onlara ” Ömer ürkek, titrek adımlar attı. Bir…iki…üç…dört… Ve yere kapaklandı. Hıçkırıklarla ağlıyordu karı-koca bu mucize karşısında. Bir süre yerde oturup kaldılar gözyaşları içinde. Zeynep, Bülent ve 9 yaşındaki sakat oğullarıyla sarmaş dolaş…

Yürümez demişti doktorlar... " Mümkün değil. Bu ameliyatı sadece hocamız istedi diye yapıyoruz. Boşuna eziyet çekip emek harcıyorsunuz… " Hocaları kadının akrabası idi. O da umutlu değildi yürüyeceğinden ama dayanamamıştı, bu kardeşi kadar sevdiği, çocukluğunu onların bağ evlerinde eşeğe binerek, çekirge avlayarak geçirdiği kırgın, üzgün”Bir umut. “diye yalvaran Anneye. Çekirge avına çıkarlardı beraber ve yakaladıkları çekirgelerin kolunu bacağını, eline aldığı bir jiletle keser ”Ben doktor oldum, ameliyat yapıyorum." diye minicik zavallı hayvanları parça parça yaparken Ayşe’yi de asistanıymış gibi kullanırdı. Küçük kız yalvarırdı “Abi yapma yazık!” diye… Sonunda büyüdü, dünyaca tanınmış bir cerrah oldu prof. Demir. Yurda döneli birkaç yıl olmuştu ve şimdi hastanede bölüm başkanıydı.

Oturdukları kasabadaki aile doktorları inanmıştı yalnızca çocuğu yürüteceklerine. Eskiden aile doktorları vardı. Her konuda uzman aile doktorları. Başınız ağrısa da ona giderdiniz, kalbinizde sorun varsa da önce o görürdü. Doktor Ayhan Bey de öyle bir doktordu. Her konuda bilgili, ailenin yalnız doktoru değil, psikologu, dostu, sırdaşı. Öyle ki sorunlarını dinler, öğütler bile verirdi karı-kocaya…“ Biz bu çocuğu yürüteceğiz. Kim ne derse desin aldırmayacak, yılmayacaksınız. Her söylediğimi harfiyen yapacak, hiç ihmal etmeyeceksiniz.” demişti. Tamam dediler "kelimesi kelimesine uyacağız söylediklerinize. Size güveniyoruz." Bunun üzerine gelmişlerdi Ankara’ya. Kadın Demir Ağabeyine bunun için yalvarmıştı.”Ne olur, sonuç ne olursa olsun razıyım. Yaptıralım şu ameliyatı.”diye.

Çocuk ameliyattan bacakları iki yana alabildiğince açık, belden aşağısı alçılı, mumya gibi çıktı. Üç ay bu durumda, daha sonraki üç ayda da iki bacağı kalçadan itibaren boydan boya alçılı kaldı…

Alçı tamamen çıktığında, Ayşe tekrar Ayhan Beye gitti, bundan sonra neler yapması gerektiğini öğrenmek için…Günde üç kez sıcak su içinde masaj yapılacak, devamında da pudrayla ovularak aynı masaj tekrar edilecekti. O yıllarda küvetli ve sürekli sıcak su akan banyolar yoktu evlerde. Kadın her gün sabah, öğle ve akşam, bahçede kazanla kaynattığı suyu büyük aliminyum bir leğene doldurup oğlunu içine oturtuyor, doktorun anlattığı sıra ve sayıda, önce ayak bileklerini 360 derecelik daireler çizdirecek şekilde çeviriyor sağa sola, sonra diz kapaklarını bükerek bacaklarını içe dışa açıp kapama hareketleri yaptırıp sudan çıkarıyor, kuruladıktan sonra aynı hareketleri pudrayla tekrarlıyordu. Bu da tam üç ay sürdü. Anne baba değil yalnızca, abi ve ablası da, aynı zamanda zihinsel engeli de olan Ömer’in yürüyebilmesi için var güçleriyle gayret ediyorlardı. İki kişi ellerinden tutarak mahallede yürütüyorlardı her gün, bu banyoların ardından. 

***

Tam da bu yoğun, zor günlerde Babanın romatizma ağrıları şiddetlenmiş acı içinde kıvranıyordu. Yine aile doktorları, can simitleri Ayhan Bey, kaplıca tedavisinin şart olduğunu söylemişti. Ömer’in tedavisi sürüyordu ama çaresiz, çocuklarını Anneannelerine bırakıp gittiler kaplıcalara. Zeynep daha 11 yaşında ağır bir sorumluluk altına girmişti. Kimseye bırakmıyor, kardeşinin banyosu masajları ve yürüme egzersizlerini kendisi yaptırıyordu. Artık Ömer tek elinden tutarak yürümeye başlamıştı Anne Babasının gelmesine yakın.”Yürüteceğim bak göreceksin.”demişti Anneannesine. ”Annem Babam geldiğinde Ömer yürüyor olacak” Bu kız cennetlik yahu, ben bunun gibi abla görmedim. Yaşıtları sokakta oynarken o kardeşini gezdiriyor sabah akşam.” demişti mahallenin şarhoşu Annesine bir keresinde. Evet, gerçekten de kendini kardeşine adamış onu yürütmeye and içmişti sanki…Öyle de oldu. Anne Babasının gelmesine 2 gün kalmıştı ki, Ömer elinden tutulmadan iki üç adım atmaya başlamıştı…

(Bu da gerçek bir hikaye,bitişik komşumuzun ve benim sevgili arkadaşım Zeynep’in hikayesi)


Devamı var

nurten y tartaç